'Bana bir imkansız aşk lazım, sade olsun'
Bizi kendimizle yüzleşmekten alıkoyan hikâyeler vardır. Elbet onları sadece kaçış için izlemeyiz. Yenilik değil yinelik ister, hikâyelerin güvenli doğasına kendimizi teslim ederiz. Hem de saatlerce...
Aslı Kotaman
Melodram anlatılarının temel izleği hiç kuşkusuz imkansız aşktır. İmkansız aşk teması, adının önerdiği imkansızlıktan uzak bir deneyim sunar izleyene. Aşk imkansızdır ama aynı zamanda tam da imkansız değildir. Onu imkansız yapan koşulları pekala değiştirebiliriz. Yeşilçam’dan el alan yerli dizilerde bu izlek tekrarlanır ama her daim bir umudu da içinde barındırarak. Ortada bir çatışma vardır ama her an her şey de değişebilir hani. Bu öyle güçlü bir anlatı izleğidir ki, her tarihi sosyal arka plana uyar. 50’li 60’lı yıllarda kötü kalpli köy ağası, iyi yürekli maraba ve yoksul kız üçgenine harika olur mesela. 60’ların zengin kız fakir ama yürekli oğlan masalına cuk oturur. 70’lerin işçi sınıfı döneminde burjuva kadının ayartmaya çalıştığı yakışıklı işçi hikâyesine biçilmiş kaftandır. 80’lerin disko anlatıları artık ekonomik özgürlüğünü elde eden kadının ya yozlaşmasını ya varoluşsal bunalımını anlatır. Böyle durumlarda aile değerlerini bize anlatacak bir erkek kahramana ve bir de yine bir imkansız aşka ihtiyaç vardır. 90’larda o eski köy ağaları kente gelmiş ve biraz da yoksullaşmış olurlar. Ancak mahallenin kabadayılara ihtiyacı vardır. İzleyicinin de imkansız aşka. 2000’lerle beraber Anadolu kaplanları dönemi de başlar. Görüntüde özgür kadınlar ister ressamlığı seçsin ister Amerika’da okusun, ister gezgin olsun, Seymen’e aşık olup onun dizinin dibinde oturuverir. Çünkü ne demiştik? Ah min-el aşk! Aşk öyle uludur ki, o her şeyi affeder. Öyle büyüktür ki her yol ona çıkar. O varsa bütün dertler ötelenir, herkes kendini ona teslim eder.
Diyeceğim o ki, arka plan işin bahanesi, aşk işin şahanesidir. Melodramın çatışmaya, çatışmanın bir dayanağa ihtiyacı vardır. Dolayısıyla 'Kızılcık Şerbeti' ve 'Ömer' dizilerine bakınca, neden şimdi diye sormak yerine şunu sormalıyız. Neden bu kadar geç kalındı?
Bana kalırsa 'Kızılcık Şerbeti' ve 'Ömer' aynı kategori altında incelemesi zor olan diziler. 'Ömer' daha sofistike bir sinematografi ve anlatım yöntemiyle izleyicinin karşısına çıkıyor. Her hafta iki buçuk saati aşkın bir biçimde izlediğiniz bir anlatının, anlatım öğelerini içinde barındırması pek kolay değil. Belki bu iki tanımın ayrımı için ufak bir not eklemek faydalı olabilir. Anlatı bize anlatılan hikâyeyse, anlatım o hikâyenin anlatılma biçimidir. Bu hikâye bize görsel bir dille nasıl sunuluyor sorusunun cevabıdır. Örneğin 'Ömer' dizisinde, Gamze, Ömer’in kaşkol bağlama biçimi değiştirir. Bu değişim sadece kaşkolda değildir. Ömer o kaşkolu farklı bağlamaya başladığı an artık değişmiştir. Gamze ve Ömer’in ablası Nisa’nın kaldırımdaki karşılaşma sahnesi de sadece bir karşılaşma değildir. Onların ne kadar farklı olduklarını düşünürsek düşünelim aynı kaderi paylaşan iki kadın vardır ve bir karşılaşma anı bize aslında kaderlerinin birleştiğini gösterir.
Ömer ısıtıcıyı açar ve dünya bir süreliğine aydınlanır çünkü aşk her şeyi kendi rengine boyar. Oysa babası içeriden Ömer’e seslendiği an o kırmızı tonlarını kaybeder, gri hayatımıza geri döneriz.
'Kızılcık Şerbeti' dizisinde ise mizansen yaratımı bu denli güçlü değildir. Özellikle kalabalık sahnelerde büyük fire verilir. Büyük bir kutlama mı yoksa on kişinin katıldığı bir ilkokul kermesi mi anlayamayacağınız düğün sahneleri dizinin anlatıya daha çok önem verdiğini de gösterir. Aksi de nasıl mümkün olabilir diye sorabilirsiniz. Her hafta iki buçuk saati aşkın biçimde çekilen bir yapımın, hikâyesini aksamadan anlatabilmesi mümkün değildir. Bu sebeple insanın içini bayacak denli uzun bakışmalar, boş yere duruşlar bu dizilerde başroldedir. Kolaylıkla 40 dakikaya indirilebilecek içerikleri anlatırken bir şeyi iyi yaparlar. İmkansız aşkın çatışmasını... Ya da acaba hayatın hızına inat direnen öğeler diyebilir miyiz yerli diziler için? Hayatın yavaş çekim olarak aktığı ve askıya alındığı yegane zamanlar? Yok böylesi fazlasıyla fantezi olurdu.
Gelelim asıl konuya. 'Kızılcık Şerbeti' dizisinde iki birbirine benzemez aile dünür olur ve çatışma buradan çıkar. Her iki taraf da kendi yaşam anlayışını diğer tarafın kabul etmemesine şaşırır. Biri duvar kağıdını söker, bir diğeri yılbaşı ağacı konusunda ısrarcı olur. Biri kadına şiddet konusuna kırmızı çizgi çeker, diğer kır dizini otur düsturunu benimser. Ailelerin kızlarına davranış şekilleri farklıdır ama yine de bir masa etrafında toplanarak hediye açtıklarında bütün yüzlere gülümseme yayılır. Bütün bu görünen hikâyenin arkasında ise tek bir izlek vardır, imkansız aşk. Özellikle 'Kızılcık Şerbeti’nden bahsedecek olursak bir aşk yetmez, çok aşk olsun demek mümkün olabilir. Yıllar önce Cüneyt Arkın’ın bir röportajını dinlediğimde kahkahaları patlatmıştım. İzleyici Cüneyt Arkın’ın görme engelli olduğu filmi öylesine seviyor ki, yapımcılar bir sonraki filmde hem kadın hem erkeği görme engelli yapıyor. Ve ardından ikinci filmin başarısı ilkini de geçiyor. Bu sefer karar daha sert veriliyor, filmdeki ana dört karakter de görme engelli olsun. Örneği uzatmadan şunu söyleyeyim. 'Kızılcık Şerbeti’ndeki aşk hikâyelerini biraz bu hikâyeye benzetiyorum. Sanki dizi bir aşk yetmez düsturu ile yola çıkmış gibi. Bir, iki, üç aşk yetmez, dört, beş altı olsun. Doğa ve her ne hikmetse asla izlemeye tahammül edemediğim Fatih, Kıvılcım ile Ömer, Abdullah ile Alev, Çimen ile Metehan iki ailenin birbirine ne kadar grift bir biçimde aşık olabileceğinin örneği olabilir mi? İki dünür, dünürlerin kardeşleri, dünürlerin çocukları, dünürlerin torunları, herkes mi birbirine aşık olur diye sorabilirsiniz. Hayat bu. Bizim başımıza ne gelecek biliyor muyuz?
İmkansız aşk için çatışma gerekir. Çatışma için ise ne gerekiyorsa onu yazmamız. Türkiye’nin AK Parti ile imtihanı biraz da yasın evrelerini hatırlatıyor bana. İnkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme. Bu dizilerin ortaya çıkışı bana depresyon ile kabullenme arasında bir yerde olduğumuzu da gösteriyor. Bu çatışmayı kabullenmiş, onu anlatabilir hale gelişimiz önemli ama yeterli değil.
Toplumun siyah ve beyaz gibi keskin bir biçimde ikiye ayrıldığını okuyoruz. Hem doğru hem de yanlışlığı içinde barındıran bir önerme bu. Farklılıklar her daim vardı ancak şimdi daha da keskinleşti. Sosyal ve kültürel hayatın çatışmasına ekonomik çatışma da eklendi. Bu melodram anlatısının işine yarar. Ne kadar güçlü çatışma varsa imkansız aşk o kadar beslenebilir. Ancak o zaman aşk destanlaşır ve Sancar Efe’nin alaca kuşu uçar ve geri gelmez. Melodram, bir aşırılıklar metnidir. İyiler kazanır ve kötüler kaybeder. İyi ve kötünün kim olduğu fikri hep değişir oysa. Büyük tesadüfler yaşanır. Kader belirleyicidir. Çünkü hikâyenin sorumluluğunu ve yükünü izleyiciden almak esastır. Senden daha büyük bir güç varsa, adına kader de, inanç de, aşk de ne dersen de ama bu aynı zamanda sorumluluğu üzerinden atmaktır da. Kendinden başka ve daha büyük bir olgunun karar vermesine izin verdiğin an, artık o kararın sorumluluğundan da sana getirebileceklerinden de azade olursun. Haydi bir örnekle anlatayım. Kıvılcım ve Pembe konuşurlarken asıl zor olanın evli kalıp, evliliğin zorluklarıyla mücadele etmek mi yoksa boşanıp kendi ayakları üzerinde durmak mı olduğuna dair bir tartışma yaşarlar, işte tam da burada söylediklerime benzer bir tartışmadır bu. Allah'a mı havale edeceğiz yoksa kendimiz uğraşıp didinecek miyiz?
Melodram, kimliği belirsiz, tekinsiz ne yana çeksen o tarafa kolayca geçebilecek, biraz da kaypak bir anlatıdır. Her daim yoksunu olduğumuz aşk duygusu, bu türde kendisine hayat bulur. Bu dizilerin son kertede ahlaki bir söyleme yenik düşmesi bir yandan yine bu zıtlıklardan beslenme biçiminden kaynaklanır. Her sorun kolayca çözülebilir. Attığın bir tokat çok da iz bırakmaz hani. Zorbalık varsa bir seminer düzenleriz, herkes bilinçleniverir. Bize bir eliyle imkansızlığı veren anlatı bir eliyle de umudu uzatır. Evet zor ama neden olmasın diye fısıldar kulaklara. Daha önce oldu, yine olabilir diye konuşur o ses. Tesadüflere ve aşka güven, der sana. Hayat kolaylıkla altüst olur, her an her şey değişir, sınıflararası geçirgen ve kaygan bir düzen vardır sanki. Zenginken fakir, ahlaklıyken ahlaksız, şımarıkken terbiyeli ve vakur, zalimken merhametli, zorbayken iyilik meleği olur çıkarsınız; hayat işte, der o ses yine size. Melodram anlatılarının gerçeklikle bağlarının koptuğu en hassas nokta olan bu nokta, aynı zamanda izleyene ana kucağını açtığı noktadır çünkü her şeye rağmen, düzelecek ve geçecek mesajını vermeye devam eder size. Ya da düzelebilir ve geçebilir umudunu aşılamaya.
Sanat tarihçisi Diane Wolfthal’ın müthiş bir kitabı var. Yazar bu kitabında, batı sanatında cinsel saldırının ilk örneklerini araştırıyor ve bu anlatı biçiminin bugüne kadar gelen cinsel saldırı anlatılarında izini sürüyor. Bu kitapta kullandığı bir kavramı ödünç almak istiyorum. “Retorik davul sesi”. Farklı kavramların eş zamanlı olarak bir arada var olabildiği anlatılar için bu kavramı kullanabileceğimizi söylüyor Wolfthal. Bugün yerli dizilerde kuşkusuz farklılıklar var. Ahlak anlayışının sorgulanmaya başladığı küçük çatlaklar var. Karakterlerin değişim gösterdiği demeyelim ama karakterinin ana izlediğinin kahramanın ana izleğinden saptığı bükülmeler var. Çok yönlü inceleyebileceğimiz bir yapı bu. Davul sesi gibi ahenkli bir işleyişi de var. Ancak sıklıkla yapıldığı gibi bu dizilerin iyi ya da kötü olduğunu söylemek bizi eleştiri yaparken yine bir melodramın içine hapsedebilir. İzlemeden yorum yapmak, izleyince bile sadece tek bir çerçeveye bakarak eleştirmek doğru olmayacak sadece kolay olacaktır.
Peki, şimdi değişen ne, bu diziler neden ortaya çıktı diye sormamalıyız demiştim. 'Bu diziler neden bu çatışmayı kullanmakta geç kaldı?', bunu sormalıyız. Asıl istediğimiz toplumsal sebep bu sorunun cevabında yatıyor. Şimdi değişen şey, bu anlatıları din/seküler ayrımı eleştirel çerçevesine yerleştirmeden okuyamıyor oluşumuz. Değişen anlatılar değil, bizim onları çerçeveye koyma biçimimiz.