Başak Baysallı: Bir iktidar en çok geçmişte yapılanlardan güç alır
Başak Baysallı ile ilk romanı 'Sarkaç'ı konuştuk. Baysallı, "Dünyanın herhangi bir yerinde öteki olarak yaşamak, dilini, inançlarını koruma pahasına mücadele etmek bıçak sırtında yürümek demek" dedi.
DUVAR - Yazar Başak Baysallı’nın ‘Tarlakuşu Mahallesi’ adlı öykü kitabıyla başladığı yolculuğu, 2020 yılında yayımlanan ‘Fresko Apartmanı’yla devam etti. Türkiye’nin azınlıklarının yaşadıkları acıları gösteren, bir anlamda geçmişle ve yakın tarihin bir büyük yarasıyla yüzleşme cesareti taşıyan öykülerden oluşan ‘Fresko Apartmanı’ oldukça ses getirmişti.
Yazar, aradaki sessizliği fazla uzatmadan, yepyeni bir kitapla okurlarının karşısında. ‘Fresko Apartmanı’yla başladığı üçlemenin ikinci kitabı olma özelliği de taşıyan bu yeni kitabın adı ‘Sarkaç’. Roman, ‘Fresko Apartmanı’nda sözü edilen ancak hiç görünmeyen Eleni’yi okurun karşısına çıkarıyor, onunla birlikte 1940’lı yıllara uzanan bir hikâyeyi anlatıyor.
Yine bu toprakların Ermenilerinin, Rumlarının ve Yahudilerinin yaşadıkları türlü baskı ve acıyı, adaletsizliği anlatan Baysallı’yla aynı zamanda roman türündeki ilk eseri olan ‘Sarkaç’ı konuştuk.
2020 yılında yayımlanan ‘Fresko Apartmanı’ adlı öykü kitabınızdaki hikâyelerin bir parçasıydı ‘Sarkaç’. Nasıl romana dönüştü?
‘Fresko Apartmanı’nda her bir karakteri apartmanın dairelerine yerleştirirken Eleni ve onun hikâyesi de benimleydi. Eleni, ‘Fresko Apartmanı’nda görünen değil; sözü edilen bir karakterdi. Öyküleri tamamladığımda kitabın sonuna Eleni’nin hikâyesini eklesem mi acaba, diye düşünmüştüm o günlerde ama Eleni ile ilgili yazmak istediğim öyle çok şey vardı ki bunlar öykünün sınırlarını aşacaktı. Eleni ve onun hikâyesini anlatmak ancak bir romanla mümkündü. ‘Sarkaç’, temelde bu düşünceyle oluştu, diyebilirim.
‘Fresko Apartmanı’ 6-7 Eylül olaylarını alıyordu merkezine. ‘Sarkaç’ ise ileri değil, geriye uzanan bir hikâye. 15 Kasım 2003 tarihinde Beyoğlu ve Şişli’deki iki sinagoga düzenlenen saldırılarla başlıyor ve geçmişe uzanıp 1940’lı yıllara götürüyor okurunu. Bu devam kitabında odaklandığınız hikâye ve dönemi sizden dinleyelim mi?
Geçmişi her daim çok merak ediyorum. Bugünlere nasıl geldiğimizi… Hem ‘Fresko Apartmanı’nda hem ‘Sarkaç’ta geçmişe odaklanmamın en büyük sebebi merak ve bugün yaşananların nedenini anlama çabası. Çok uzun zamandır Cumhuriyet’in ilanından sonraki süreçte Türkiye’de neler olup bittiğini araştırıyorum. Özellikle 1930’dan sonraki süreçte Rum, Ermeni ve Yahudi toplumunun yüzyıllardır yaşadığı topraklarda bir yabancıya dönüştürüldüğünü, yok sayıldığını öğrendiğimde dehşete düşmüştüm. Uzun bir süre, nasıl olur, diyerek isyan ettim, ardından derin bir çaresizlik hissiyle mücadele etmek zorunda kaldım ve nihayetinde yüreğimde bir sızıyla yaşamaya mahkûm oldum. Hem ‘Fresko Apartmanı’nda hem ‘Sarkaç’ta bu sızıya kulak vererek yazmaya çalıştım. 1934’teki Trakya Olayları nedeniyle Trakya’da yaşamını sürdüren Yahudi toplumunun yerini yurdunu bırakarak göç etmesi, 1941’de Ermeni, Rum ve Yahudi erkeklerinin nafia askeri olarak çalışma kamplara gönderilmesi, onun hemen ardından 1942’de mecliste kabul edilen Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955’te yaşananlar ve 1964 sürgünleri… Tüm bunlar dikkatimi çeken ve ayrıntılarını öğrenmek için peşine düştüğüm gerçeklerdi. ‘Sarkaç’ta özellikle 1940-1954 arasında İstanbul’da Rum, Ermeni ve Yahudi toplumunun yaşadıklarını anlatmaya çalıştım.
‘Sarkaç’, gerçekten yaşanmış olayların kurguyla harmanlandığı bir roman. Sadece çok uzak olmayan bir geçmişte tam da bu topraklar üzerinde yaşanmış olayları anlatmakla kalmıyor, bir kısmı bugün hâlâ var olan mekânlarla, semtlerle, sokaklarla ilgili de tarihi bilgiler aktarıyorsunuz. Romanı yazmaya başlamadan önce, bu yaşanmış olaylarla ve gerçek mekânlarla ilgili nasıl araştırmalar, ön çalışmalar yaptınız?
Roman yol boyunca gezdirilen aynadır, der Stendhal; hâliyle roman -gücünü kurgudan alsa da- gerçeğe, tarihe ve insana da ayna tutar. Ben de gerçeğe sırtımı yaslayarak, ondan destek alarak metinde yeni bir gerçek yaratmaya çalıştım. Öncelikle anlatmak istediğim dönemi her yönüyle kavramalıydım. Tarihi ve siyasi olayları öğrenmeliydim ama dönemin kıyafetlerini, şarkılarını, mimarisini, alışkanlıklarını, sosyal yaşamını, toplumsal problemlerini, yaygın olan hastalıklarını da es geçmemeliydim. Elbette araştırma süreci kolay olmadı. Farklı görüşlerin etkisinde kaleme alınmış araştırma, inceleme eserlerini okumakla başladım işe. Kütüphanelerin süreli yayınlar bölümünde yer alan gazete ve dergileri taradım, fotoğraf ve resimlerin de yer aldığı müze ve enstitü arşivlerinde çalıştım. Kitapta ele almak istediğim konularla ilgili sempozyum, konferans ve söyleşilere, sözlü tarih çalışmalarına katıldım. Bu süreçte tanıştığım herkesten bir şeyler öğrenmek için çok çabaladım. Her zaman her şeyin yolunda gittiğini söyleyemem. Günler süren araştırmaların sonucunda zihnimdeki soru işaretlerine yanıt bulamadığım da oldu, en başa döndüğüm de… Öte yandan mekânlar, hatırlama eylemi için işlevseldir. Hafızanın korunup kollandığı yerdir bir bakıma. Romana yerleştirdiğim Rumeli Han, İtalyan Hastanesi, Heybeliada Sanatoryumu, Fransız Lape Hastanesi gibi gerçek mekânların önünden, yanından defalarca geçtim, içeri giremesem de görebildiğim kadarıyla onları uzun uzun seyrettim ve onları anlatan tezleri, kitapları kendime rehber edindim.
Romanda kurgusal karakterlerin yanı sıra gerçekten yaşamış isimleri de birer roman karakteri olarak kullanıyorsunuz. Ara Güler, Şükrü Saraçoğlu, İsmet Paşa, Maryam Şahinyan’lı Foto Galatasaray, Necip Fazıl ve daha birçok ismi roman karakterleriniz arasına yerleştiriyorsunuz. Bir okur olarak, anlattığınız hikâyenin ardındaki ağır gerçekleri daha görünür kıldığını söyleyebilirim bu tercihinizin. Sizin bu karakterleri romana dâhil etmenizin ardında nasıl nedenler vardı?
Dönem atmosferini yaratabilmek için gerçek mekânların yanı sıra o yıllarda yaşamış ve birçoğumuzun tanıdığı kişileri de metne yerleştirmek istedim. Kurgu karakterlerin onlarla bazı bölümlerde yan yana, karşı karşıya gelmesi okurda uyanan gerçeklik hissini güçlendirir, diye düşündüm. Öte yandan romanın mekânları da bunun için epey elverişliydi. Beyoğlu, Kuzguncuk, Adalar, Galata Köprüsü, vapurlar… Ara Güler’in ya da Bedri Rahmi’nin, Necip Fazıl’ın bu mekânlardan geçip gitmesi o dönemde gayet mümkündü. Elbette yer verdiğim her kişinin kurgunun içinde işlevsel bir yer almasına, kurguya hizmet etmesine dikkat ettim.
'İNSAN HER AN YOK SAYILDIĞI BİR TOPLUMDA KENDİNİ NASIL VAR EDEBİLİR Kİ?'
Yahudilerin “Las Vente Klasas”, Ermenilerin “Kısan Tasagark”, Rumların “İkosi İlikeis”, Türklerin ise “Yirmi Kur’a” dediği olay yaşanıyor 1940’ların başında. Üzerinden çok geçmeden Türkiye’deki azınlıkların çoğunun hayatını alt üst eden Varlık Vergisi onaylanıyor Meclis’te. Birçok Ermeni, Rum ve Yahudi’yi Aşkale sürgünü bekliyor sonra. Romanda yerini alıyor tüm bu olaylar. Bu manzaranın ortasında, o günlerde Türkiye’de azınlık olmakla ilgili neler söylersiniz?
O günlerde Türkiye’de Ermeni, Rum ve Yahudi toplumu başlarına bir dizi felaketin neden geldiğini bir süre anlayamıyor; kendilerine reva görülen eziyetin nereden ve nasıl doğduğunu idrak etmekte güçlük çekiyor. Büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorlar. Bir yanda doğup büyüdükleri topraklara duydukları sevgi ve bağlılık, öte yanda devlete duyulan güvensizlik, başlarına her an her şeyin gelebileceğine dair hissettikleri korku, bir yandan da savaş… Şüphesiz onların ne yaşadığını birebir anlamak ve anlatmak mümkün değil. Tarihe şöyle bir baksak sadece o yıllarda değil, her dönemde geniş toplumun dışında kalan herkes için ayakta kalabilmenin çok zor olduğunu görebiliriz.
Peki, sizce günümüzde azınlıklar için Türkiye’de koşulları nasıl?
Değişen pek bir şey yok. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın herhangi bir yerinde öteki olarak yaşamak, kültürünü, dilini, inançlarını koruma pahasına mücadele etmek bıçak sırtında yürümek demek. Açlıkla, yoklukla, ölümle her daim burun buruna gelmek demek. Hrant Dink’in söylediği gibi kendini bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görmek demek. Geniş toplumu oluşturan bireylerin tehditkâr bakışlarına, sözlerine, davranışlarına maruz kalarak bir hayat kurmaya çalışmak epey güç, yıpratıcı. İnsan her an yok sayıldığı bir toplumda kendini nasıl var edebilir ki?
Yaşadıklarının ardından birçok Ermeni, Rum ve Yahudi başka ülkelere göç ediyor. Göç, dramın bir başka boyutu aslında, siz ne düşünüyorsunuz?
Gitmek, hele ki sürgün edilmek, göçe mecbur bırakılmak trajedinin bir başka yüzü. Acı hatıraların yaşandığı mekânlarda nefes alıp vermeye devam etmek, gidenlerin ardından hatırlayarak yaşamak ne denli zorsa gitmek, geride bırakmak, hasret çekmek de o kadar zor. Yabancı bir memlekette, başka bir dilde insan kendini nasıl inşa edebilir, kimliğini koruyarak o yabancı memleketin bir parçası haline nasıl gelir, bilemiyorum. Söz konusu gönüllü bir gidiş ise belki zamanla alışır insan, ama doğduğumuz toprakları istemeyerek, gönülsüzce terk etmek durumunda kaldıysak şüphesiz bir gün döneceğim diyerek tutunuruz hayata, ne yapsak ne etsek alışamayız gittiğimiz yere.
Göç, günümüzün de global anlamda en büyük yaralarından biri. Bugün nasıl bir manzara var?
Savaş, yoksulluk ve iktidarların yarattığı baskı göçün en önemli nedenleri. Kimse mutlu mesut yaşarken ülkesini terk etmez; mecbur kalmadıkça başka bir dilde hislerini, düşüncelerini anlatmak istemez. Göç etmek zorunda kalanlar, bir yandan yeniden hayata tutunmaya çalışırken bir yandan da kendilerini istemeyen bir toplumla çatışmak zorunda kalıyorlar. Bir göçmen için belki de en önemli şey yabancısı olduğu bir ülkede tanınmak, kabul görmek. Dünyaya, özellikle insan haklarını dilinden düşürmeyen Batı ülkelerine baktığımızda yaşananlar ortada. Savaştan canını kurtarmak ya da çatışmaların ortasında yer almamak için evini, yurdunu bırakıp yollara düşen mültecilerin başına gelenleri, kıyıya vuran bebek cesetlerini unutmamız mümkün değil.
'BİR İKTİDAR EN ÇOK GEÇMİŞTE YAPILANLARDAN GÜÇ ALIR'
Roman, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan bir epigrafla açılıyor: “Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz.” Sizce bu hesaplaşmalar, yüzleşmeler gerçekleşmediğinde ne olur?
Aynı hataları yapmaya devam ederiz. Yıllar geçer, iktidarlar değişir, geniş toplumun dışında kalanların etnik kimlikleri farklılaşır ama devletin uygulamaları değişmez çünkü herhangi bir iktidar en çok geçmişte yapılanlardan güç alır. Yaşadıklarımızın geçmişte yaşananlara benzemesi tesadüf değil. İktidarlar ve onların gücüne tapan geniş toplum hesabı verilmeyen, bedeli ödenmeyen haksızlıkları önceki nesilden devralarak uygulamaya devam eder. Tam da burada Birhan Keskin’in bir dizesini hatırlatmak isterim: “Adaletin içinde bir zalim oturur” der Sevgili Birhan. İşte, biz geçmişle yüzleşmedikçe, hesaplaşmadıkça adaletin içinde her daim bir zalim oturacak ve birilerine zulmetmeye devam edecektir.
Bir de; “Tarih, tekrarlardan ibaret olduğunu söyledi yine” diyorsunuz romanda. Bugünün manzarası bu cümlenizi doğrular nitelikte. Peki, en azından gelecek için bir umut yok mu?
Umut var, diyebilmeyi çok isterdim. Adaletin işlediği, barışın hâkim olduğu günler gelecek elbette, diyebilmeyi de… Geçmişe bakıyorum, ardından bugüne… Hiçbir şey öğrenmemişiz, bir arpa boyu yol gidememişiz. Kurduğumuz cümleler hep aynı. Yanıbaşımızda bombalar patlamaya devam ediyor. Kimliğimizi, dilimizi, dinimizi bir kenara bırakıp her şeye uzaktan bakabilsek, bir başkasının yerine geçerek düşünmeyi öğrenebilsek, laf olsun diye değil, gerçekten karşımızdakini anlayabilsek her şey zamanla değişir elbette ama ne yalan söyleyeyim, bunu toplum olarak başarabileceğimize inanmıyorum. Bireysel çabalar da ne kadar faydalı olur, bilemiyorum.
Tüm bunların finalinde, sorayım: Romanın ismi neden 'Sarkaç'?
Romanı isim düşünmeden yazıp bitirdim. Hikâye tamamlanınca bir isim bulurum elbette, diye düşündüm ama sandığım kadar kolay olmadı. Alt alta sıraladığım onca isimden sonra aklıma gelen ‘Sarkaç’ nihayet içime sindi. Romanda bölüm bölüm her duyguyu işlemeye çalıştım. Karakterlerin de bu zıt duygular arasında seyir halinde olmasına özen gösterdim. Bir yanda hüzün, keder, acı, öfke, kıskançlık; öte yanda aşk, sevgi, dostluk, güven… Kitabın öne çıkan karakteri Eleni de bir geçmişte, bir bulunduğu anda hikâye boyunca. Hatırlamakla unutmak arasında gidip geliyor. Tıpkı bir sarkaç gibi… Hem zamanlar hem eşyalar hem duygular arasında salınıyor. Ayrıca kitabın nesne olarak kendisini de bir sarkaç gibi düşündüm. Bunca zamandır yazarın elindeydi, şimdi ise yankısını başka zihinlerde ve yüreklerde bulmak için okurun ellerinde.
SERİNİN ÜÇÜNCÜ KİTABI GİDENLERİ ANLATACAK
'Fresko Apartmanı'yla başlayan bir üçlemenin ikinci halkası 'Sarkaç'. Bu üçleme fikri nasıl doğdu?
Hikâye zihnime düştüğünde büyük bir duvar resmi seyrediyor gibiydim. 1940’tan günümüze uzanan bu hikâyeyi tek kitapla anlatabilmem mümkün değildi. Önce hikâyenin görünen yüzü belirsin istedim. ‘Fresko Apartmanı’ndaki öyküler böyle oluştu. Karakterler, dairelere yerleştikçe ben onların yalnızca o andaki hallerini değil, geçmişlerini de ince ince örmeye başladım. Karakterlerin hikâyelerinin katmanları çoğaldıkça ‘Fresko Apartmanı’nı tamamlayan iki kitap daha tasarlamaya başladım. ‘Fresko Apartmanı’nı tamamladığımda üçlemenin diğer iki kitabında neyi yazacağımı biliyordum. İkinci kitap 1940-1954 yılları arasına, üçüncü kitap ise 1960’tan günümüze uzanacaktı.
Serinin üçüncü kitabıyla ilgili ipucu verir misiniz meraklı okurlarınıza?
‘Fresko Apartmanı’nda ve ‘Sarkaç’ta -ağırlıklı olarak- her ne olursa olsun yaşadığı topraklardan ayrılamayanların, yani kalanların hikâyelerini anlatmaya, onların ruh halini anlamaya çalıştım. Üçüncü kitapta ise gidenlerin, İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalan karakterlerin neler yaşadığını ele almak istiyorum. Tabii yine dönemin siyasi ve sosyal olaylarını arka plana yerleştirerek…