'Bana lükslerimi verin, ihtiyaçlarım olmadan da yaşarım...'
Sosyalistlik böyle bir şey işte. Cenneti de Mercedes’i de aynı anda isteyen dindar muhafazakâra tanınan sınırsız hoşgörü, sosyaliste bahşedilmemiştir. Sosyalistlerin özel dünyaları her zaman kamusal dünyalarının onayını almış sıradan şeylerle dekore edilmelidir. Müstesna olan herhangi bir şeyden zevk alırken görünmek onlar için yasaktır.
Dün okumuş ya da görmüşsünüzdür... TİP Genel Başkanı Erkan Baş, milletvekili arkadaşı Sera Kadıgil'le birlikte Datça'da Feryal Pere’yi ziyaret etmiş. Pere, Baş ve Kadıgil’in ziyaretine ilişkin fotoğrafı sosyal medya hesabında paylaşmış. Bu paylaşımın altına yorum yazan birçok kullanıcı “Bir sosyalist parti liderinin yazlıkta ne işi olduğunu” sormuş. “TİP milletvekilisiniz ama Datça’da 3 katlı yazlıkta kalıyorsunuz. Temsil ettiğiniz hangi işçi oralarda tatil yapabiliyor?” diye çıkışarak “Hepiniz aynısınız be!" diyen de olmuş. Bu da “Sosyalistler tatil yapar mı?” tartışması başlatmış.
Ne lüzumsuz bir tartışma!
Yapar tabii tatil, niçin yapmasın?
Pere’nin açıklamalarına göre, zaten tatil yapma filan da yok; Baş ve Kadıgil, TİP’in Datça’daki gençlik kampına giderlerken “iki saat kadar” uğramışlar, o kadar.
İki gün kalmış olsalar ne olur, ne önemi var? Ne orantısız bir suçlama bu!
Sanırsınız ki hep öyle yaşıyorlar! Eleştirenler için bunun bir gündelik yaşam sürçmesi, bir istisna olması hiç önemli değil.
Ama sosyalistlik böyle bir şey işte. Cenneti de Mercedes’i de aynı anda isteyen dindar muhafazakâra tanınan sınırsız hoşgörü, sosyaliste bahşedilmemiştir. Sosyalistlerin özel dünyaları her zaman kamusal dünyalarının onayını almış sıradan şeylerle dekore edilmelidir. Müstesna olan herhangi bir şeyden zevk alırken görünmek onlar için yasaktır.
Halbuki insana “kendi olmak” duygusunu yaşatan şey de tam olarak “müstesna olan”dır. Herkes sabah kahvaltıda peynir ekmek yer, ama bunun yanında ekmeğimize çok sevdiğimiz fıstık ezmesini de sürebiliyorsak işte o zaman kendimiz olduğumuzu hissederiz. Herkes akşam işten eve, rahat koltuğuna döner, ama o koltukta yorgunluğumuzu atarken bir bardak da iyi şarap yudumlayabiliyorsak işte o zaman kendimiz olduğumuzu hissederiz, kendimizi yaşarız.
Her kimsem, beni ben yapan bu tür müstesna şeylerdir.
Ondokuzuncu yüzyılın büyük “dandy”si (züppe’si) Oscar Wilde, “Bana lükslerimi verin, ihtiyaçlarım olmadan da yaşarım” derken bunu kastediyordu. İhtiyaç, insanın biyolojik doğası içindir, hayatının ve türünün devamlılığı için asgari zorunluluktur. Wilde’ın “lüks” dediği, benliği ve ruhu içindir, daha insani olan içindir. Lüks, hayvan doğamızın yanında insan doğamızın ihtiyacıdır.
Gerçi söylendiği gibi, tatil filan yapılmamış ama, tatil de bu anlamda, hayvan değil ama insan doğamızın bir ihtiyacıdır. Bu ihtiyaca karşı çıkmak “haz düşmanlığıdır” ki bu iyi bir şey değildir; insanın özgür aklı bu tür düşmanlığı hep tehlikeli bir şey olarak görmüştür.
Felsefeden edebiyata, mitolojiden sinemaya, insanlığın bütün büyük anlatıları, insani hazların özgürleştirici yönünden söz ettiler, onu övdüler. Haz düşmanlığı, dar kafalı ve tutucu bir toplumun baskıcı disipliniyle suç ortaklığına girmek demekti. Bu yüzden, çapkın tanrıların/tanrıçaların sefa sürdüğü mitolojilerden Binbirgece Masalları’na, Decameron Hikâyeleri’nden İlahi Komedya’ya, Yüzyıllık Yalnızlık’tan Chaplin ve Fellini filmlerine dek, bu anlatıların hepsi dünya zevklerine şevk dolu methiyeler düzdüler, bir dokunulmazlık, bir ayrıcalık tanıdılar ona.
Modern düşüncenin pek çok önemli ismine göre de (Bedensel Boşalmanın İşlevi’nin yazarı Wilhelm Reich’a, Eros ve Uygarlık’ın yazarı Marcuse’ye, Cinselliğin Tarihi ile Hapishanenin Doğuşu’nun yazarı Foucault’ya vs. göre) haz, bastırıldığında, baskılandığında, totaliter sistemleri hazırlayan, ya da hali hazırda var olanlarına da kararlılık kazandıran kritik bir yaşamsal enerjiydi. O halde dar kafalı ve tutucu toplumun ve onun baskıcı disiplininin bize vazettiğine kulak asmamalı, hayatı çalışma ve fedakârlıktan ziyade hazzın mekânı yapmalıydı.
(Bir parantez açalım... Söylemeye gerek var mı bilmiyorum, ama ortama şöyle bir bakınca, gerçekte olanla ona verilen tepkiyi görünce, gerek de var gibi görünüyor. Burada kastedilen orta yerde görgüsüzce yaşanan hazlar değil elbette. Büyük bir zevkle teşhir edilen, şatafatlı gündelik hazlar, o müthiş konformizmiyle sadece imtiyazlılara toplumsal statüdeki yerlerini, kalabalıklara da hadlerini bildiren kültürel mekanizmanın taşıyıcıları olabilirler. Bu nitelikleriyle de toplumsal denetim biçimlerinin, bırakın karşısında olmayı, dışında bile değillerdir. Bunlar olsa olsa “kötü dünyanın şölensel tamamlanışı” olabilirler. Şimdi devam edelim...)
Wilde, Reich, Marcuse, Foucault... bunlar (kesinlikle öyle değiller ama) “sosyalist mücadele”ye uzak isimler olarak görülebilir. Ama herhalde hiç kimse Karl Marx’ın işçilere yakınlığından şüphe duymayacaktır. Enternasyonal’in hazırlıkları için gittiği -hatırladığım kadarıyla- Leipzig’den yoldaşı Engels’e yazdığı mektupta Marx, işçi örgütlenmelerine ilişkin gereken her şeyi yaptığını, burada herhangi bir işinin kalmadığını ama yine de bir süre daha kalacağını yazar; “Zira” der, “buranın kızlarının bacakları hayli uzun, biraları da epeyce soğuk”.
Bir sosyalist politikacının çelişkisi, günün yirmi dört saatini “sosyalist politikacı” olarak yaşamasının imkânsızlığında yatıyor. Bir sosyalist, kendi sosyalist kimliğinin her an lekelenebilecek naif imgesini bu “yanlış dünya” içinde elinden geldiğince “doğru bir yaşam” sürmeye özen göstermek suretiyle korumak durumunda. Bunu başarmaya çalışırken şerefi hep şüphe altındadır. Toplumsal hayata yönelttiği eleştiriler vardır ama içinde tatmin edilmeyi bekleyen hazlar da taşımaktadır. Gerçi normal insana benzer bir varoluş sergilemenin utanıp sıkılacak bir tarafı yoktur ama yine de çelişik gibi görünen bu durum karşısında galiba sorumlu tek davranış biçimi Adorno’nun şu söylediği olabilir: “Özel yaşamımızı en alçakgönüllü, en iddiasız ve en gürültüsüz biçimde sürdürmek”; ama asgari nezaketin bir gereği olarak değil, “bu cehennemde hâlâ soluyabilecek havayı bulabiliyor olmanın soylu utancından ötürü.”
Hayatın “hoş” ve “keyifli” şeyleriyle mide bulandırıcı gerçekliği yan yana duruyor. Bu koşullarda, lükslerimizi ve hazlarımızı “kötü dünyanın şölensel tamamlanışı” olmaktan kurtarmanın yolu, içimizde o “soylu utancı” taşıyabilmekten geçiyor.
Kötü dünyayı biz yaratmadık, sadece içinde yaşıyoruz.
Güzel olan her şey bizim hakkımızdır.