YAZARLAR

Bahçeli’nin düşsel dünyası

Erdoğan – Bahçeli ikilisinin bütün düşleri gerçek olmuş diyebilirsiniz. AKP’nin ilk dönemlerinin bir sloganı vardı, hatırlarsınız: “hayaldi gerçek oldu”. Fakat Bahçeli’nin düşsel evreninin sınırları yok. HDP kapatılsın istiyor, dokunulmazlıklar kaldırılsın ve rejime eleştiride bulunan herkes cezaevine konsun istiyor. Anayasa Mahkemesi kapatılsın istiyor. Seçim sistemi sadece kendilerinin kazanacağı biçimde dönüştürülsün istiyor. Siyasi cinayetlere hürmet gösterilesin istiyor.

AKP – MHP ortaklığıyla kurulan rejimin siyasal karakterinin iki boyutu var. Birincisi, dünyadaki otoriterleşme dalgasına paralel olarak gelişen, yürütmenin dengeleyici bütün kurumları işlevsizleştirerek diktatöryel yetkiler kullanması. 1971 darbesinden bu yana Türkiye sağının siyasal rejim hakkındaki tahayyülünü kendi sınırına taşıyacak biçimde açığa çıkan bu karakter, 26 Nisan 2017’de yapılan referandumun ardından, düzenlemenin 2018’de yürürlüğe girmesiyle somut bir biçim kazandı. 2016 yılında ilan edilen olağanüstü hâl yetkileriyle elde edilen hukuk dışı araçların kazandırdığı iktidar teknolojileri, önce olağanüstü halin süresini ve amacını aşacak biçimde kullanıldı. Ardından pandemi önlemlerinin alınmasında ilgili bilimsel kuruluşlar, meslek odaları, belediyeler ve parlamento dışlandı. Böylece mevcut anayasal biçim dahil olmak üzere anayasaya ve hukukun en temel ilkelerine aykırı olarak genelgeler yönetimi kuruldu. Kararnamelerin ardından genelgeler ile yönetmek de artık rejimin yeni iktidar teknolojileri envanterine yazılmış bulunuyor.

Dolayısıyla, 1971’den beri devam eden sağ tahayyülün uca taşınması ifadesiyle kastım, sadece yürütmenin diğer anayasal organlar karşısında güç kazanması değil, hem yürütmenin diğer kurumları tamamen işlevsizleştirerek dengeleyici kurumları ortadan kaldırılması hem de anayasa dışı, sürekli genişleyen anayasa dışı araçlarla yönetmesi. Somut birkaç örneği hatırlayalım:

Parlamentonun işlevsizleştirilmesi bakımından, parlamentonun tarihsel kuruluş nedeni olan bütçe üzerindeki yetkinin parlamentonun elinden alınması çok kritik bir eşikti. Yürütmeyi denetleme yetkilerinin kısıtlanması ve fiilen milletvekillerinin kürsü dokunulmazlığının ortadan kaldırılmasının sonucu; parlamento bir kurum olarak işlevsizleşti. Yasama yetkisi, hem Cumhurbaşkanının kararname çıkarma yetkisinin tehdidi altında (bunu İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaya ilişkin Cumhurbaşkanlığı Kararı’nda gördük) hem de yasaların teklif edilmesinden komisyonlardaki seyrine ve genel kurulda tartışılmasına ilişkin rotanın sürekli saraya çıkmasıyla anlamsızlaşmış durumda.

Yargının denetleme işlevini kaybetmesi bağlamında birkaç hatırlatma yeter. Selahattin Demirtaş AİHM kararına rağmen hâlâ rehin tutuluyor, Osman Kavala için de aynı durum geçerli. Cumhurbaşkanına hakaret garabeti ayrı bir yargısal-siyasal teknoloji olarak işliyor. Yargı bu bakımdan adaleti sağlama aracı olmayı bırakın, yürütmenin kırbacı haline getirildi. AYM’nin olağanüstü hali tamamen keyfî bir yönetim olarak gören kararının ardından bu sürecin hızlandığını söyleyebiliriz. Yargıtay ve Danıştay dairelerinin verdiği kararlarda, dikkat çekici bir üçe iki oranını görüyoruz. Çünkü HSK’nın yapısı, hâkim ve savcı güvencelerini, yargı bağımsızlığını ortadan kaldıracak biçimde kuruldu, seçim ve atamalarda partizanlığın önemli bir rolü olduğunu tahmin etmek zor değil.

Bir denge kurumu olarak basının içini düştüğü hali ortaya koymak için, gazeteci sıfatıyla çıkar ortaklıkları kuran, otellerde aracılık yapan, bakanlığa listeler göndererek ihraç kararlarını kaldırtan gazetecileri örnek göstermek yeter. Haberinden dolayı tutuklanan, haber anlayışından dolayı sürekli para cezaları kesilen gazeteler ise işin diğer boyutu.

Yürütme, anayasal denge kurumlarını tasfiye ettikten sonra yeni iktidar teknolojileri kullanıyor. Örneğin İçişleri Bakanlığı’nın sadece kendi iç ilişkilerini düzenlemek için çıkarabileceği genelgeler ile anayasada güvenceye alınmış ve sadece kanunla sınırlanabilecek temel haklar kısıtlanabiliyor. Yurttaşlar toplanma hakkını kullanırken polislerin görüntülerinin çekilmesini yasaklayan genelge bunun tipik bir örneği. Fakat pandemi süreci boyunca genelgeler, neredeyse anayasa yerine geçerek uygulandı. Bu uygulamanın da kararnameler gibi süreklilik kazandığını görüyoruz. Bununla birlikte belediyelerin yetkilerinin kısıtlanması, başkanlarına soruşturma açılması, partizan memurların seçilmiş belediye başkanları yerine kayyum olarak atanmasını yürütmenin keyfi teknolojilerine eklemek gerek. Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne, İrfan Fidan’ın Anayasa Mahkemesi’ne atanması bu süreçlerin uzantısı değil mi? AKP – MHP ittifakı kendi yanında durmayan, hatta kendi istemediğinin yanında durarak pozisyon alan kim varsa yok ediyor.

AKP – MHP ittifakının kurduğu rejimin karakterinin ikinci boyutu, ittifakın görünmeyen, görünse de ancak yeraltını görme araçlarıyla bakılması gerek boyut. Bu diktatöryel rejimin kuruluşuna katkı sunmuş, bundan yararlanmış ya da beklentisi olan anayasa dışı güçlerin suç ortaklığı. AKP’nin Fethullah Gülen çetesiyle kurduğu ortaklığın bozulmasıyla başlayan arayış, Erdoğan’ın 7 Haziran’da demokratik meşruiyetini yitirmesiyle başka çetelere yöneldi. 1990’ların devlet eliyle işlenen suçlarına karışmış kim varsa ittifaka dahil oldu ve pay istedi. Çökme rejiminin altyapısını oluşturan bu birlikteliklerden pay sağlayan sermaye grupları ile birlikte kaynaşan çıkar grupları, bu hukuksuz ve denge mekanizmalarından arınmış siyasal ortamda ülkeyi yağmaladılar. Bu yağma ve talan düzeni hem kamu kurumlarının kadrolarının yağmalanması hem de buna paralel olarak ittifaka dahil olan, yanında duran sermayenin sınırsızca kamuya ait olana el koyması biçiminde sürdü, sürüyor.

Erdoğan – Bahçeli ikilisinin bütün düşleri gerçek olmuş diyebilirsiniz. AKP’nin ilk dönemlerinin bir sloganı vardı, hatırlarsınız: “hayaldi gerçek oldu”. Fakat Bahçeli’nin düşsel evreninin sınırları yok. HDP kapatılsın istiyor, dokunulmazlıklar kaldırılsın ve rejime eleştiride bulunan herkes cezaevine konsun istiyor. Anayasa Mahkemesi kapatılsın istiyor. Seçim sistemi sadece kendilerinin kazanacağı biçimde dönüştürülsün istiyor. Siyasi cinayetlere hürmet gösterilesin istiyor.

Yurttaşların geçim sorunlarından başlayarak en temel taleplerine ve temel hak ve özgürlüklerine ilişkin bir tutam vaadi olmayan rejimin kurucu ve savunucularından Bahçeli’nin kalan düşleri bunlar.

Bundan yaklaşık yirmi yıl önce Cebeci Kampüsü’nde Karşı Düşler adında bir dergimiz vardı. Siyasal gerçekliği karşımıza koyabilmek için ihtiyaç duyulan zemin karşı düşler…

Bugün çoğalması, siyasallaşması, iktidarlaşması gereken; her bir yurttaşın bireysel dünyalarından çıkarak başkalaşması ve herkesleşmesine ihtiyacımız olan düşlerin örgütlenmesi görevidir demokratikleşmeyi önüne koyan bütün siyasal örgütlerin görevi. Bahçeli ve Erdoğan’ın düşsel evreni kurdukları rejimin sınırında bitiyor. Onu aşacak düşlerimiz olmazsa, kâbus sürekli bir çevrime girecek.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.