Baş tanrınızı/tanrıçanızı nasıl seçersiniz?
Özü savaş tanrısı olsa da Haldi bir baş tanrıdır. Dolayısıyla Urartu kralının her icraatı ancak Haldi’nin emriyle, onun büyüklüğü, gücü ve lütfuyla gerçekleşir.
Selim Martin*
İnsanların dünya üzerindeki geçmişi, arkeologlar tarafından çeşitli zaman dilimlerine ayrılır. Bugün çeşitli çağlar ve dönemler olarak adlandırdığımız bu ayrışma, başlangıçta alet teknolojisinde kullanılan hammaddelere göre sınıflandırılırken, zaman ilerledikçe insanlar tarafından sınırlı bir coğrafyada yaratılan kültür belirleyici olmuştur. Hammadde, yaşamın devamını sağlayan bir ana unsur olarak bu övgüyü elbette hak eder. Onun sayesinde beslenme ve barınma sorunu çözülebilmiş ve bir diğer önemli derdimiz olan üreme-çoğalma faaliyetlerinin başarılı ve devamlı olmasına imkan yaratılmıştır. Ancak hammaddeye bağlı tarif edilen çağlar; duygular, düşünceler ve bizi biz yapan anlatımları-söylenceleri göstermekte yetersiz kalır. İnsan bu çağlarda elbette başına gelenleri anlamlandırma ve açıklama çabası içinde olmalıydı ancak bunu nasıl başardığını gösterecek deliller şu an için keşfedilebilmiş değildir.
Bilinçli olarak ilk aletin üretilmesi ile başlayan serüven en az 3 milyon yıl boyunca avcı-toplayıcı ve göçebe olarak devam eder. Göçebeliğin getirdiği sürekli değişim, insan izlerinin bir yerde toplanmasına olanak vermez ve aynı zamanda biriken bilgi ve tecrübenin paylaşılmasına da müsaade etmez. Bu sebeple, bu zamanda yaşayan herkesin iklim ve doğa ile mücadelesi kendi grubunun veya şahsının başarısıdır ve tekrar tekrar başarılmaya devam edilmek zorundadır. Ortaçağ Avrupası’nın son günlerinde, tüm Avrupa ülkelerinin hammadde kaynaklarına erişmek için ayrı ayrı yola çıkmak zorunda kaldığını ve bu yolculukta Amerika’yı teker teker ve tekrar tekrar keşfetmek zorunda olduklarını, birinin keşfinin diğeri tarafından hiç öğrenilemediğini düşünün. İşte Paleolitik Çağ’da yaşayan göçebe grupların bilgi ve tecrübeye ulaşmasının zorlukları böyle bir şey olmalıydı. Ancak insan türleri buna rağmen farklı coğrafyalarda, başlarına gelen şeylere benzer tepkiler vererek benzer sonuçlara ulaşmış ve hayatta kalmayı başarmıştır. Bu süreçte –bir kültür yaratmada- belki de en başarılı örnek, soyut düşünme kabiliyeti olan, bileşik alet üretebilen ve ölüsünü gömen Neandertaller olmuştur.
"Ne yapalım koşullar böyle" en sık kullandığımız cümlelerin başında gelir. Çok da çaremizin olmadığını, uyum sağlamak zorunda olduğumuzu anlatan bu cümleyi, ilkel insanın yaşantısını anlatmak için de kullansak kim ne der? Homo Sapiens "olmaz" der!
Aşağı yukarı 280 bin yıl önce evrimini Afrika’da tamamlayıp kısa bir süre sonra Asya ve Avrupa’ya, sonra da dünya üzerindeki tüm kara parçalarına yayılmayı başaran atalarımızın elbette ki bu başarısını anlatacak başka sözleri olmalı. Koşullar tabii ki Sapiens için de zorlayıcıydı. Ancak büyük beyni ona bu yolculukta adaptasyonu tersine çevirecek imkanları sunarken, aynı beyin, ihtiyaç duyulmayan faaliyetlerde de kendini göstermekten geri kalmayacaktı.
Kesin bir biçimde bir dil konuşabilen ve iletişim becerisi kuvvetli Homo Sapiens; büyük beyin hacmi ve soyut düşünme kabiliyeti sayesinde önceki türlere göre çok daha başarılıdır. Bu üstün özellikleri ona beslenme ve barınma gibi temel problemleri daha kısa sürede çözme imkânı tanımış ve yaşamsal anlamda önemli bir ihtiyaç olmayan konularda da başarılı olmasına yol açmıştır. Neandertallerde görmeye başladığımız ölüsünü gömme işlemi artık standart hale gelirken, doğada hiçbir canlı türünde olmayan; müzik, resim, heykel ve kabartma gibi sanat üretimi ve çok az canlıda görülebilen süsleme ve süslenme uygulamaları, Sapiens’in yaşamını sürdürmek için gerçekten ihtiyacı olmadığı halde vakit ayırdığı işlerden en çarpıcı olanlarıdır.
Üst Paleolitik dönemde artan nüfus ve sınırlı kaynaklar, insan grupları arasındaki sosyal karışıklığın düzenlenmesi ihtiyacını doğurmuş olmalıydı. Sapiens, kuvvetli iletişim becerisiyle, bu süreci "söz" ile aşmak için çeşitli çözümler bulmuştur bulmasına ancak mağara ve kaya sığınakları gibi ortak kullanılan yerlerde karşımıza çıkan resim ve kabartmalar, çözümün daha kalıcı olmasına ve herkes tarafından kabul edilmesine yönelik bir amaca da hizmet etmiş olmalıdır. Bir mağaranın en kuytu, en karanlık yerine sadece önemli kişilerin belirli zamanlarda girip görebileceği resimler yapabilen bir kişinin, bu faaliyeti avdan arta kalan zamanlarda bitirmesi beklenemez. Yapılması günler belki de haftalar süren bir mağara resmi için, ressamın ve yardımcılarının günlük ihtiyaçlarının içinde yaşadığı grup tarafından devamlı karşılanması gerekir. İnsan gruplarının böylesi bir fazladan çalışmayı, bir kişinin isteği-çıkarı için kabul etmeyeceği düşünüldüğünde, bir resmin hem o topluluk hem de çevrede yaşayan diğer insanlar için büyük bir anlam taşıdığı açıkça görülecektir.
KÜLTÜRÜN EN ERKEN ÖRNEKLERİNDEN BİRİ: MAĞARA RESİMLERİ
Mağara resimleri -yapılma nedeni ne olursa olsun- kültür denilen ortak ifadenin en erken örneklerinden birisidir. Göçebe toplumların, sabit bir yerde, kalıcı eser bırakmalarının garipliğinin üstüne bir de yanımızda gezdirebildiğimiz (yanımızdan ayırmadığımız da söylenebilir) heykel ve kabartmaları üretmek de ortak ifade örneği kabul edilebilir. Bunlarla birlikte tüm Homo türleri tarafından milyonlarca yıldır gözlenip kabul edilen doğanın döngüsünün aksine, ölülerimizi bu döngüye teslim etmeyip bir toprağın altına ya da bir kayanın içine koyma çabamız da aynı şekilde değerlendirilmelidir. Üstelik heykeller ağırlıklı olarak "kadın bedenini" simgeleyen örneklerdir. Birbirinden uzak tüm coğrafyalarda aynı betimi üretmek ve ölüleri yaşam alanımızın tam altına (evimizin içine) aynı şekilde gömmek yine kültür kavramının başlangıcına ait olabilecek uygulamaları işaret etmektedir. Böylece Sapiens, hammaddeye bağlı tarif edilen bir çağda bile duygu ve düşünceleri tarif etmeye, belki de bir hikâyeyi anlatmaya yani söylenceye başlamış olabilir.
Yaklaşık 26 bin yıl önce iklimsel koşulların olumlu yönde değişmesi, bu kabiliyet zengini türe yeni bir yaşam kurması için imkan sağlamıştır. Kısacası, artık bu büyük beyin akacak mecra bulacaktır. Ortalama olarak bakıldığında gittikçe ısınan hava, insan topluluklarını kaya sığınakları ve mağaralardan dışarı itmiş ancak bununla birlikte havanın tutarsızlığı da dışarıda yaşamaya çalışan insanların gelişiminde önemli bir yer tutmuştur.
Açık havada kurulan yerleşim yerlerinde gittikçe daha uzun süre konaklayan insan grupları artık avcı-toplayıcı ve yarı yerleşik olarak tarif edilmektedir. Basit şekilde ahşap, dal ve yapraklardan oluşan çukur barınaklar, zamanla ilk sıraları taştan olan yapılara evrilmiş, ölülerin barınakların altına gömülmesi standartlaşmış, taşla kaplanan -yeri yurdu artık belli- mezarlar oluşmuştur. Aynı yerde çoğunlukla bir, bazen iki mevsim geçiren insanlar, barınakları belli bir düzene göre inşa etmeye başlamış, zamanla ocakları da evlerin içlerine taşımıştır. Hiyerarşi ve özel mülkiyet kavramlarının belki de ilk örneklerini gösteren bu uygulamalarla birlikte, aynı yerde tekrarlanan törenler ritüele dönüşerek belirli coğrafyalarda ortak hikâyelerin ortaya çıkmasına yol açmış olmalıdır.
'ERKEK TANRI VE ONUN RUHBAN SINIFI'
Milyonlarca yılın birikimiyle ağır ağır oluşan bu başlangıç, insan gruplarının tam yerleşik yaşama geçmesiyle hız kazanacaktır. Biz de Neolitik atalarımıza ayak uyduralım ve gittikçe hızlanalım. Artık geniş coğrafyalarda ortak bir Ata Kültü kendine ait mekanları ve heykelleriyle karşımızda, ataların bu kutlu başarısı sözden söze dilden dile anlatılıyor… Derken tohum evcilleşti; bitkinin dört mevsimini yöneten kadın, bir bereket kültü ile tekrar vücut buldu. Hayvanların efendisi (potniatheron), doğuran ve tohum saklayan kadınların başarısı bolluk-bereket/üreme çoğalma öyküleriyle anlatılıyor.
Hoop sulamalı tarımın keşfi; kanal açmak, artı ürünü depolamak, korumak ve ticaretini yapmak artık erkeğin fiziksel gücünü toplumun devamı için bir gereksinim haline getiriyor. Kas gücü veya bu güce duyulan ihtiyaç, kamusal alanın erkeklere bırakılmasına, "erkek işi" kavramının ortaya çıkmasına, kültürel değerler sisteminin ve nihayetinde aile yapısının değişimine neden olacaktır. İşte karşınızda, artı ürünü depolayan yapılarda ortaya çıkan bir erkek tanrı ve onun ruhban sınıfı. Bu sefer durum değişik; tekrarlanan ritüeller artık “kendine ait bir mekânı olan birisi” adına yapılıyor ve bu kişi aynı zamanda bu mekanda toplumun geçim ekonomisini de elinde tutuyor.
Yazının icadına kadar geçen süreci, işte bu öykülerin nesilden nesile sözlü olarak aktarılmasıyla tarif etmek mümkün. Ancak artık köyler kente, uğraşlar işe, ritüeller de bir dine dönüşmüş durumdadır. Örgütlü ve kalabalık toplumların daha karmaşık olan yapısı, artık yalnızca eskinin sözüyle açıklanamaz. Dünle birlikte gitti cancağızım, şimdi yeni bir şeyler söylemek lazım.
SÜMER İNANCINDA YAŞAMIN KAYNAĞI
Yazıyla birlikte, insan yaşamının bölümleri, kullanılan hammaddeden ziyade yaratılan kültür ile tanımlanmaya başlanacaktır. Kültürler de kendilerine ait hiyerarşi, din ve mitolojileri ile tanınırlar. Bu konuda ilk örneğimiz -belki de en ünlüsü- Sümerliler, Mezopotamya’ya başka bir yerden gelmiş, hem yanında getirdiği hem de bu coğrafyada bulduğu hemen her şeyi özümseyerek ortak bir ifadede buluşturmayı başarmış bir uygarlıktır. Çivi yazısının çözülmesiyle birlikte, Tunç Çağı’ndan bu yana yaşamış tüm büyük medeniyetlerin mitlerinin ve semavi dinlerdeki öykülerin birçoğunun Sümer kökenli olduğu anlaşılmıştır. Mesela Büyük Tufan için gemi yapan Hz. Nuh, Sümer öykülerinde Ziusudra olarak isimlendirilmiştir.
Sümerliler, Mezopotamya’da yer alan ve ayrı yönetilen onlarca kentin -yeni ve ilk kez kurulan devlet için- ortak bir inanç sistemini yazıya dökmeyi başarmış ilk toplumdur. Hem Mezopotamya’nın eski söylencelerini hem de kendi öykülerini, kentin, devletin ve halkın çıkarını gözeterek zengin bir Pantheon’a (tanrılar/tanrıçalar birliği) dönüştüren bu yapı hiçbir zaman sabit kalmamış, toplum düzeni ve koşullar değiştikçe ona göre değişen dinamik bir görüntüye dönüşmüştür. Böylece sırasıyla, önce tanrıçaların sonra tanrıların başı çektiği, doğa olaylarının, önemli topoğrafik şekillerin ve hemen her türlü üretimin kişiselleştirilmiş birer temsilcisinin olduğu bir birlik ortaya çıkmıştır.
Sümerliler bu Pantheon’a liderlik edecek karakterleri neye göre seçmişler bir bakalım. İlk olarak karşımıza çıkan üç önemli görev; yaşamın kaynağı, üreme-bolluk-bereket ve ölümün düzenlenmesi üzerine şekillenmiştir. Başlangıçta, anlaşıldığı üzere geçmişten gelen binlerce yıllık anaerkil yapı; doğurabilen, kendi vücudundan besin üretip bebeği doyurabilen ve bitkilerle kurduğu ilişki sayesinde önce toplayarak sonra yetiştirerek toplumu besleyebilen ve bir de ölümden sonra bile bizi hatırlayabilen kadının yaşamdaki üç ayrı evresine birer vücut ve yüz yakıştırıp üç ayrı tanrıça ile kişiselleştirmiş görünüyor.
Sümer inancında yaşamın kaynağı; Bütün Tanrıların Hanımı-Belit-ili, Evrensel Rahim-Mammi/Nintu, İlk Ana-Nammu, Pek ulu Hanım-Nimmah ya da sadece Hanım-Mah gibi isim ve sıfatlarla tarif edilir. Her şey ondan doğacaktır. Üreme-bolluk ve bereket, aşkın sahibi Tanrıça İnanna’nın memnun edilmesine bağlıdır. Bu sebeple kendini İnanna’ya adamış kadınlar, tapınakta erkekler ile birlikte olacak ve bu kutlu döllenme yeni yılda mahsulde bolluk ve bereket sağlarken, toplumda sağlıklı bir yeni neslin varlığını garanti altına alacaktır. Ölüler ülkesinin, yani yerin altının sahibi ise Tanrıça Ereşkigal’dir. Ereşkigal kurallardan şaşmaz, büyük bir düzen içerisinde görevini yürütür. Böylece insanlar da kurallara ve düzene bağlı kaldığı sürece huzurlu bir ölümle yaşamlarını tamamlayabilirler.
Artı ürünün getirdiği zenginlik, yerel yöneticilerin, civarda yaşayan göçebe toplulukların ve artı ürünü olmayanların iştahını kabartarak devamlı bir savaş ortamını yaratınca, toplum yaşamı değişmeye başlayacaktır. Üstüne gelen büyük göç dalgaları da eklenince ayrı yönetilen kent-devletlerinin yerine daha büyük organizasyonlar, krallıklar ve imparatorluklar kurulmaya çalışılacaktır. Artık toprağın ve ülkenin başında bir erkek var, neden Pantheon’da da olmasın?
Önce yaşamın kaynağı fikri değişecektir. Artık kadın tek başına yeterli değildir ancak genç bir erkek tanrıyla evlenirse (HierosGamos/Kutsal Evlilik) yaşam kutsanacaktır. Sonra Tanrıça İnanna gözden düşürülür. Tarım üretiminde tüm görevler zaten erkeklere geçmiştir ve erkekler bir hata yapmadığı sürece ürünün bereketi için kadınlara ve törenlere ihtiyaç duyulmayacaktır. Artık İnanna yazılı metinlerde hafifmeşrep, güvenilmez, sürekli hır çıkaran, insanları ve ölümsüzleri huzursuz eder şekilde tarif edilecek ve böylece tapınaktaki kendilerini adamış kadınlar -erkeklerle birlikte olmak için- tapınaklardan çıkıp bir meslek icra etmek adına şehir merkezlerinde yerler açacaklardır.
Böylesi bir ortamda elbette ölümün de huzuru olmaz. Saygısız Nergal yanına ateş, iltihap, nefes darlığı, baş dönmesi ve havaleyi alarak yer altına inecek ve Ereşkigal ancak onunla evlenme koşuluyla canını ve tanrıçalığını koruyabilecektir (bkz. Arkeo Duvar sayı 2 – Tanrıların Gazabı Nergal).
Günlük yaşamdaki ve hiyerarşideki değişimin inanç sistemindeki yansımalarının birkaç örneğini içeren bu mitler, bir toplumun baş tanrıları ve tanrıçalarını neye göre belirlediğinin en önemli delillerini sunar. Mezopotamya dilleri ve dinleri üzerine önemli bir uzman olan Samuel N. Kramer bu konuda, başlangıçta ilkel olan dinin siyasal olarak ikincil bir düzenleme geçirdiğinden şöyle bahseder: "Kralın kendi erkanı ile birlikte kendi sarayında yaşaması gibi kendi tapınağında yaşayan baba da hükümdarın ta kendisiydi."
'DUYMAYAN KALMASIN, BİLEN BİLMEYENE ANLATSIN'
Bu konuda, en az Sümerliler kadar önemli ve onlar kadar dünyayı etkilemiş bir başka Pantheon’dan daha örnek verelim isterseniz. Meşhur Helen Pantheonu nam-ı diğer Olymposlular, aynı Sümer tanrı ve tanrıçalarında olduğu gibi, geçmiş toplumların öykülerinin derlenip toparlandığı bir sürecin sonunda ortaya çıkmıştır. Üstelik Helen Pantheonu da insanların yazıyı unuttuğu bir dönemde şekillenmeye başlamış, ardından yeni bir yazıyla vücut bulmuştur. Demir Çağı’nda izleri tamamen yok olan eski büyük ülkeler-uygarlıklar, kıtadan kıtaya kitlesel göçler, savaşlarla dağılmış toplumlar ve yıkılmış yerleşimler ancak eski söylencelerini koruyabilmiş ve birkaç yüzyıl sonra Ege Denizi’nin mavi sularına bu efsaneleri aktarabilmişlerdi. Aynı Sümerliler gibi ayrı yönetilen ancak ortak bir dile sahip olan kent devletleri, bu söylenceleri kendi yaşantısına uyacak şekilde yazıya geçirebilmişlerdi. İşte Homeros, büyük bir savaşın gölgesinde tek tek tanıtıyor tanrıları ve tanrıçaları. İşte Hesiodos, açıklıyor evrenin, ülkenin ve Pantheon’un yaradılışını. Duymayan kalmasın, bilen bilmeyene anlatsın!
Peki, ‘Helenler baş tanrılarını/tanrıçalarını neye göre seçmişler?’ derseniz cevap oldukça basit ve açıklayıcıdır. Hemen her şeye göre. Elbette ataerkil yapı belirgin bir şekilde, en önemli gördüğü görevleri erkek karakterler üzerine tanımlar. Güçlü, korkutucu, yıldırımlar-şimşekler savuran bir baş tanrı, kendisi gibi güçlü olan babasını yenerek, tahtı bileğinin hakkıyla ele geçirir. Bu öykünün insanlara yöneticilerin gücünü ve yönetme hakkını işaret etmesi dışında pek bir işe yaradığı söylenemez. Zira Zeus geri kalan günlerini, etrafını tanrısal çocuklarla doldurmak için yeni eşler peşinde koşarak geçirecektir. Diğer bir önemli görev denizlerin yönetimidir. Tarım toprağı sınırlı, deniz kıyısında ve adalarda yaşayan çokça nüfusa sahip ve geçiminin çoğunu deniz üzerinden elde eden bir kültür için hırçın Ege Denizi’nin Poseidon isimli bir tanrıya dönüşmesinden daha doğal ne olabilir? Üstelik fay hatlarının sürekli hareketli olduğu böyle bir coğrafyada aynı hırçın tanrının depremlere neden olması da tabii ki beklenmelidir. Üçüncü önemli görev ölümün yönetilmesidir. Giden sevginin, tecrübenin ve bilginin kaybını açıklamak ve kabullenmek hiç de yabana atılır iş değildir. Burada ölmenize rağmen orada varlığınızı sürdürmeye devam etmeniz, kaybı kabullenmeyi kolaylaştırırken aynı zamanda yaşamınızı da düzenler. Zira öteki dünyada rahat etmek için yaşarken uymanız gereken kurallar vardır ve Hades’in korkutucu dünyası insanlar üzerinde -düzene uyma konusunda- oldukça teşvik edici bir yerdir. Üç önemli görev ve üç erkek tanrı başı çekiyor gibi görünse de Helen Pantheonu bundan çok daha fazlasıdır. Baş Tanrıça Hera, Aşk Tanrıçası Aphrodite, Zekâ ve Strateji Tanrıçası Athena’nın erkeklerden eksik kalan yanı olmadığı gibi çoğu zaman onları geride bırakan öyküleriyle tanınırlar. Ya Demeter’in bereketi, Apollon’un düzeni, Dionysos’un coşkusu olmadan diğerleri ne işe yarar? Hermes olmasa iletişim, Hephaistos olmasa zanaat kalmaz. Dedik ya Helen Pantheon’unda herkes önemlidir diye. Bir tek Ares, savaş tanrısı sevilmez ve övülmez burada; ancak ne yazık ki savaşmak da gerekiyor bazen. Ne yapalım? O da dursun bir kenarda.
Çağlar boyunca birçok uygarlığı böylesine etkilemiş Sümer ve Helen kültürlerinin, baş tanrı ve tanrıçalarını neye göre belirlediğini bu örnekler dışında da tartışmak elbette mümkündür. Çünkü öyküler, yüzyıllar boyu farklı sanatçıların elinde tekrar edilerek çeşitlenmiş ve zenginleşmiştir. Ancak böyle imkanları olmayan, sınırlı bir coğrafyada, diğerlerine göre oldukça sınırlı ve sıkıntılı bir zaman diliminde ortaya çıkan bir Pantheon’a göz atmaya ne dersiniz?
URARTU KRALLIĞI, MÖ 9. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDAN İTİBAREN KURULUR
Anadolu’daki egemen güç olan Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından ortaya çıkan birçok küçük devlet, kültürel olarak Hitit’i takip eden ancak siyasi olarak onun gücünün yakınından bile geçmeyen yapılarıyla, imparatorluğun topraklarında yaşamlarını birkaç yüzyıl sürdürebilmişlerdir. Aynı toprakların bir kısmında Urartu Krallığı, yaklaşık 500 yıllık bir yerel beylikler sürecinin ardından MÖ 858 yılında kurulmuştur.
Demir Çağı içerisinde, Doğu Anadolu’da, Van Gölü Havzası’nda, kuzeyde ve kuzeybatı İran içlerinde; birbirleriyle yoğun organik bağlarının olmadığı, sınırlı da olsa tarımsal alanlara sahip, hayvancılık, tarım ve madencilik etrafında kümeleşen ortak davranışlara sahip beylikler bilinmektedir. Bu beylikler, yüksek dağ kaleleri içinde kendilerini güvence içine almış ve kale yakınlarındaki halklarla ekonomik ve askeri gereksinimlerini karşılamış bir aşiret sistemi içinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Sözü edilen bu bölgelerdeki kale odaklı bu tür yerleşim tarzı, bu coğrafyada Demir Çağı kültürünün ve bu kültür kapsamındaki siyasi, ekonomik ve dinsel inanışların da temelini oluşturmuştur. Özellikle tarım ve hayvancılığı ilgilendiren bereket kültü, büyük ihtimalle bu yerleşimlerin ortak noktalarının en başında gelmektedir.
Urartu Krallığı’nın kurulmasından önce sözü edilen Urartu Beylikler Dönemi boyunca, yani 2. binyılın son çeyreği ve 1. binyılın ilk çeyreğinde ne yazık ki bölgede üretilen yazılı kaynak yoktur. MÖ 1274 yılında başlayan Asur saldırıları sonucunda bölge hakkında bilgi veren yegâne yazıların Asur yazılı kaynakları olduğunu ve ne yazık ki bu kaynaklarda bölgenin dini yapısı hakkında hiçbir bilginin olmadığı söylenebilir.
Asur Kralı Salmansar’ın yazıtında Uruadri adıyla anılan ülkenin kapsamı konusunda güvenli bir belirleme yapılamamıştır. Fakat anlaşıldığına göre ülke, en azından belki her biri kendi başkentinin adıyla anılan sekiz beylikten oluşmakta ve ülke kapsamında en azından 51 kent bulunmaktadır. Yine Asur Kralı I. Tiglatpileser’in (MÖ. 1114-1076) yaptırmış olduğu kitabelerde kendisine karşı yirmi üç yerel beyin birleşerek bir ordu çıkardığı yazılıdır. TiglatPileser bu orduyu MÖ 1112’de Muş’un Bulanık ilçesinde Yoncalı denen yerde yaptığı savaşta yenmiş ve yengisini oraya çivi yazılı anıtta yazmıştır. Dönemin sonlarına doğru Asurluların Doğu Anadolu üzerine yaptıkları seferler nedeniyle aralarında herhangi bir siyasi birlik bulunmayan "Feodal Beylikler", tehlike ile karşı karşıya kaldıkları için birleşerek güç birliği yapmışlar ve böylece tarih sahnesine Asurluların yazıtlarında geçen şekliyle "Nairi" ya da "Uruadri" krallığı ortaya çıkmıştır.
Urartu Krallığı’nın kurulmasıyla, yazılı metinlerde bir başkent ve bir kral adıyla karşılaşırız. Ancak bu dönemde krallık dini ve ritüelleri ile ilgili hiçbir bilgi de henüz kaynaklarda görülmemektedir. Bu zamana kadar tüm yazılı kültürlerde resmi yazılar, her zaman kralın adı ile birlikte en az bir tanrı veya tanrıçadan bahsederken, MÖ 832 yılına ait Urartu Krallığı’nın bilinen ilk yazıtında Kral Sarduri (Seduri) ve babası Lutipri isimlerinin yanında herhangi bir koruyucu tanrı adı yer almamıştır.
Şimdi elimizdekileri alt alta sıralayalım. Anlaşıldığı üzere, aynı bölgede yüzyıllardır ortak bir yaşam biçimi ancak ayrı siyasi yapı gösteren beylikler, çeşitli nedenlerle bir araya gelerek krallık kurma gereği duymuşlardır. Ancak bu nedenler arasında dini bir ortaklığın olmadığı ilk baştan göze çarpar. Birçok ortak özelliklerine karşın, farklı kültürel yapıya, geleneklere, inanışlara ve bunlara bağlı olarak farklı uygulamalara sahip olan bu toplulukların, krallığın kurulduğu ilk yıllarda üzerinde anlaşma sağladıkları ortak kavramların henüz oluşmadığı açıktır. Yeni siyasi yapının ilk yazılı belgesinde kral temsil edilmiş olsa da, “krallığı” temsil eden bir ortak tanrı veya tanrıların olmaması bu durumun en önemli ispatıdır. İşte bize bir kültürün baş tanrı veya tanrıçalarını nasıl/neden seçtiğini gösterecek bir kavşaktayız. Buyurun, bakalım önümüzden gelene ve geçene!
TANRI VE TANRIÇANIZI NASIL SEÇERSİNİZ?
Öncelikle insanı şekillendiren en önemli şeylere, iklim ve coğrafyaya soralım: Tanrı ve tanrıçalarınızı nasıl seçersiniz? Aynı coğrafyada uzun yıllar geçiren beyliklerin dağ, mağara, göl ve nehir tanrıları Pantheon’a hoş geldiniz. Tarım ve hayvancılığın bereketini kutsayan tanrıçalar haydi siz de gelin. Yaşadığımız topraklarda önceden bürokrasi sahibi olmuş ilahlar, sizi de rica edelim aramıza lütfen. İşte oldu, yaşamı düzenleyen yapıyı oluşturduk: Artık bir sistem içerisinde, coğrafya ve iklimle uyumlu, kökenleri ile bağını kurmuş ve bizi "ötekilerden" ayıracak şekilde bir yaşam sürebiliriz. Sürebilir miyiz? Hiç eksik yok mu?
Sınırlı ekonomik kaynaklar ve zor bir coğrafyanın yanında, gözünü buraya dikmiş, hem bu kaynaklardan yoksun göçebe topluluklar hem de organize krallıklar varken, yani sürekli tehdit altındayken ya da elimizde olmayan ancak ihtiyacımız olan kaynakları ve toprakları elde etmek istersek, yani bir tehdit oluşturmaya çalışırsak bize kim yardım edecek? İşte seçimin asıl cevabı burada gizli. Geleneksel ve sürekli bir yapıyı oluşturmak için öncelikle güncel ihtiyaçların karşılanması gereklidir. Bizi hayatta tutacak sorunlara ve sorulara cevap verecek bir şeye ihtiyacımız var.
Elimizdeki kaynaklar, Sarduri’den sonra tahta geçen Kral İşpuini döneminde Urartu Pantheon’unun oluşum sürecinin başladığını gösterir. Yazıtlarda yer alan "Tanrı Haldi’nin kudretiyle, Sarduri oğlu İşpuini.." cümlesi iki bakımdan çok önemlidir. Artık nihayet krallığı temsil eden bir ortak tanrı vardır ve bu tanrı daha önce hiçbir yerde karşımıza çıkmamıştır. Günümüz araştırmaları Haldi’nin, Urartu Devleti’ni oluşturan beyliklerden en güçlüsünün tanrısı olabileceğini ileri sürer. Ayrıca en büyük düşman olan Asur Devleti’nin de ülkenin kendi adıyla anılan ulusal tanrısının bir savaş tanrısı olduğunu söylemek gerekir. Haldi’nin kökeni konusundaki bu bilgiler tartışmaya açık olsa da tanrının görev ve yetkileri gayet belirgindir; Haldi, bir savaş tanrısıdır. Savaşa çıkan kralı kutsayan, savaşı kazanmak isteyenlerin yakardığı, zaferlerde ise adı yazıtlarda en başa yazılan bu tanrıya, barış zamanında dikilen çoğu yapının da adandığını eklemek gerekir. Zira savaş her an yeniden başlayabilir.
Krallığın kuruluşunda pay sahibi olan beylikler sınırlı tarım ve verimli yaylalarda hayvancılık yaparak yaşamlarını sürdürürdü ve topraklarını genişletmek gibi bir politikaları yoktu. Zaman zaman karşılaştıkları saldırılar olsa da, savaş ve savaşın başarılı olması yolunda gayret sarf etmesi gerekli bir tanrı kavramı da haliyle çok önemli değildi. Ancak krallık beyliklerden farklı ihtiyaç ve düşmanlara sahipti ve savaş, bu krallığın gerçeklerinden birisiydi. İşte bu yüzden Tanrı Haldi, artık savaşlarda Urartu ordusunun önünden gitmekte, kutsal silahı olan kargıyı düşman askerlerine fırlatarak onları öldürmekte ve onları yenerek Urartu krallarının buyruğu altına sokmaktadır.
Haldi adına yapılan törenlerin ağırlıklı olarak, tapınaklara ve özel yapılara kalkanlar ve silahların adanması şeklinde düzenlendiği bilinir. Ancak savaş aletlerinin üzerine tanrının adının yazılması ve tanrının silahları için kurban töreni yapılması da sıklıkla tekrarlanan diğer uygulamalardır. Aynı zamanda, özü savaş tanrısı olsa da Haldi bir baş tanrıdır. Dolayısıyla Urartu kralının her icraatı, ister kanal veya tapınak inşası olsun isterse bir kentin sıfırdan kuruluşu olsun ancak Haldi’nin emriyle, onun büyüklüğü, gücü ve lütfuyla gerçekleşir. Bu yüzden her zaman her yerde onun adı ve sözü geçmelidir.
Haldi örneği, bir kültürün dini yapısının şekillenmesini gösteren en özel örneklerden birisidir. Amacımıza ulaştığımıza, bir baş tanrının nasıl seçildiğini bulduğumuza göre, artık Urartu tanrılar/tanrıçalar birliğini tamamlayıp yazımızı sonlandıralım. Haldi ilk kez İşpuini döneminde karşımıza çıkmıştı. İşpuini ve oğlu Menua’nın krallığı ortak yönettiği dönemde Pantheon; eski köklü tanrı ve tanrıçalar, yerel doğa tanrı ve tanrıçaları, bolluk-bereket simgeleyen karakterler ile ele geçirilen yeni toprakların tanrıları eklenerek standartlaşacaktır. Aynı zamanda ilahların arasındaki kardeşlik, evlenme, çocuk doğurma gibi akrabalık ilişkileri ile tanrı veya tanrıçalara adanacak kurbanların çeşitleri ile sayıları da resmiyet kazanacaktır.
Son sözümüzde müsaadenizle bir genelleme yapalım. Eski uygarlıklardan öğrendiğimiz üzere; Pantheon, yaşayan insanların göklere yansıyan gölgelerinden oluşmaktadır!
*Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü Öğr. Gör.