Barış Yıldırım: Diyarbakır ancak aşk ve bahar şarkılarında susar

İlk kısa albümü “Bahar Gelmiş Olmalı”, geçtiğimiz günlerde yayınlanan Barış Yıldırım'la albümünü konuştuk. Yıldırım, "Bu toprakların devrimci müziğiyle yetiştim" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Barış Yıldırım’ın “Bahar Gelmiş Olmalı” isimli ilk kısa albümü dinleyicileriyle buluştu. Toplam 4 parçadan oluşan albümde, tüm besteler ve 3 şarkının sözleri müzisyene ait. Kapak tasarımını Ozan Yıldırım’ın yaptığı, kapak görselini müzisyenin çizdiği albüme tüm dijital kanallardan ulaşılabiliyor.

Şubattan mayısa doğru giden aylar düşünülerek tasarlanan albümde; 19 Şubat 1972’de öldürülen devrimci Ulaş Bardakçı’ya adanmış “Ulaş: Erkenci Badem Gülü”, Diyarbakır surlarına yağan bahar yağmurlarını anlatan “Birdenbire”, adını Nisan sonu Mayıs başı açan erguvan çiçeklerinden alan “Erguvanlar Açmadan” ve fırtınalı da geçse baharın, eninde sonunda köprüsünü yaza atacağını müjdeleyen “Mayıs Şarkısı” isimli parçalar yer alıyor.

30 yıla yakın süredir müzik kariyerine devam eden Barış Yıldırım’la "Bahar Gelmiş Olmalı" albümünün ayrıntılarını konuştuk.

Barış Yıldırım

“Bahar Gelmiş Olmalı” ile dört şarkılık konsept bir albüm çıkardınız. Öncelikle bu fikir nasıl ortaya çıktı?

Yıllar önce yazdığım bir yazıya “Günün en güzel vakti şafak, mevsimlerin en güzeli bahar” diye başlamıştım. Çocukluğumdan beri, içeride, dışarıda, her yerde bu iki zaman kıyıcığı beni müthiş heyecanlandırır. En sevdiğim şiirlerimi ilkyaz sabahlarında yazdım. Böyle olunca bu imgeler yolunu bulup bir şekilde yazdığım şarkılara giriyor.

Öyküsünün başı 30 yıl önceye uzanan da var, geçen kış ortaya çıkan da. Kayıt ve miks süreçlerini de son üç yılın farklı zamanlarında yaptım. Ama giderek üzerine çalıştığım 10-15 projenin arasında bu dördü tamamlanmaya yaklaşınca, hepsinin bahar teması etrafında toplandığını fark ettim. Deniz Faruk Zeren’in “Erkenci Bahar” şiiri için yaptığım “Birdenbire”nin son dizesi “Bahar gelmiş olmalı” adeta albümün bütününü özetliyordu. Dört şarkının her biri, sanki kıştan yaza uzanan dört aya yayılıyordu.

‘ERGUVAN İMGESİ GELİP KENDİSİ ŞARKIYI BULDU’

Albümdeki parçaların üretim sürecinden bahseder misiniz?

İnsan, uzun bir zaman sathında kendinden bir şeyler kata kata çalışınca her şarkı için söyleyecek şeyi oluyor. “Erguvanlar Açmadan”, albümdeki şarkıların en yenisi ve en çok dinleneni. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “güneşse güneş benim beyoğlubeyler” dizeleriyle evin içinde dolanıp duruyordum, bir süre sonra melodi gelip mırıltılara eklendi. Şarkıyı notaya dökmeye başladığımda yeni sözler yazmam gerektiğini hissettim. Bir yanda başımızı çevirdiğimiz her yerde “bunca yoksulluk varken”, diğer yandan “susam tanesiyle sofra kuranlar” bu kadar çokken biz bu kuyunun içinde nasıl kaldık? Bu soruların etrafında dolaşırken erguvan imgesi gelip kendisi şarkıyı buldu. “Merdivensiz kuyular” ise, Münir Nurettin’in meşhur şarkısından. Güfte Ümit Yaşar’ın ama Münir Nurettin’in, “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın” şarkısını bir türlü bağlantıya geçemediği komünist parti için yazdığına dair bir şehir efsanesi vardır. Doğru değildir muhtemelen ama bu adaletsizlikler ve yoksulluklar dünyasında merdivensiz kuyularda bırakıldığımız hissi hepimizde biraz yok mu?

‘KOLEKTİF DAYANIŞMA İLE ÜRETİLEN BİR ALBÜM OLDU’

Ne zamandır üzerinde çalışıyorsunuz albümün ve kimlerle, nasıl çalıştınız?

Albümdeki tüm şarkılar gibi bu da kolektif dayanışmayla üretildi. Erguvanlar şarkısı ortaya çıktıktan sonra bu yılın başında düzenleme süreçlerine başladım. Emel Yuvayapan vokali, şarkının duru hüznüne çok yakıştı. Biz İzmir’e taşınmaya, müzik yazarı arkadaşımız Özgür Derya ise yurt dışına çıkmaya hazırlanıyordu. Özgür, bir bavula elektronik davulunu atıp o hengâmenin ortasında eve geldi ve şarkıya bir davul (tabla) partisi çaldı. Geçtiğimiz günlerde hukuk mücadelesiyle avukatlık titrini alan KHK’lı akademisyen Cenk Yiğiter’in şarkının elektro gitar partisiyle ilgili çok faydalı yorumları oldu ve kendi yaptığı perdesiz gitarıyla da partiyi destekledi. Antik çalgı liri uzun bir araştırma sürecinin ardından üretmeye başlayan Eren Ali Gül iyi bir tamburîdir. Şarkıyı duyunca “bu kayıtta ben de olacağım” dedi ve iyi ki de oldu. Şarkının, belki Münir Nurettin’den dolayı, tamburla ilginç bir ilişkisi var. Yayımlandıktan sonra Twitter’da “ignospinoza” adını kullanan bir arkadaş yaylı tamburla eşlik ettiği bir kayıt gönderdi, çok yakışmış.

Albümde pek çok genç müzisyen de yer alıyor. Siz ve eşlik edenler açısından pandemi nasıl bir süreç oldu?

Bu süreçte müzik üretimi giderek ev stüdyolarına kaydı. Ev stüdyosu dediğimiz şey, pahalı ekipmanlarla oluşturulmuş ileri düzey kayıt ortamları da olabiliyor; bir tablet, bilgisayar, hatta telefon da. Benim bu aralığın orta kesimine tekabül eden bir ev stüdyom var. Bazen benim stüdyoma konuk oldu arkadaşlar, bazen kendi stüdyolarında partileri hazırlayıp bana gönderdiler.

Üretimin her aşamasında Emel Yuvayapan bir “dış göz” olarak çok şey katıyor; aynı müzikal gelenekten geldiğimiz üretken ve çok yönlü müzik insanı Murat Mengirkaon, bağlama, gitar ve vokaliyle bu albümde yer aldı. Doğan Emrah Zıraman bendiriyle ritimlerdeki kadim eksikliğimi doldurdu. “Birdenbire” şarkısının dingin bir yaylı çalgılar dörtlüsüyle bitmesini istiyordum başından beri; Nehir Kırkağaç, kuartetin birinci ve ikinci kemanlarını çaldı. İlk kez 10 yıl önce Ozan Yıldırım ile Tufan Taştan imzasını taşıyan Genel-İş Belgeseli için kaydettiğimiz “Mayıs Şarkısı”nda ise birlikte çalışmaktan onur duyduğum Sevinç Koçak’ın sesinin de içinde olduğu zengin bir koro yer alıyor. Antik Yunan’daki Dionysos şarkıları dithyramboslardan bu yana ünison (tek sesli) korolar kolektifin, halkın sesidir. O yüzden coşkusuyla öne çıkan bu şarkıda çok sesliliği sınırlı tutmayı tercih ettik.

Barış Yıldırım, Emel Yuvayapan

‘ALBÜMDE HER BİLGİ OLSUN İSTEDİM’

Dijitalde artık kaybolmaya yüz tutan kartonet geleneğini de önemsediğinizi söylüyorsunuz. Bir yanıyla nostaljik duruyor, bir yanıyla da bir kültürü ifade ediyor. Sizin için anlamı neydi?

Ortaokul yıllarımda harçlıklarımdan biriktirdiklerimle birkaç haftada bir kaset alabiliyordum. Bu kasetlerden sadece şarkı listesinin olduğu ince kartonetler çıkınca biraz bozulurdum doğrusu. Çünkü bir albümü albüm yapan şey elbette ki müziktir ama -metinlerarasılık terimleriyle söyleyecek olursam- albümün üstmetni, metateksti de bir o kadar önemli. Şarkılara verilen isimden, kullanılan çalgılara katkı sunan müzisyenlere dek her şey ilgimi çeker, o minik yazılardan müziğin doğasına dair bir şeyler çıkarmak için hepsini tek tek okurdum. Sonra bilgi çağı geldi ve bu bilgiler bir anda buharlaştı!

Zaman zaman müzik yazıları da yazıyorum ve en çok zorlandığım şeylerden biri işte şarkıların bu ayrıntılarıyla ilgili oluyor. Konu aldığım albümün adını hak eden bir kartoneti varsa ve o da bende varsa, ne âlâ. Ama çoğu zaman olmuyor. Bazen şarkıların sözü-müziği kime ait onu bile bulmakta zorlanıyorum. İşte bu meseleyi fazla mı dert ettim nedir, dört şarkılık bir albümde bile aranınca bulunacak her bilgi olsun istedim. Müziğin günümüzdeki temel dağıtım kanalı olan Spotify gibi müzik marketler buna olanak sağlamıyor, o yüzden PDF formatında bir CD kitapçığı hazırladım. İsteyen herkese göndereceğiz.

Bir de kartonetlerden daha çok sevdiğim bir şey varsa o da nota kitapçıkları. Bundan sonra yapacağım her albümde, kartonetin yanı sıra şarkı nota ve akorlarının olduğu bir nota kitapçığını paylaşıma açmak istiyorum. Belki çok az kişi ilgilenecek ama benim gibi bucak bucak nota arayan bir iki müzisyenin işine yarasa bile bana yeter.

‘BU TOPRAKLARIN DEVRİMCİ MÜZİĞİYLE YETİŞTİM’

Peki, kendi müziğinizi mevcut çalışmaları da gözettiğinizde nerede konumlandırıyorsunuz?

Hep sorulsun istediğim ama ne cevap vereceğimden hiçbir zaman emin olamadığım bir soru. Buna çeşitli mecralarda yayımladığım 30-40 şarkıyı değil de on yıllardır yapıp, notalayıp, şarkı defterlerinde biriktirdiğim birkaç yüz besteyi düşünerek yanıt vereceğim.

Öncelikle kendimi -ve aslında şarkı üreten herkesi- Schubert’ten Gershwin’e uzanan şarkı yazarlığı geleneğinin devamı olarak görüyorum. Halk müziklerinin bağrından aldığı şarkı formuna saygınlık kazandıran kişiydi Schubert. Aslına bakılırsa o saygınlığın kazanılması için Schubert’in bir hastanede yalnızlık ve yoksulluk içinde ölmesi gerekti; hepimiz onun hastane çarşaflarından çıktık. Gershwin ise Ravel ve çağdaşlarının armonide yaptığı devrimi -geniş kitlelerin benimseyeceği şarkılara dönüştürme anlamında- popülerleştiren kişiydi.

Kendi şarkı yazarlığım açısından klasik kökler hep önemli oldu. 80 sonrasında geçen çocukluğumda kaçak dinlediğim, bazen dinlemek için şehrin bir başka ucundaki eve gidip teybin başında saatler geçirdiğim Ruhi Su, Zülfü Livaneli, Rahmi Saltuk, Şivan Perwer, Ciwanê Xaco kasetleri başta olmak üzere bu toprakların devrimci müziğiyle yetiştim. Lisede müzik öğretmenimiz olan Güneş Apaydın sayesinde klasik müziğin temellerini öğrendim. Fakat herhalde yaptığım şarkılarda Schubert’le Gershwin’den çok Mikis Theodorakis, Violeta Parra, Victor Jara, Ruhi Su, Zülfü Livaneli, Şivan Perwer, Grup Yorum gibi büyük şarkı yazarlarının izi görülecektir. Buna son yıllarda giderek daha fazla baktığım caz, pop ve rock külliyatını, Dede Efendi’den bu yana gelen “sanat müziği” geleneğini ama en çok da Anadolu halklarının müziklerini eklemeliyim.

Sorunuza dönecek olursak; “Protest müzik” müzikal değil siyasi bir adlandırma, “özgün müzik” zayıf bir terim. “Çağdaş Halk Müziği” terimi yaptığım şeye en yakın damarı tarif ediyor herhalde. Ad koymayıp tarif etmeyi denersek: Ben kendi yaptığım müziği, klasik müzikle halk müziklerinin birleşimi ve diğer birçok başka tarzdan esinlenen bir yerde görüyorum. Bundan sonra da bu çoğul sesi korumayı deneyeceğim. Çoğulluğun bir yanı da dil… Başka dillerde de söylüyorum ara sıra ama genelde Türkçe ve Kürtçe şarkılar yapıyorum, bazen de her iki dilde birden.

‘ROBOSKİ KATLİAMININ ACISIYLA MIRILDANARAK YAPTIM’

Bir dönem Ozan Baran müstear ismiyle bestelediğiniz “Uludere: Bu Sessizlik Öldürür” şarkınız; İlkay Akkaya tarafından yorumlanmıştı.

Evet, insanın ürettiği bir şeyin başka insanlarca yorumlanması büyülü bir süreç. -Şarkı şiir, oyun veya senaryo- hiç beklemediğin kapılara açılıyor, hiç düşünmediğin zenginlikler kazanıyor. Roboskî katliamının acısıyla, bir yerden bir yere giderken arabada mırıldanarak yaptığım, eve gelince de tablette kaydettiğim “Uludere: Bu Sessizlik Öldürür” şarkısı o dönem hızla yaygınlaştı. İlkay Akkaya, internette rastlayıp konserlerde söylemeye başlamış, her seferinde de o meşhur inceliğiyle “Ne yazık ki kimin yaptığını bilmiyorum, keşke bilsem” diyormuş. Mardin konserinde bir arkadaşım şarkıyı dinleyince İlkay Akkaya’ya benim telefon numaramı vermiş, Akkaya beni aradı ve “Umut” albümünde, Hrant Dink için yaptığım bir şarkıyla birlikte ona da yer verdi. Ben de İlkay’a vokal yapmak gibi harika bir deneyim yaşamış oldum.

‘BİRDENBİRE ŞARKISININ KAYITLARI ÜÇ YIL SÜRDÜ’

“Birdenbire” şarkısında da, “Diyarbekir susar, sen susarsın” diyorsunuz. Çağrışımı çok güçlü olan bu dizelerle neyi anlatmak istediniz?

Sık sık kendi şiir ve sözlerimi besteliyorum ama şiir bestelemek de şarkı yapmaya başladığım ilk andan beri vazgeçmediğim bir yol. Albümde sözü bana ait olmayan tek şarkı “Birdenbire”, yazar ve şair arkadaşım Deniz Faruk Zeren’e ait bir şiirden bestelendi. Ayrıca öyküleri ve Zerya isimli çok güçlü bir novellası var. Bir şeyler yazınca birbirimizle paylaşıyoruz. “Erkenci Bahar” şiirini bana gönderdiğinde ilk yaptığım şey bir gitar kapıp müzik yazmak oldu. Neredeyse noktasına virgülüne dokunmadan şarkıya dönüştürebildiğim ender şiirlerden. Aslında kayıt sürecine daha şarkıyı tamamlamadan başladım ama bir türlü şiirin gücüne denk bir atmosfer yarattığıma ikna olmadığım için yayımlamayı erteledim. Albümde kayıtları en uzun süren şarkı o, üç yıl sürdü.

Diyarbakır’ın susması tabii ancak aşk ve bahar şarkılarında mümkün! Albümün kartoneti için Deniz Faruk’tan şiire dair bir not yazmasını istemiştim, o anlatsın öyküsünü: “Çok uzun zaman önce, çok uzaktan, çok eski bir arkadaşımı gördüm, daha doğrusu görür gibi oldum Diyarbekir'de. Newroz'du. Güneşliydi. Yağmurluydu. Arkadaşlıydı. Bahardı. Baktım dedim, «Yav sen Diyarbekir'e çok yakışıyorsun arkadaş.» Uzun uzun bunu mırıldandım, bunu düşündüm, uzun zaman bunu yaşadım. Gel zaman, git zaman biraz döküldü, kemiklendi bu düş. Kaybolmasını istemedim çalışıp yazdım, “Erkenci Bahar” çıktı ortaya.”

‘MÜZİK SEKTÖRÜ DENİNCE VARLIKLI İSİMLER AKLA GELİYOR’

Salgının ortaya çıkmasının ardından hepimizin hayatı radikal biçimde değişti. Müzisyenler başta olmak üzere ve özellikle sahne emekçileri büyük darbe aldı. Bir müzisyen olarak ilk önce müzikten vazgeçilmesi size ne hissettiriyor?

Hem de müziğe en çok ihtiyaç duyduğumuz anda… Titanik batarken çalan kemancının romantik imgesini severiz ama gemi ne zaman su almaya başlasa önce müzisyenleri suya atıyoruz. Müzik sektörü denince ünlü, varlıklı isimlerin akla gelmesi, star sisteminin ideolojik çarpıtması yüzünden. Oysa bu sektörün belki yüzde 99,9’u akşam bir yerde çalmıyorsa eve yürüyerek dönmek zorunda kalan müzisyenlerden oluşuyor. Hani Ahmet Kaya söylüyordu ya: “Gece yarısı bir müzisyen evine yine geç dönüyor / Taksi parası bile yok cebinde.” Müzisyen arkadaşımız Özcan Şenver, en az 103’ü intihar eden müzisyenlerin durumuna dikkat çekmek için "Müzik Susmaz" adlı bir şarkı yaptı, birçok sanatçıyla birlikte söylediler. Orada da denildiği gibi: “Ne unutur, ne affeder insan aç bırakanları” Gerçekten de müzik susmaz, binlerce yıldır olduğu gibi bir yerlerden çıkar ve insanlara hüzün, umut, neşe aşılamaya devam eder. Ama bu arada kaç müzisyen susar, kim bilir?

‘ALBÜM GİDEREK ‘GÖZDEN DÜŞEN’ BİR FORM AMA ISRAR ETMELİYİZ’

Bundan sonraki süreçte müziğe dair planlarınız neler?

Birikmiş birçok şarkı var. Bunların bir kısmının kayıt aşaması da başladı. Gezi döneminde yazdığım ve sergilenen bir oyunun şarkısı olan “Orada” ve oğlu vurulan bir babanın söylediği sözün (Hakkâri’de bir çoban ölmüş, kimin umurunda?) esiniyle yazdığım “Kimin Umurunda” ile başlayarak birkaç single yayımlamayı planlıyorum. Pandemiden çıkabilirsek, özellikle 2000’lerde yaptığım bir dizi şarkıyı bir stüdyo albümü halinde yayımlayacağım. Albüm, giderek “gözden düşen” bir form. Sosyal ağların doğası, görünürlükte sürekliliği dayatıyor. O yüzden de insanlar uzun süre bekleyip tek albüm çıkartmaktansa daha sık aralarla birçok şarkı yayımlamayı yeğliyorlar. Oysa albüm formu, diğer sanatlardaki uzun film, roman, iki perde oyun gibi daha kapsamlı bir dışavuruma olanak tanıyor. Bu olanağın mevzisinden geriye çekilmememiz gerek. Bu geri çekilmelerde içinde yaşadığımız ve bir çıkış yolu göremediğimiz karanlığın etkisi de var. Kolektif depresyon, denebilir neredeyse. Ama Erguvanlar’ın dediği gibi, “Dağ belki bin yıl susar, bir de konuşunca gör.” Biz de hep birlikte konuştuğumuzda göreceğiz nasıl güzel bir dağın taşları olduğumuzu.