Barış mı, güvenlikçi politika mı?

Türkiye’de her gerçek barış arayışı, çatışma ve çelişkilerle mayalanır. Barış, eğer bir gün gelecekse, işte böyle çetin bir yolda gelecektir.

Fotoğraf: Pixabay
Google Haberlere Abone ol

Türkiye’nin kronikleşmiş meselelerinden biri olan Kürt sorununda yeni bir dönemin eşiğindeyiz, ya da öyle zannedenlerdeniz. Her defasında hem umutlarımızı hem de endişelerimizi diri tutan, her adımda “Acaba bu defa mı?” dedirten bir barış ve güvenlik kısır döngüsünün içindeyiz. Ekim ayı boyunca yaşanan gelişmeler de bu döngünün karikatür gibi bir yansıması. Devlet Bahçeli’nin el uzatması, tokalaşması ve "barış" kelimesini ağzına alması, bir hafta bile sürmeden çelişkiler denizine yelken açtı.

BAHÇELİ'NİN TOKALAŞMASI VE BİR UMUT IŞIĞI

1 Ekim’de Meclis açılışında Türkiye garip bir manzaraya tanık oldu: Sert dili, milliyetçi söylemleri ve son 10 yılın karar mercii olarak bilinen Devlet Bahçeli, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın yanına giderek elini sıktı. O an herkesin gözleri “Bu bir işaret mi?” sorusuna kilitlendi. Bahçeli’nin, “Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamamız lazım” sözüne toplumda bir anlam yüklemeye koyulduk. Nitekim Johan Galtung, “barışın olumlu bir güç olarak yalnızca çatışmanın sona ermesi değil, aynı zamanda sosyal adaletin sağlanması” anlamına geldiğini ifade eder. Ancak, bu tür jestlerin toplumsal barış adına gerçek bir adım olarak algılanması için yeterli olmadığını belirtmekte fayda var; ne de olsa Türkiye’de barış, çoğu zaman bir kalp atışı kadar yakın, fakat bir ömür kadar uzak.

BARIŞIN GÖLGESİNDEKİ TEHLİKELİ DENGELER

Tam “Bahçeli başka şeyler mi söylüyor?” diye umutlanmıştık ki, 22 Ekim’de yeni bir bomba patladı. Bahçeli, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın örgütü lağvetmesi koşuluyla “umut hakkına başvurabileceği” gibi bir söz etti. Bu cümle, toplumun barışa dair özlemlerini bir kez daha diriltse de anında karışık bir anlam yüklendi. Devletin yüksek sesle bu meseleye dâhil oluşu elbette şaşırtıcıydı. Bu durum, pek çok kesimde “Devlet cidden mi çözüm arıyor?” sorusunu akıllara getirdi. Ancak Michel Foucault, “devlet iktidar ilişkilerini sürdürmek için çoğu zaman barışı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırabilir,” sözü de aklımızdan çıkmıyor. Türkiye’nin tarihsel süreçleri incelendiğinde, devletin bu tür yaklaşımlarının bir strateji olarak da kullanılabileceği göz ardı edilmemelidir.

Üstelik bu açıklamanın hemen ardından gelen gelişmeler de bu defa sürecin pek de stabil gitmeyeceğinin işaretini veriyordu. Aynı gün, Ömer Öcalan İmralı’da Abdullah Öcalan ile bir görüşme yaptı ve dönüşte Abdullah Öcalan’ın “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim.” mesajını aktardı. Antonio Gramsci’nin devlet ve sivil toplum arasındaki ilişkiyi açıkladığı hegemonya kavramı burada önem kazanıyor; zira Türkiye gibi çok katmanlı toplumsal yapılar barış söylemini halk arasında hegemonya kurmak için kullanırken barışı nihai bir inşa süreci olarak değil, iktidarın devamını sağlama aracı olarak görebilir. Bu bağlamda, Gramsci'nin “rıza ve baskı dengesi” üzerine teorisi, devletin milliyetçi refleksleri ile çözüm sürecini dengede tutma çabasına ışık tutar.

HUZUR MU, GÜVENLİK Mİ? İKİYÜZLÜ BİR TEZAHÜR

Ancak bu görüşmelerin arkasında, her zamanki gibi Türkiye'nin hassas dengeleri devreye giriyordu. Ülkenin kalbi Ankara'da, TUSAŞ’a düzenlenen saldırı ve PKK’nın saldırıyı üstlenip bunun süreçle bir ilgisi olmadığını açıklaması, toplumda yeni bir dalgalanmaya yol açtı. Barış süreci tartışmalarıyla aynı gün yaşanan bu olayın bir provokasyon olup olmadığı sorgulanmaya başlandı. Provokasyon muydu, değil miydi; sürece bir etkisi var mıydı derken toplum bir kez daha belirsizliğin içine itildi. Aynı gün devletin Rojava'ya düzenlediği hava saldırısı ise kafa karışıklığını iyice artırdı.

Bu olaylar, Edward Said'in “öteki” kavramını anımsatır nitelikte. Said’e göre devletler, çatışma anlarında “öteki” yaratarak kendi iç iktidarlarını meşrulaştırır ve toplumun dikkatini asıl meselelerden uzaklaştırır. Bu bağlamda, barış sürecinde ortaya çıkması muhtemel tüm aksaklıklar, “terör” veya “provokasyon” temalı bir söylemle perdelenmekte. Bu durumda olan bitenler tam anlamıyla bir ironi taşırken, Devlet Bahçeli bir kez daha karşımıza çıktı ve “Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir; Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir” gibi barış kokan bir cümle sarf etti. Hannah Arendt, iktidarın gerçek anlamda kalıcı olabilmesi için barış dilini kullanmanın önemine değinir ve bu dili, kitleleri bir arada tutmanın bir yöntemi olarak tanımlar. Ancak bu söylemler her ne kadar olumlu gibi gözükse de, esas hedefin toplumsal bir birliktelikten ziyade kısa vadeli siyasi kazançlar olması mümkündür. Bu cümle, çok sayıda kişinin zihninde “Devlet çözümde ciddidir” yorumlarına yol açarken hemen ardından 28 Ekim’de Bahçeli’nin “Türkiye Cumhuriyeti'nin bir Kürt sorunu yoktur” açıklaması geliverdi. İşte orada umut, yeniden bir darbe aldı.

SORUNSUZ TOPLUM ALGISI VE 'TEKLİFLER'

Son gelişmelerin arasında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bu Cumhuriyet Türk'ün de Kürt'ün de Cumhuriyetidir,” yine grup toplantısında “Sevgili Kürt kardeşim, imanına, İslamına, ezanına, vatanına, toprağına, kardeşlik hukukuna sahip çıkmanı istiyoruz. 'Gel Türkiye Yüzyılı'nı birlikte inşa edelim' diyoruz. 'Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında al bayrağımızın gölgesinde aydınlık, müreffeh, kardeşçe bir istikbali birlikte kuralım' diyoruz. Bundan 101 sene önce Cumhuriyet'i birlikte kurduk, bu Cumhuriyet benim olduğu kadar senin de Cumhuriyetin. 'Gel Cumhuriyet'i birlikte hepimiz için bir esenlik yurdu yapalım' diyoruz. 'Gel yumruklarını sıkanları aradan çıkartalım' diyoruz.” ifadesi ve önceden de Özgür Özel’in “Ben de el yükseltiyorum, Kürtlere Türkiye Cumhuriyeti devletinin sahibi olmayı teklif ediyorum” söylemi, bir başka gerçeğe kapı aralıyor: Devletin toplumsal barışa dair algısında sorun ancak dile getirildiğinde var; dile getirilmediğinde ise sorun yoktur. Bu, “sorunun yoksa bu topraklar senindir, dillendirirsen bizzat sen sorun olursun!” gibi bir söylemi barındırmaz mı? Bu önerme, toplumun sorunları ve gerçekleriyle örtüşüyor mu?

Johan Galtung’a göre, toplumdaki eşitsizlikler barışın yüzeyde mi yoksa derinlikte mi kurulduğunu belirleyen unsurlardır ve barış, sorunların gerçek anlamda çözümü olmaksızın sağlanamaz. Türkiye özelinde de Kürtlerin siyasi, sosyal ve kültürel haklarının dile getirilmeyen bir sorun olarak kalması, güvenlikçi refleksle şekillenen bu yapı bu söylemlerin altında yatan çelişkiyi güçlendirmektedir. Kürt meselesini çözmek yerine onu kendi varlık sebebi hâline getirmiştir. “Birlik ve kardeşlik” söylemi, barış kılığına girmiş geçici bir sessizlik değilse nedir?

SÜRECİN GERÇEK MİMARİSİ: MASANIN BİRKAÇ KERE DAHA DEVRİLECEĞİ KESİN

Türkiye, baharın geleceği sanılan bir kış gibi. Bir yandan devletin barış diline yakın söylemleri, diğer yandan güvenlikçi hamleleri, toplumun huzur ve güvenlik ekseninde sürekli yalpalamasına yol açıyor. Barış dedikleri şey, aslında milliyetçi hassasiyetleri kontrol altında tutmanın bir aracı mı? Yoksa gerçekten çözüm masasına bir şans mı tanınıyor? Türkiye’nin güvenlik kaygılarını tatmin ederken barış masasına oturmak gibi çelişkili bir yolu tercih ettiği aşikâr.

Her seferinde kurulması ihtimali doğan ama bir türlü gerçekleşmeyen o masanın, bu süreçte de pek çok kez devrileceği açık. Belki de barış dedikleri şey, Türk siyasetinde ayakta kalmanın en iyi formülü olarak yeniden servis ediliyor. Ancak Herbert Marcuse’un belirttiği gibi, gerçek barış, yüzeysel bir düzen değil, bireylerin siyasi ve toplumsal haklarına dair bir özgürleşme gerektirir. Eğer barış zordur, uğrunda pek çok engel aşılsa bile bir erdemdir diyorsak, bu masaya inanmak, bir gün çözüme ulaşacağına dair umut taşımak gerekmekte. Ne de olsa Türkiye’de her gerçek barış arayışı, çatışma ve çelişkilerle mayalanır. Barış, eğer bir gün gelecekse, işte böyle çetin bir yolda gelecektir.

SON SÖZ

Türkiye’nin siyasi sahnesinde barış ve güvenlikçilik arasında gidip gelen bu ikilem, elbette kolay aşılacak bir yol değil. Fakat sormadan edemiyoruz: Bu ikili arasında savrulmaya devam ederken, barış gerçekten mümkün olabilir mi? Yoksa bu, yalnızca bir siyasi manevra mı? Belki de Türkiye, barış arzusunu bir umut olarak taşıyarak, kendi karmaşık doğasını en iyi hicivle açıklayabilecek bir toplumdur.