Barış uzak bir ihtimal
Kürt meselesi Türkiye’nin kara deliğidir, demokrasisizliğin, uzayıp giden şiddetin ve sefaletin de ana nedenidir. Gücü elinde tutanların, toplumun tepesinde sallandırdıkları Demoklesin Kılıcıdır.
Yönettikleri toplumda kanunsuzluğu bir kural haline getiren liderlerin dilinde bütün kelimeler kendi zıddını işaret eder. Lider, “İktidarımızda halkımızın refah seviyesi yedi kat arttı!” der mesela. Oysa sefalet yedi kat artmıştır. “Ben özgürlüğünüzün teminatıyım” dediğinde, bilin ki kıyıda köşede kalmış özgürlüklerinize kast etmeye hazırlanıyordur. Kendi iktidarı son bulduğunda, kurtuluşu kucaklayacak olan topluma, “Ben gidersem devlet çöker, siz de altında kalırsınız” der. Oysa böyle bir durumda bir avuç açgözlü ve bencil destekçi dışında, herkes derin bir nefes alır. Bu tip liderlerin lügatinde hukukun karşılığı su katılmamış bir keyfilik rejimidir. “Zenginlikten” anladığı, kendisini ve iktidarını kayıtsız şartsız destekleyenlerin ceplerinin doldurulması, büyük çoğunluğun ise yoksullaşmasıdır. “Memleketin huzuru” der, oysa iktidarını kaosa borçludur. “Yumuşama” sözcüğünü gerginlik ve düşmanlaştırma siyasetiyle taçlandırır. Onun öngördüğü “Milli birlik ve bütünlük”, toplumu neredeyse atomlarına kadar parçalamakla sonuçlanır. Onun diline konacak bir barış sözcüğü herkesi tedirgin etmeye yeter. Çünkü bunun anlamı ya mevcut bir savaşın şiddetlenerek devam etmesi ya da yeni bir savaşa hazırlık demektir.
Ama yıllarca savaşlarla, şiddetle, sefaletle ve bunların sonucunda oluşan derin acılarla yorgun düşmüş, çaresiz kalmış toplum, kendini barışın sahtesine bile kucak açmaya mecbur hisseder. Aslında kendisini yönetenlere ve en başta da iktidarın başındaki lidere güvenmek için hiçbir nedeni yoktur. Ama içine bin bir tuzak yerleştirilip, bir mayın haline getirilen, sonra da boşluğa salınan ‘barış’ sözcüğünü de bir kurtarıcı gibi görür. Baskıcı lidere ve iktidara karşı topluma öncülük ettiğini söyleyenler de bu ikili ruh halinden kendilerini kolayca kurtaramazlar. Koyu çaresizlik ve uzun sürmüş bir bıkkınlık, bir parça avuntu karşılığında, onları da bu sahte barış deryasına fırlatır. Kurumların normal işlemediği, hukukun ve yasaların asma yaprağı olarak kullanıldığı, her şeye tek bir kişinin karar verdiği, yasalarla güvence altına alınması gereken yurttaşlığın yerine, herkesin tebaa muamelesi görmeye başladığı, etrafına neredeyse kutsal bir hale çekilen lideri eleştirmenin hakaret kabul edilip, eleştirenlerin susturulduğu bir düzende, gerçek anlamda barış isteyecek son kişi, bütün bunlara sebep olan lider ve onun etrafına çöreklenenler olur. Çünkü bir barış ortamında onlar olmayacaktır. Barış gerçekleştiğinde her şey normale döner. Oysa onları iktidarda tutan ise bu olağanüstü koşullardır. Ölünceye kadar koltuğunda oturmayı kafasına koymuş bir liderle olsa olsa, giderek koyulaşmaya başlayan karanlık dönemler zincirine yeni halkalar ekleme anlaşması imzalanabilir ancak.
Çetin Altan Doğu-Batı kıyaslaması yaparken şöyle bir cümle kurar: “Batı’da düello yapılır, Doğu’da pusu kurulur.” Hiç şüphe yok ki, Batı da pusu kültüründen, hileden, arkadan hançerleme yöntemlerinden azade değildir. Ama Doğu’da bu yöntemler, devletlerden tek tek bireylere doğru zincirleme uzanır. Doğu’da siyasetin kendisi bir pusu kurma, rakiplerin birbirlerinin yoluna tuzaklar döşeme silsilesi olarak vücut bulur. Kişiler, tartıştığı kişiyi daha sonra akrabalarıyla, mahallesindeki arkadaşlarıyla ıssızlıkta bastırır. ‘Mertçe’ ve sadece yumruklarla yapılmış bir kavgayı mumla arasanız bulamazsınız. Sevgililer, kocalar, ayrıldıkları kadınları pusu kurarak katlederler. Mafya grupları, kan davalı aşiretler, ‘barışma yemeğinde’ ansızın silahlarını çekerler. Çünkü ‘kalleşlik’ herkesin zihninde bir sanat eseri gibi işlenmiştir. Kişilerin, grupların ruh hali, davranış tarzı, yukarıda olup bitenlere göre şekillenir. İmam o.rduğunda cemaat s.çar! Dil, toplumda da ters yüz olmuş halde şakır. Kişiler “senin için ölürüm” dedikleri insanı öldürürler. İçlerindeki nefreti sevgi sözcüğüyle sarıp sarmalarlar. Kurnazlıklarına akıllılık elbisesi giydirmeyi işten bile saymazlar. Merhametlerinin içinden her zaman bir zalimlik fışkırır.
‘Barış’ kelimesini diline dolayanların samimiyeti, başında bulundukları düzenin karakterine bakılarak anlaşılabilir ancak. Bir otokratik düzen heveslisi neden barış istesin? Demokratik bir düzen ve onun kurumları zayıfsa veya yoksa barışa gidecek bütün yollar kapalı demektir. Bunun tersi de mümkündür. Barış çabaları da demokrasinin önündeki engelleri temizler. Ama sözü edilen gerçek bir barış ve ona duyulan samimi inançtır. Oysa tarihten de biliyoruz ki, zorbalığı bir yönetim biçimi haline getiren liderler, toplumdaki barış ihtiyaçlarını ve taleplerini de kendi iktidarları için ya bir sıçrama tahtası olarak kullanırlar ya da düzenin tıkanmış nefes borularını açmak için. Her şeye tek kişinin karar verdiği otokratik bir düzende, ihtiyaç duyulan tek şey mevcut iktidarın sorunsuz bir biçimde yoluna devam etmesidir. Ayyuka çıkan suçlar yüzünden bu lider tipi istese de koltuğundan kalkıp gitmeyi göze alamaz. Koltuğa mahkûmdur çünkü.
Daha önce kısmen de olsa var olan demokratik kurum ve gelenekleri ortadan kaldırmakla, toplumu demokrasiden yoksun bırakan bir lider ve onun çevresindeki geniş ve çekirdek kadro, normal koşullar oluştuğunda sadece iktidardan düşmekle kalmayacaklarını, aynı zamanda yargılanacaklarını da düşündükleri için, liderin koltukla olan bağlarını bir ölüm kalım meselesi olarak görürler. Bu durumda asıl dertleri barış değil, kutuplara bölünmüş ve diken üstünde yaşayan bir toplum modeli olur. Bir iktidar ne kadar uzun sürerse, o kadar da yozlaşır. Yirmi yıl, otuz yıl iktidar olup, temiz kalmak imkânsızdır zaten. Barış, baskıcı bir düzen devam ettiğinde değil, bittiğinde gerçekleşir. Dünyada bunun sayısız örneği var.
Son aylarda tekrar çok yoğun biçimde tartışılan Kürt sorunu da bu çemberin içinde bir yerde duruyor dersek yeridir.
Bu yüzden Kürt sorununda barış şimdilik bir hayal gibi görünüyor. Çünkü devlet gücünü elinde tutanlar sorunu sorun olarak görmüyorlar ki, çözümüne de razı olsunlar. Yeni ‘çözüm’ tartışmalarını başlatan Bahçeli, kısa bir süre önce ‘Bizce Kürt sorunu yoktur’ dedi. Kürt sorunu Türkiye’de her zaman bir fobi olarak görüldü. Korkularıyla yüzleşme cesareti olmayanlar, başlarında dolaşan şeyin de bir heyula olduğunu söylemekte ısrar ettiler. Sorun yok ama çözüm var! Adına “Yeni çözüm süreci” dedikleri bu girişim, siyasal açıdan bir hayli safdil, kırk katır mı kırk satır mı ikileminin üzerinde etkili olacağını düşündükleri bir siyaset çevresi hedef alınarak hazırlanmış bir menüye benziyor. Bu tarife harfiyen uyan bir çevrenin olup olmadığı ise ayrı bir konu. ‘Ya bu berbat menüye başlamak üzere eline çatal kaşık alır masaya oturursun ya da biz seni herkesin gözü önünde bir kez daha adamakıllı bir güzel ıslatırız!’ Ki, son iki yüzyılda bu yöntem defalarca uygulanmıştır. İşin asıl dramatik yanı ise, Kürt siyaseti içindeki karar vericilerin de bu absürt denklemi anlamakta çektikleri zorluktur. Ya da daha iyimser bir yorumla şu söylenebilir: Barışa susamışlık, barış adına söylenmiş güzel sözleri bir serap gibi karşılayıp, göğsüne bastırmak… Bunun gerçek bir çözüm olmadığını bile bile üstelik…
Türkiye’de 2015’lerdeki barışa kavuşma hayalleri trajedilerle sonuçlanmıştı. Kürt meselesinin çözüme kavuştuğu, özgürlük alanlarının genişlediği demokratik bir düzene gözünü açmayı hayal edenler, kendilerini bir anda otokratik düzenin adım adım inşa edildiği bir rejimin eşiğinde bulmuştu. İki yüzyıllık bir sorunu kariyerist ve oy avcısı liderlerin insafına terk etmenin, sonra da bunun etrafında barış hayalleri kurmanın, tasarlanan kötülük ateşine odun taşımanın dışında bir anlam ifade etmediği kısa sürede anlaşıldı ama bunu bir kez daha tekrarlamanın önünde de bir engelin olmadığı belirmiş durumda sanki. Barış ihtiyacının yeniden canına okumayı barış sanmak, trajediyi tekrarlamayacaksa, bir komedi olur ancak. İktidar sahiplerinin her davetine elinde bir avuç tuzla koşma talihsizliği, gerçek ve adilane barış umutları ve hayalleriyle bağdaşmıyor. Barış, akıl, dürüstlük ve samimiyetle mümkün olabilir. Hile ve tuzaklar ise savaşa özgüdür.
Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev adlı kitapta şöyle bir masal anlatılır: “…hasta numarası yapan aslana tilkinin söylediği şu sözleri söyleyecek cüretli ve yürekli tek bir kişi bile çıkmaz: ‘Mağaranda seni ziyarete gelmeyi gönülden isterim. Fakat sana doğru gelen bir sürü hayvan izi görmeme karşın, senden uzaklaşan tek bir iz bile göremiyorum.”
Kürt meselesi Türkiye’nin kara deliğidir. Bugünkü demokrasisizliğin, uzayıp giden şiddetin ve sefaletin de ana bahanesi ve nedenidir. Milliyetçilik oradan besleniyor. Hukuku ve adaleti hiçe sayan uygulamalar kendine orada zemin buluyor. Kısacası Kürt meselesi, gücü elinde tutanların, bütün toplumun tepesinde sallandırdıkları bir Demokles’in Kılıcıdır. Herkes bununla terbiye ediliyor, her kesim bununla hizaya sokuluyor. Bu statükonun var ettiği bir iktidar neden gerçek bir barış istesin ki…
Zaten barış, kurnazların, koltuk düşkünlerinin, zorbaların ve kendi saplantılı ideolojilerini dünyanın merkezine koyanların eseri olamaz. Vicdanı arkasına almayan bir akıl sadece savaş, şiddet, sıradanlaşmış bir kötülük ve budalalık üretir. Belki tam da burada Pisagor’un şu sözünü hatırlamak gerekir: “Cinayet ve acı tohumları eken, sevinç ve sevgi biçemez.”