Barselona sokaklarında hayat

Sokakları güzel yapan sadece eski ama güzel binalar değil. İnsanlar da diğer bir faktör. Yerli halk yani Katalanlar ve İspanyollar rahat tavırlarıyla “Biz Akdenizliyiz” diye haykırıyor sanki...

Fotoğraflar: Anıl Ergin
Google Haberlere Abone ol

Anıl Ergin

Paris’in Lyon Garı’ndan kalkan trenle ulaştık Barselona’ya. Daha önce La Prat Havaalanı üzerinden giriş yapmıştım. İkinci gelişimde ise Barcelona Sants istasyonundan kavuştum şehre. Başka bir büyük şehrin merkezinden yola çıkıp bir diğerinin kalbinde inmek bünyede keyifli bir sarsıntıya yol açıyor.

Her iki dili de bilmediğim için aslında yaşadığım çaresizlik ikisinde de aynı. Arada yine de fark var. Fransızlar büyük oranda İngilizce biliyor ama sosyal yanları çok kuvvetli değil. Sadece yabancılara karşı değil, birbirlerine de “Fransız” kalıyorlar bazen. Kısa cevaplar, “bilmiyorum” diyerek geçiştirmeler… Kendilerine has bir karakterleri var.

Trenle altı saat mesafedeki Barselona’da ise farklı bir iletişim zorluğu karşılıyor bizi. Şehrin sakinleri cana yakın. Yardımcı olmak için insani ölçülerde çaba gösteriyorlar. Ama İngilizce bilgileri Fransızlara göre “yok” seviyesine yakın. Ciddiyim. Bu konuda İspanya ve Rusya ciddi anlamda yarışabilir. Tabelalardaki İngilizce ifadelerin yanı sıra çok önemli bir yardımcı diğer Avrupa şehirlerinde olduğu gibi yardımımıza yetişiyor: Google Maps bizi gitmek istediğimiz yere nokta atışı manevralarla yönlendiriyor. “200 metre yürü, A metrosuna bin, 3 durak sonra in, C kapısından çık, 35 metre daha yürü” gibi anlık yönlendirmelerle “kaybolmak” demode bir kavram haline geliyor.


Barselona şehir merkezinin pek çok büyük şehre göre ciddi bir avantajı var. Pek çok önemli nokta, İstiklal Caddesi’ne denk düşen La Rambla ya da Sagrada Familia birbirine yürüyerek en fazla bir saat mesafede. “Bir saat az mı?” diyebilirsiniz. Ankara gibi sıkıcı bir şehirden yola çıktıysanız, İstanbul’un kaosundan, Paris sokaklarındaki çiş kokusundan bunaldıysanız, Barselona sokaklarında bir saat size birkaç dakika gibi gelebilir. Çünkü birbirinden güzel binalar var o sokaklarda. Hedefinize ilerleme çabası ayrı bir keyif haline geliyor, hele bir de hava çok sıcak değilse.

Sokakları güzel yapan sadece eski ama güzel binalar değil. İnsanlar da diğer bir faktör. Yerli halk yani Katalanlar ve İspanyollar rahat tavırlarıyla “Biz Akdenizliyiz” diye haykırıyor sanki. Şöyle düşünün, İspanya ekonomisinin en önemli merkezlerinden biri ve dünya futbolunun en önemli takımını barındıran bir şehir burası. Temmuz ayında sokakta gördüğünüz insanların çoğu ise, sanki küçük bir Ege kasabasındaymış gibi, plajdan kumlu şortlar ve voleybol toplarıyla evlerine dönüyor. Öte yandan neredeyse her köşe başındaki küçük cafe ya da pub’larda sabah saatlerinden itibaren herkes rahat tavırlarla birasını yudumluyor. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor.

Bir de farklı ülkelerden gelen ve İspanya vatandaşlığı alanlar var. Ağırlığı Afrika’dan. Beş yıl öncesine göre sayılarını artmış buldum. Şehirde yükselen bir suç oranından söz ediliyor ve neden olarak da yabancılar gösteriliyor. Farklı bir araştırma konusu. Benim gözlemim ise, özellikle Türkiye’de yaşadığımız benzeri tartışmadan dolayı, toplumla nasıl kaynaştıkları üzerine oldu. Kaynaşmışlar. Taksilerde ve restoranlarda hizmet sektörü Afrikalıların kontrolünde. Ama çoğunun Barselona’yı güzel yapan değerleri özümsediğini gördüm. İspanyolca biliyorlar ve işlerini şehrin eski sakinleri kadar düzgün yapıyorlar.



Barselona’da yemek deniz ürünleri üzerine kurulu. Balık sevmeyen zorlanır. Paella isimli pirinç ve deniz ürünlerinden yapılan yemek şehrin en önemli markalarından biri. İyi bir yerde yerseniz, hayatınız boyunca unutamayacağınız bir lezzetle tanışmış olursunuz.
Şehrin yemek kültürü hakkında çok farklı makaleler yazılabilir. Muhteşem olduğu kadar olumsuz yanları da var. Üniversiteden arkadaşım olan Oral ve Cerel İnaler çifti, beş yıldır Barselona’nın merkezinde oturuyor. Reklam ve medya pazarlama üzerine çalışan ve başarılı olan İnaler çifti her seferinde, bazen uzaktan da olsa tur rehberliğimizi üstleniyor. Bölge mutfağının en önemli öğelerinden biri olan “tapas” ile de bizi Oral ve Ceren tanıştırdı. Tapas, aslından bizim sabah tükettiğimiz “kahvaltılık” ile rakı yanında yediğimiz “meze”nin bir bileşkesi. İspanyollar gün içinde “tapas” ile karın doyuruyor. İnce kesilmiş jambonlar, kızarmış sucuklar, salçalı ekmekler, patates kroketler hep tapas kültürünün parçası. “Little little, right in to the middle” anlayışına uygun olarak sofraya getirilen tapaslar, tüm köşe başı bar ve cafe’lerinin olmazsa olmazları arasında. Ama tabii ki her yerde aynı kalitede servis edilemiyor.



Ceren’in, aralarında Türk öğrencilerin de olduğu bir gruba verdiği seramik dersinden sonra tapas yemek üzere yakındalardaki bir bara yöneldik. Konumu nedeniyle, Türkiye’de olsa çok meşhur olabilecek bir bara oturduk ve tapaslarımızı söyledik. Barselona mutfağına yönelik tek eksi puanımızı orada verdik işte. Çünkü masaya neredeyse 45 dakika boyunca hiçbir şey servis edilemedi. Garson önce anlamadı ne istediğimizi sonra kendisinin içeri bildirdiğini ama siparişlerin hazırlanamadığını söyledi.

Açlığımızı güzel Katalan biraları ile bastırdığımız gece, Oral ve Ceren’in garsonu İspanyolca azarlayıp, doğduğuna pişman etmesinin ardından McDonalds’da çizburger ve kızarmış patates tapası yememizle sona erdi. (Bu arada farklı bir gün, farklı bir restoranda 8 kişilik masaya sadece 4 kişilik paella getirmeleri de canımızı sıkmıştı.) İnaler ailesi ertesi akşam nefis bir paella yememizi sağlayarak Barselona şehrinin tek eksi puanını artıya çevirdi. (Ankara’ya geldiklerinde, konuyu derinleştirip “tapas mı meze mi” açılımı yapacağız çok sevdiğimiz Oral ve Ceren ile)


 
Barselona hakkında yazılacak daha çok sayfa olabilir. Ama göz ardı edildiğini düşündüğüm bir konu var: Plajlar. Şehrin upuzun bir sahil şeridi var. Tamamında denize girmek mümkün. Sahil boyunca sıralanan beach club’lar ise şezlong veya şemsiye desteği sağlıyor. Pahalı bir hizmet bu. Dolayısıyla şehirde yaşayanlar kendi şemsiye ve şezlonglarını getiriyor. Kimse kimseye “getiremezsin” demiyor. Kimse de sahili kirletmiyor. Karpuz kabuğu yok, mangal yok. Yüksek sesle müzik dinleyenler yok. Spor yapanlar, yüzenler, sevgilisine sarılanlar, içkisini yudumlayanlar güneş batıncaya kadar uçsuz bucaksız denizin tadını çıkarıyor. Saat 10’da güneş batıyor. Voleybol maçları sona eriyor. Restoranlar yavaş yavaş boşalıyor. Şehir sakince ertesi güne hazırlanıyor.
 
Aynı binaların arasından otelime yürürken “kesinlikle yaşamak istediğim tek şehir Barselona” diyorum karıma. Az sayıda insana flamenko gösterisi yapan bir çifti izlemeye daldığı için duymuyor beni.