Barış İnce: Gerçeğin farklı yönlerini keşfetmek istiyorum
Barış İnce ile yeni romanı 'Köksüzler'i konuştuk. İnce, "Edebiyatın 'harika işler' yapıp başarıya ulaşmış insanları anlatan bir sanat olduğunu düşünmüyorum" dedi.
Namık Alkan
DUVAR - Barış İnce'nin dördüncü kitabı 'Köksüzler', İnkılap Yayınları tarafından yayımlandı. 'Köksüzler', İzmir’in gecekondu mahallelerinde kendilerine verilmemiş bir şansın peşinde kürek sallayan definecilerin hikâyesini anlatıyor.
Daha önce 'Çelişki', 'Sarsıntı' ve 'Kıyıdaki Çocuklar 'adlı romanları yayımlanan İnce, 'Sarsıntı' romanı ile Melih Cevdet Anday Roman Ödülü'nü kazandı. İzmir’deki midyecileri anlatan "Kabuğu Kırmak" adlı bir belgesel filmi de yazıp yöneten İnce ile yeni romanı 'Köksüzler' üzerine konuştuk.
Dört yıl aradan sonra 'Köksüzler' romanı ile okurun karşısındasınız. Yeni kitabınızı ve hazırlık sürecini anlatabilir misiniz?
Romanı yazma süresi kısaydı ama biriktirme aşaması çok uzun sürdü. Kurduğum mekana ve orada yaşayan insanlara dair gözlemlerim ve okuduklarım epey zamanımı aldı. Tüm bu geniş çerçeve içinde hikâyeyi daraltıp “bu” dediğim an ise ancak yazarken olabildi. Yani masaya oturmadan önce, notlar aldığım süreçte tek bildiğim şey, mekan, hafıza ve sınıf hikâyesi olacağıydı. Kentin olağanüstü değişimini anlatmak vardı kafamda. Bu da İzmir’e 18 yıl sonra döndüğümde pek çok şeyi hatırlayamama duygusuyla başladı. Elbette öncesinde de mekan-insan ilişkisi düşündüğüm bir konuydu. Emek Sineması, Gezi Parkı gibi meselelerde yazmış, konuşmuş bir kişiydim. İzmir’in dönüşümü ise tahminimden daha hızlı olmuştu. Yine de İzmir kendini korumaya çalışıyor ve bir çeşit megakent olmamak için direniyor. Bu düşünceler çerçevesinde kentleşme, kent sosyolojisi kitapları ve İzmir tarihine dair kitaplar okudum. 2010’da Yıldız’da Siyaset Bilimi’nde yüksek lisans yapmıştım, o dönemi çalışmalar da bu çabaya katkı sundu. Bu araştırmaları yaparken okuduğum bir kitapla birlikte Kadifekale, Eşrefpaşa, Kemeraltı eksenli 'Kabuğu Kırmak' adında bir belgesel de çektim. Hepsi aslında bu roman için yapılmış çalışmalardır.
'Çelişki' ve 'Sarsıntı’dan sonra bu kitapta kullandığınız farklı bir teknik var mı? Örneğin kitapta zengin İzmir tarihinden anekdotlara yer verilirken, bölüm sonlarında da hikâyeye paralel kentin güncel hayatından dem vuruluyor. Bu roman anlayışınızda bir yenilik mi?
Teknik olarak önceki iki romanımdan farklı olarak birinci tekil anlatıcı yerine tanrısal anlatıcı ve bilinç akışı kullandım. Daha önce bir çocuk romanım çıkmıştı onda da denemesini yapmıştım. Bunun nedeni iki ana karakter (Nihan ve Sinan) ve güçlü iki yan karakter (Hakan ve Vedat) ile kurulmuş dörtlü bir dilin gereksinimiydi. Tek bir anlatıcının gözünden yazılabilecek bir roman değildi. Bahsettiğiniz tarihi anekdotlar ve bölüm sonlarındaki enstantaneler ise romanın içine giren bir çeşit montaj tekniği. Bunu Sarsıntı’da günlük biçiminde kullanmıştım. Romanı yazarken tutturduğum bir ritim oluyor, o ritmi bulduğumda karakterlerimi de tanıyorsam yazmak keyifli oluyor. Giriş anekdotları ve bölüm sonları bu ritmi verdi bana.
'RESTORAN AÇMAKTAN ÖTEYE BİR HAYAL KURAMIYORLAR'
Mardinli Kuşçu ailesinin gençleri kentin yerlilerinden farklı olarak (daha önce yerleşenler) geleceklerini kurtarmak için define kazdıkça kök salacaklarına inanıyor. Oysa bilindiği gibi onlar 1960’lı yılların başında körfezden midye kazıdıkça İzmir’e kök saldılar. Buna rağmen halen Mardinlilerin ve onlar gibi göçmenlerin İzmir’de bir kök, yanı sıra tutunamama sorunu var mı?
Evet, bu tutunmanın hikâyesini 'Kabuğu Kırmak' belgeselinde anlattım. Midyecilik sayesinde evini yapan, dükkanını açan, belini doğrultan bir kesim var. Onların mutlu çocukları da var. Ancak bir de işin karanlık yüzü var. Ülkenin genel eşitsizlik tablosunda midye dolma satan ya da yapan yüzbinlerce insanın hepsinin iyi şartlarda yaşadığı düşünülemez. Belgesel için gittiğim ailelerin pek çoğunun en büyük korkusu çocuklarının uyuşturucuya bulaşmasıydı. Ekonomik olarak da durum iyi değil. Midye satarak geçinen çocukların pek çoğu okuyamamışlar. Restoran açmaktan öteye bir hayal kuramıyorlar. Ülkenin tümüne yayılan, “artık çalışarak ne ev ne araba alınır” fikri gençleri kolay yoldan para kazanmaya ya da ülkeden kaçmaya itiyor. Bu da yeni bir kök sorunu açığa çıkaracaktır.
Romanın bir bölümünde adı geçen Mardinli Kuşçu ailesinin gençleri belki define bulamadılar ama Konak’ın Damlacık Mahallesi’ndeki define kazısında bir Yahudi eczacı kalfasının evini buldular. Bu da gösteriyor ki İzmir’de yaşayan Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, Levantenler ve Türkler, bu topraklara kök salmış. İzmir böylesi tarihi zengin bir geçmişe/köke sahip. Neler söylemek istersiniz?
İzmir’de şüphesiz bir arada yaşam kültürü vardır. Bu şehir hoşgörülüdür esasında nedeni de liman kenti olmasındandır. Yabancılarla tanışma ticaretin de verdiği rahatlıkla çok daha kolay olmuştur. İzmir coğrafi güzelliğiyle de sıkça Akdeniz’in incisi olarak ilgi çekmiştir. Levanten dediğimiz Akdenizli tüccarlardan tutun Yahudi topluluklara pek çok kesim bu kenti tercih etmiştir. O dönemlerde en yoksul ve ağır işçi kesimin Müslümanlar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yine de şu an üzerinde oturduğumuz tarih binlerce yıllık bir tarihtir ki hepsine tümüne sahip çıkmak gerekir.
'NE YAŞIYORSAK, ROMANA O SIZIYOR'
Türkiye kritik bir dönemeçte ve tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşıyor. Genç Cumhuriyetin kazanımları ile beraber her alanda sosyal ve siyasal bir tahribat yaşanıyor. Bu durumun edebiyat dünyasına yansımasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İnsanı ve insan doğasını anlamaya çalışıyoruz. Toplumun küçük bir kesimi dışında büyük bir bölümü yoksulluk, yaşam kaygısı, her an kaybetme korkusu veya zaten kaybetmiş şekilde yaşıyorsa evrensel karakterler kuşkusuz buralardan çıkıyor. Ben edebiyatın “harika işler” yapıp başarıya ulaşmış insanları anlatan bir sanat olduğunu düşünmüyorum. Kişisel gelişim kitabı yazmıyoruz. O yüzden bahsettiğiniz tahribat yazarı da etkiliyor. Ona uygun karakterler görüyorsunuz ve romana onlar giriyor. Stendhal’ın yol boyunca gezdirilen ayna metaforunu esas alırsak kırık bir aynadan söz etmek daha doğru olur. Gerçeği birebir yansıtmak yerine gerçeğin farklı yönlerini ve açılarını keşfetmek. Benim kuşağım ve bir üst kuşak bu anlamda toplumcu yönü kuvvetli işler açığa çıkarıyorlar. Kent, bellek, yoksulluk, emek konuları giderek daha fazla edebiyatta yer buluyor. “Bizi anlatmıyorlar” gibi eleştirileri haksız buluyorum. 'Sarsıntı' romanımda orta sınıf diyebileceğimiz hayatları anlatırken tarikat içi istismar olayı da vardı. Yani ne yaşıyorsak, romana o sızıyor.
Geçtiğimiz günlerde İzmir’deki yazı atölyenizi fiziki olarak kapattığınızı duyurdunuz. Bundan sonra neler yapmayı planlıyorsunuz?
Alsancak’ta küçük bir dairede edebiyat üzerine sohbet ediyorduk, yazı çalışmaları yapıyorduk. 10 kişilik bir salonumuz vardı; Şükrü Erbaş, Haydar Ergülen, Onur Orhan, Latife Tekin, Mine Söğüt gibi pek çok isim orada edebiyatseverlerle buluştu. 2019 Ekim ayında açtık orayı ve atölyelerde katılımcılardan belli bir ücret alarak döndürüyorduk. 2020’de Mart ayında salgın başladı.
Sonrasında da online atölyeler açılmaya başladı. Biz yine de yüz yüze çalışmaları sürdürme inadındaydık ama bu kez de “faiz sebep enflasyon sonuç” dehası 2021’in Aralık ayında ortaya çıktı.
Dolar fırladıkça her şeyin fiyatı uçtu kira, elektrik, su, doğalgaz ödenemez hale geldi. İşin ilginç yanı atölyenin kapanması açılmasından daha çok ilgi çekti. “Kapandık” duyurusu “açıldık” duyurusundan daha fazla etkileşime girdi. Bu da “biz”e dair bir anekdot olsun. Ben elbette ki yazmaya, anlatmaya devam edeceğim. Öykü, roman, senaryo türlerinde ürünler vermeyi seviyorum. Dinlemek isteyen olursa anlatmaya da devam edeceğim. Memleket meselelerine dair de yazmayı, konuşmayı sürdüreceğim. Sevdiğim işi yaparak yani yazarak hayatta kalmak isterim. Öyle yaşayıp gitmek isterim.