Bahri Vardarlılar'dan 'muhayyel' öyküler
Postmodernist özelliklerin yer aldığı öykülerden oluşan 'Öteki Denizin Haritası', satır aralarında felsefi açılımlar saklayan teknik yapısıyla ön plana çıkan metinlerden mürekkep kitap.
Bahri Vardarlılar’ın öykü kitabı 'Öteki Denizin Haritası', İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Birbiriyle ilintili on öyküden oluşan kitap, geç Osmanlı döneminden günümüze uzanan bir zaman diliminde insan algısını irdeleyen kendinden menkul bir mercek gibi.
Bir bütünü eş parçalara böldüğümüzde o parçaların birleşimi yeniden bütünü verir mi? Felsefi bir önermeyle vermediğini düşünürsek bütüne ait oldukları üzere kardeş olan parçaların bir araya geldiklerinde oluşturdukları ilişik fakat kaotik yapı ancak tahayyül edilebilir. İşte 'Öteki Denizin Haritası' da böyle “muhayyel” bir kitap olarak karşımıza çıkmakta. Zira aynı veya benzer karakterler yahut aynı veya benzer motifler üzerinden bağlı olan on öykü okura bir bütün sunmayıp okuru tahayyüle sevk etmekte. Başka bir deyişle açık dokulu bir metin var karşımızda çünkü kurmaca sanatı ön planda. İlk başlarda İttihat ve Terakki Dönemi ile Cumhuriyet Dönemi arasında geçecekmiş gibi gözüken fantastik unsurların masal, efsane gibi sözlü türlerle harmanlandığı, tarihin fon olarak kullanıldığı postmodern bir anlatıyı çağrıştırmakta kitap. Ancak ileriki sayfalarda bir bütüne varılacağı sanılan bu yapıyı kırarak metni yorumlamaya açmış yazar. Bu bağlamda herkesin kuş sandığı dinozor, akrabalık ilişkileri, mektup, fotoğraf gibi unsurlar aracılığıyla ilişik kılınan öyküler okuru bir çağrışım yelpazesi içerisinde olduğunu düşünmeye sevk ediyor. Tıpkı sonsuz çağrışımlar uyandıran Pera’daki Muhayyel Seyyahlar Kulübü gibi. İçeriye ustaca yerleştirilmiş aynalar sayesinde insanın boyut algısını; barındırdığı kitaplar, haritalar ve fotoğraflar sayesinde de zaman algısını kıran bir tür yarı-fantastik bir mekân olarak düşünülebilir burası.
“Tasarım öyle yapılmıştı ki ilk defa gelen bir ziyaretçi olarak ana salonun büyüklüğü hakkında iyi kötü bir izlenime sahip olsanız bile neredeyse hepsi kitap raflarıyla dolu yılankavi koridorlar, belki az önce bahsettiğim loşluk nedeniyle sizi tereddütte bırakırdı. Bu koridorlarla ilgili ilk öğrendiğim şeylerden biri bazısının –ama hepsinin değil– yüzyıllık bir barok tavsiyeyi izleyerek aynalı küçük odalarda sona ermesiydi. Ve yine kısa süre sonra öğrendiğim gibi, en tuhafı da bu yan koridorların duvarlarındaki resimlerin ve raflarındaki kitapların ana salonda bulunanlardakinden çok daha ilginç olmasıydı.” (s.32)
Öte yandan gerçeküstü unsurlar pek olmasa da masalsı bir havaya sahip olan öyküler hayal-hakikat çatışmasına da temas etmekte. Nitekim bu çatışma metinlerde çok katmanlı bir yapıya bürünmekte. Öncelikle tarihi fon ne kadar ekonomik kullanılsa da Türkiye coğrafyasının yaklaşık yüz elli yıllık mazisinin ana hatlarıyla aktarıldığını görüyoruz. Böylelikle Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine geçiş süreci, bu süreçteki iktidar modelleri ve izlenen siyasalar da inceden irdelenmiş. Nitekim sonlara doğru kişisel gelişim yazarı olduğu tahmin edilen bir kişinin İslam Halifesi olması manidar. Kısaca ulus-devlete geçiş süreci ve milliyetçilik ile başlayan modernleşme hamlelerinden yaklaşık yüz elli sene sonra hilafete dönüldüğünü görmekteyiz. Ancak bu hilafet tamamen göstermelik, nitekim bunun anlatıldığı öyküde muhafazakâr yöneticinin ikiyüzlülüğü kuralına göre oynadığı sahnede yazarın “aksesuar” kelimesini kullanması incelikli. Hayal-hakikat çatışmasının başka bir cephesi de sosyal medya olsa gerek. Çağımızda geçen öykülerde sosyal medyada inşa edilen ister simülasyon ister şeffaflık ister hiper-iletişim ister gösteri diyelim, toplum yapısı söz konusu.
Öte yandan ana mekânın Pera/Beyoğlu olduğu kitapta Ziya Gökalp’ten Sait Faik’e, Sait Faik’ten Cervantes’in kurgusal yazarı Seyyid Hâmid Badincani’ye kadar göndermelerle dolu olan öykülerdeki harita ve deniz meselelerine temas edecek olursak bilindiği üzere coğrafi keşifler okyanusa dayanıklı kalyonlarla deniz yolculuklarıyla yapılmıştır. Nitekim daha ilk öyküde “kalyon” sözcüğü zikredilir. Birçok bölümde ise deniz, seyyah, harita kavramları yer alır. İlginçtir ki deniz hem bir keşif yolu hem de birçok yaratılış mitinin asli unsurudur. Harita ise insanın algıladığı anlamdaki dünyayı belli bir ölçekle kâğıda sığdırmasıdır. Başka bir deyişle harita, sınırları insanı aşmayan dünyadır, insanın dünyasıdır. Bu konu İhsan Oktay Anar’ın 'Puslu Kıtalar Atlası'nda da yer alır. Hafızası kuvvetli okurlar, kitabın daha başında İhsan Efendi’nin “Kaftan Kafa” bir mapamundi, yani dünya haritası yapmak istediğini anımsayacaktır. Ancak bu haritayı gezip görerek değil de düş görerek yapmak isteyen İhsan Efendi uyku şurubunu içerek istihareye yatar. Zira her şeyden şüphe eden bir varlıktır, şüphe ise düşünsel bir eylemdir, ortada düşünsel bir eylem söz konusuysa onu icra eden bir özne de olmalıdır ki bu Descartesçı yöntemle varlığını kanıtlayan İhsan Efendi dünyayı da düşünce düzeyine indirgemiştir. Her şeyin bire bir ölçeğiyle uyarlandığı “Kaftan Kafa” bir harita bu anlatıda da söz konusudur:
“Seyyahların, Pera’daki kulüplerini kapatıp bir kumpanya kimliğiyle geri dönmeden önce şehre akıl durduran bir hediye vermek istedikleri söylenir, yapabileceklerine kendilerinin de pek emin olmadığı o şeyi: Kökeni rivayete göre eski Çin coğrafyacılarına giden, birçok insanın hakkında konuşup yazdığı ama kimsenin çölde ona ait olduğu söylenen kalıntıları dışında hiçbir parçasını görmediği Haritaların Haritası’nı. Örneği kentimiz özelinde tutar ve bildik haritacılık terimleriyle konuşursak Boğaz’ın, Haliç’in, sokakların, camilerin, hisarların, köprülerin, dükkânların, evlerin, hatta sarnıçların, tepelerin, deniz diplerinin bire bir ölçeğiyle uyarlandığı ilahi harita.” (s.115)
Böyle bir haritada kitapta da geçtiği üzere gösteren ve gösterilen arasındaki fark boyut düzeyinde ortadan kalkmış olacaktır. (Burada Muhayyel Seyyahlar Kulübü’nün “Biz yürüdükçe dünya düzleşir” düsturunu anımsamalı.) Ancak bu haritaya niyetlenenler gösterileni yani dünyayı belirsizleştirerek “daha alçakgönüllü bir proje” için anlaşıp yaptıkları haritayı 1940 yılında Tünel metrosunun duvarlarına asarlar ki “o eski kelimeyi hatırlayan bazı kültürlü İstanbullular, duvardaki o şeye mapamundi” derler. Gösterilen kalktığı için de haritaya bakan her insan onu farklı algılar, kimisi için Mu kıtasıdır, kimisi için ise Turan… Bu bağlamda harita teması, insanın dünyayı bütünsel anlamda nasıl algıladığı temel alınarak gösteren-gösterilen ekseninde felsefi bir boyut kazanır. Deniz yani su ise üstte söylenildiği gibi yaratılış mitlerindeki asli unsur olmakla birlikte dünyanın çoğunu kaplar. Hiçbir vasıtası olmadan sadece yürüyen bir insan için sınır her zaman deniz olacaktır. Böylelikle müphemlik ve meçhullük ile de bağlantılıdır deniz:
“Bak, diyor kız. Bahr-i Hind, Bahr-i Atlas, Bahr-i Kebir, bütün o denizleri geçtik; buzlu denizler, mavi denizler, adalarla dolu denizler, canavarlarla dolu denizler, definelerle dolu denizler, fırtınalarla dolu denizler... Hepsini, hepsini geçtik. Bu, sonuncusu. Denizlerin sonuncusu. Bahr-i Meçhul.” (s.160)
Özetle, postmodernist özelliklerin yer aldığı öykülerden oluşan 'Öteki Denizin Haritası' satır aralarında felsefi açılımlar saklayan teknik yapısıyla ön plana çıkan metinlerden mürekkep bir kitap olarak karşımıza çıkmakta.