Bahar, Hevsel, memleketin ahvali
Taş, eşiği geçtikten sonra bir felaket manzarası olarak düştü yüreğime. Suriçi'nin siluetini, kültürünü, insanını tarumar eden zihniyetin, kötülüğün, düşmanlığın sureti gibiydi karşıma çıkan binalar.
Maraş'taki depremlerde Keçi Burcu'ndan kopan taşlar bir kenara istiflenmişti. Bu koca taşları yerlerine monte etmek mühendislik bilgisi ve becerisi isterdi. Umulur ki bu işlem, işin ehli insanlar tarafından yapılsın. Depremlerin Diyarbakır'da neden olduğu tahribatın hafif atlatılmasına katkı sunan Kent Koruma ve Dayanışma Platformu'na da danışılsın. Ama şehri kayyımlar yönetiyor yıllardır ve onlar, her şeyi bilmenin gafleti içinde.
Baharla tazelenmiş doğaya yakın olmak için çıkılan yürüyüşte bunları düşünmek sağlıklı bir şey değil. İnsanın ruh halini harap eder. Bunu bilmek öfkelendiriyor insanı. Malum, öfke de her daim sağlıklı bir duygu değil.
Surlar görkemliydi. Erik ve badem ağaçlarından sonra erguvanlar da çiçek açmıştı. Erguvan, çok kısa bir süre için, alev gibi süsleyecekti bulunduğu ortamı. Sonra birden, yağmur gibi dökecekti çiçeklerini. Baharla ilgili birkaç fotoğraf erguvanla birlikte kazınacaktı hafızaya. Yıllar, yıllar önce dediğimi tekrarladım, hatıraların masumiyetini sığınarak: "bilmem hangi yangına benzetsem/aramızda duran erguvanı".
Kürtçe, "Bu sefer gidecek" dedi adamlardan biri. Sık ağaçların arasındaydı adamlar. Dikkatli bakmak gerekiyordu onları fark edebilmek için.
Siyaset konuştuklarını neden sonra anladım. Diğerleri, "Bu sefer gidecek" diyen yaşlı adama itiraz mı ediyordu acaba? Çünkü adam, birkaç defa peş peşe aynı cümleyi mırıldanır gibi tekrarladı: "Wê carê wê here."
Issız patika yollardan geçerken düşüncelerinden sıyrılabilirsin, gülümseyerek güvercinlere bakabilirsin. Eğer, "Bu sefer gidecek" diyen bir ses yolunu kesmişse.
Aşağıdaki patika yoldan iki sevgilinin gülüşmeleri duyuluyordu. Uzakta bir köpek havladı. Hevsel'de çalışan traktörlerin sesleri vadide yankılanıyordu. Kuşlar birden fırlıyordu çalıların arasından. Bahar, bir iki saatliğine de olsa, dünya ahvalinden uzaklara götürüyordu insanı.
KİM BİLİR NE DİNLİYOR SURLARDAN
Görüntülü konuşuyordu kadın. Sarı saçları, uzun sarı bir montu vardı. Oturduğu banktan kalktı, konuştuğu kişiye surları gösterdi önce, sonra Hevsel'i, Kırklar Dağı'nı... Yüzünde mutluluğun ışıltısı hissediliyordu.
Usul bir sesle konuşuyordu. İngilizce konuşuyordu. Ne dediğini anlamıyordum.
Ama kadın ne anlatıyordu acaba? Hevsel'e bakmak güzeldi, bunu mu anlatıyordu? Hevsel'de şehre yetecek kadar meyve ve sebzenin artık yetiştirilmediğini, mesela kum şeftalisini yeni nesil Diyarbakırlıların hiç tatmadığını bilmiyordu kadın. Surların tanık olduklarından da bihaberdi muhtemelen. Bir şehri tanımak zordu. Diyarbakır'ın ruhunu keşfetmek ise hem kolay hem imkansızdı. Önce şehrin binlerce yıl içinde şekillenen kültürünü, hürmetle ve samimiyetle kabul edeceksin. Sonra işte, sırlarının bütün kapılarını açacaktır.
Geçip gittim kadının yanından, "Kim bilir ne anlatıyor?" diye düşünerek. Kim bilir surlar ne anlatıyordu kadına?
DİCLE'NİN ÇAĞRISI
Dicle aşağıya çağırıyordu. Ancak yağmur getiren türden bir rüzgârın hükmü vardı surların dibinde. Ağaçların dallarının arasında ıslık çalarak insanın yüzüne çarpan, yağmur bulutlarını getiren türden bir rüzgâr.
Çocuk, annesi ile babasının arasında yürüyordu. Arada ileriye koşuyor, yerden bir şey alıyor ve onlara gösteriyordu. Kadın ve adam konuşmuyordu. Çocuğa, "Koşma, düşeceksin" diye seslenmiyorlardı. Adam ve kadın hiç konuşmuyordu. El ele tutuşacak mesafedeydiler ancak başka yönlere bakıyorlardı.
Çocuk sarı bir çiçeği kopardı ve adama uzattı. Kadın sanki biraz daha uzaklaştı. Ağaçların ve baharla göğermiş otların, kır çiçeklerinin arasındaki yolda yürüyorlardı. "Çocuk/Güzel anılar gibi hüzünlü/Hüzünlü şarkılar gibi güzel"di (Fotoğraf, Cemal Süreya).
Dicle aşağıdaydı. Kuraklık tehlikesine, barajlara, kum ocaklarına ve bilumum tahribata rağmen çevresine hayat vermeye devam ediyordu.
KORKMA, BU SEFER GİDECEK
Hangi kapıydı bu Suriçi'ne açılan, bilmiyordum. Kiriş kısmı depremden zarar görmüş gibi görünüyordu. Tam eşikten geçerken taş düşecekti sanki.
Taş, eşiği geçtikten sonra bir felaket manzarası olarak düştü yüreğime. Suriçi'nin siluetini, kültürünü, insanını tarumar eden zihniyetin, kötülüğün, düşmanlığın sureti gibiydi karşıma çıkan binalar. Çirkinlik abidesiydi her bina, her cadde, amenna. Ancak bundan daha fazlasıydı. Bu binalar binlerce insanın evsiz, ekmeksiz, komşusuz kalmasına neden oldu. Bu binalar onlarca insanın kanı üzerine inşa edildi. Bu binalar bir kara leke gibi duruyor şehrin haritasında.
Öfkelenmeden, bir acıya toslamadan yürümek imkansızdı şehirde.
Rüzgârın havalandırdığı montundan çıkan hışırtılı sesi duydum önce. Arkamı dönünce gördüm kadını. Surlara bakıyordu, yeni binalara, tek tük geçen insanlara. Saçları ve montu sapsarı dalgalanıyordu rüzgârda. Yüzünde mutluluğun ışıltısı hissediliyordu.
Onu mutlu eden şey her ne ise, şehrin ahalisi de hakkediyordu. Ama elbette bu hakkı yabancı bir kadından isteyecek değildim. Şehrin öfkesini besleyen önümsıra yürüyen kadın değildi, biliyordum.
Savaş uçakları büyük bir gürültüyle geçti tepemizden. Kadın başını kaldırıp uçaklara baktı. Şaşırdığını hatta korktuğunu düşündüm. "Korkma, henüz sadece tepemizden geçiyorlar" demek istedim. "Korkma, bu sefer gidecek" dedim kendime. Bahar, insanı memleket ahvalinden uzak tutmuyordu her zaman.