Başaran Aksu: İşçi eylemlerindeki temel motivasyon haysiyet ve onur talebi
Umut-Sen Örgütlenme Koordinatörü Başaran Aksu, yılın ilk üç ayındaki eylemlerin 12 Eylül’den bu yana etkinliğini artıran neoliberal politikalara karşı bir itiraz olduğunu söylüyor.
DUVAR - Bağımsız bir sendika olarak yola çıkan Umut-Sen, geçtiğimiz kasım ayından bu yana kendisini bir sınıf mücadelesi odağı olarak tanımlıyor. Yılın ilk üç ayında gerçekleşen Migros, Trendyol, Yemeksepeti, Yurtiçi Kargo ve Farplas başta olmak üzere çok sayıda fiili grevde aktif rol üstlenen Umut-Sen, İlkelerini benimseyen herkesin içinde yer alabildiği kolektif bir yapı.
Umut-Sen Örgütlenme Koordinatörü Başaran Aksu, 12 Eylül’den bu yana uygulanan neoliberal politikaların, işçileri yoksullaşmış, aşağılanmış ve temsilden kovulmuş bir varlık haline getirdiğini söylüyor. Aksu’ya göre yılın ilk üç ayındaki grevleri ortaya çıkaran esas motivasyon da, eşitsizlik ve adaletsizlik sürecine olan itirazın ta kendisi... “Ücret mücadelesi, bunun dışa vurulan kısmıdır. Ama dikkat kesilen herkes, esas motivasyonun başka bir şey olduğunu görür.”
Parlamentodan, belediye meclisine kadar seçimle gelinen zeminlerde işçilerin kendine yer bulamadığını vurgulayan Aksu, bu durumun işçilerin öz örgütleri olan sendikalar için de geçerli olduğunu savunuyor: “Dolayısıyla biz bu durumu ters yüz etmeye dönük bir arayışın ve çabanın parçasıyız” diyen Aksu’yla işçilerle bir araya gelmek için çıktığı Erzincan yolunda konuştuk.
Bağımsız bir sendika olarak yola çıkan Umut-Sen, toplumun farklı kesimlerini bir araya getiren bir kolektif olarak yola devam ediyor. Bu süreç nasıl gelişti?
Toplumsal formasyondaki köklü değişimler ve mevcut yapıların bu durumu kavramaktan, kapsamaktan uzak konumlanmışı nedeniyle işçiler, esnekleşme ve taşeronlaştırma süreçleri karşısında yalnız bırakıldı. Umut-Sen, 2000’li yıllarda bu yalnız bırakılma hallerine dönük bir arayışın ürünü olarak gündeme geldi.
İşçilerin yalnız bırakılmasına dair en önemli itirazlarından biri, sendikalardaki bürokratik yapılara karşı öyle değil mi?
Aslında bu yeni bir şey değil. Bürokratik, katılaşmış, kastlaşmış yapılardan dolayı işçilerin sendikalardan dışlanması 2000’li yıllardan beri karşılaştığımız bir husustur. Sendikaların, işçilerin ekonomik ve demokratik mücadele örgütleri olmaları hakikatinden uzaklaştığını o yıllarda da görüyorduk. Bu nedenle işçilerin yer aldığı komiteler, meclisler, konseyler gibi öz örgütlenme yapılarına dayanarak 2008 yılında bir metinle başladık. O zamana kadar yürütülmüş çalışmaların bir tür koordinasyonu kurduk. Kendimizi bu dönemlerde bir ara sendikal odak kavramıyla tanımlıyorduk. Hem yeni sendikaların kuruluşuna ön ayak olmak, hem de mevcut sendikaların demokratik muhalefetler geliştirerek işçilerce dönüştürülmesine yönelik bir perspektifi savunuyorduk. Bunları hala yapıyoruz. Ama geçtiğimiz kasım ayına geldiğimizde biz kendimizi artık bir sınıf mücadelesi odağı olarak tanımladık. Sadece direniş örgütleyen bir yapı değil, doğrudan sınıf örgütlenmelerini yürüten bunlara emek eden bir yapı.
Bunda ne etkili oldu?
Öncelikle, bu tanımlama sürecinin öncesinde bir dizi bağımsız sendika oluştu. Ayrıca örgütlenme çabalarımızla Türk Metal’in, HAK-İş’in, TÜRK-İş’in ve DİSK’in içindeki kimi sendikalarda oldukça organize, etkili ilişki ağları yarattık. Sarı sendikalar içerisindeki bu katılaşmış yapıları kırmaya çalışan arkadaşlar, bunu örtük bir şekilde yaptı. Çünkü açıktan faaliyet yürütmek bu arkadaşlar açısından işten atılma sebebi. Bir şans yakalanırsa oralarda bulunan bu işçi komiteleri, konseyleri bir şekilde kendilerini açığa vurarak oraların yeniden işçi örgütü olmaları konusunda bir hamleyi açığa vuracaktır. Bu tür zeminleri teşvik etmeye devam ediyoruz.
‘ÇİFTÇİ KENDİ TOPRAĞINDA PROLETERLEŞTİ’
Umut-Sen’in ekoloji, göç gibi farklı odakları olan bir yapısı var. Şimdi ise tarımla ilgili yeni girişim başlatıyorsunuz. Bu girişimi hangi ihtiyaç ortaya çıkardı?
Mülkiyet ilişkilerindeki parçalanmanın da getirdiği süreçler sonrasında çiftçiler, kendi toprağında proleterleşti. Dolayısıyla hem çiftçilerin haklarını hem de tarım işletmelerinde çalışan işçilerin haklarını gündeme getirecek bir sendikalaşma çabamız var. Aynı şey, ekoloji mücadeleleri için de geçerli. Çünkü insanlar doğrudan taş ocaklarına, HES’lere, madenlere, enerji şirketlerine karşı mücadele veriyor. Çevre mücadeleleri, eskiden daha çok orta sınıfların, duyarlı kesimlerin bir hassasiyeti iken şimdi devleti arkasına almış maden ve enerji şirketleri karşısındaki halkın direnişleri olarak gündeme geliyor. Ekoloji kolektifi, bu inisiyatiflerin taleplerini ülke kamuoyuna taşımak ve bu talepleri güçlendirmek amacıyla pozisyon almaya başladı.
Sürekli vurguladığınız katılımcı yapı neden önemli? İşçilerin karar alma mekanizmalarında yer almadığı sendikalarda ne oluyor?
İşçiler, emekçiler bu ülkede seçilme haklarını fiilen kaybetmiş durumdalar. İşçilerin parlamentoda, belediye başkanlığında ya da belediye meclisinde yani seçimle gelinen zeminlerde yer bulmaları mümkün değil. Önlerine kim aday olarak getirilirse, işçilerin onlara oy vermesi dayatılıyor ve işçiler oy verme işlemi dışındaki bütün mekanizmalardan dışlanıyor. Sendikalar, işçinin kurumları ama işçiler buradan kovulmuş durumdalar. Sendikalara çeteler, şebekeler, çıkar grupları çöreklenmiş durumda. Bunlar da genelde patronla iç içe yapılar ya da doğrudan sermaye örgütleri.
‘MEMLEKETİN BEŞTE DÖRDÜ TEMSİLDEN KOVULMUŞ DURUMDA’
İşveren sendikalarını mı kastediyorsunuz?
Sermayenin nasıl partileri, üniversiteleri varsa kendi işveren sendikaları da var. Ama o da yetmiyor ve işçilerin sendikalarını kontrol altına alıp yönlendiriyorlar. Dolayısıyla burada doğrudan işçilerin kendi sendikalarını ürettikleri ve yönettikleri zemin ortadan kalkmış durumda. Biz bu zemini yeniden inşa etmeye yönelik bir perspektifle hareket ediyoruz. İşçi, hem kendi fabrikasında hem de sendikasında söz sahibi olmayan temsilden kovulmuş dışlanmış bir varlık durumunda. Memleketin beşte dördünü bu proleterleşme hususu etkiliyor ve beşte dördü temsilden kovulma sorunuyla karşı karşıya. Temsil deyince sadece elitlerinin temsili gibi bir şey anlaşılıyor. Dolayısıyla biz bunu ters yüz etmeye dönük arayışın ve çabanın bir parçasıyız. Sendikal bürokrasiler içerisinde sağlanan demokrasiler de yetmez çünkü meclisler, komiteler sendika olumsuz bir duruma doğru hareket etmeye başlayınca müdahale edebilecek yegane araçlar. O yüzden katılımcı yapıyı çok kritik buluyoruz.
Yılın ilk üç ayında yapılan işçi eylemlerini harekete geçiren temel motivasyonun, ekonomik gidişat ve hayat pahalılığı olduğu vurgulanıyor. Buna katılıyor musunuz?
Bu ekonomik sorun, şu anda gündeme gelen ve geçtiğimiz 2,5 ay boyunca süren mücadelelerin etkinleşmesinde katalizör oldu. Ancak esas motivasyon gözden kaçırılıyor. 12 Eylül’den bu yana tam 40 yıl boyunca etkinliğini peyderpey artıran ve Türkiye’nin beşte dördünü proleterleşmenin sahası haline getiren neoliberal politikalar geniş bir yumağı birleştirdi. Burada hem hukuktan hem de kentten dışlanmayla gelen bir hakikatler sorunu var. Günde 16-17 saat mesai, mobbing, taciz koşulları altında çalışma... Ortaya çıkan direnişler, bütün bu koşullara karşı bir haysiyet ve onur talebi. Burada 40 yıl boyunca süren bu yoksullaştırma, aşağılanma, insan dışı bir unsur haline gelme konumuna itiraz var. Bu direnişlerin arkasındaki motivasyonu, bir parça kazıyınca görülebilecek olan hakikat budur. Ücret bunun herkesin daha çabuk gördüğü dışa vurulan kısmıdır. Ama dikkat kesilen herkes, esas motivasyonun bu yaşanan eşitsizlik ve adaletsizlik sürecine itiraz olduğunu görecektir.
Bu eylemlerde elde edilen kazanımlar yalnızca eylemi yapanlarla sınırlı kalmadı, tüm işçilere yansıdı. Siz sahada neler gözlemliyorsunuz?
Şimdi bir kamuoyuna yansıyan direnişler var, bunların bilgisine aşağı yukarı herkes ulaşabiliyor. Bir de yansımayan ve grev tehdidi kavramıyla açıklayabileceğimiz bir durum var. Mesela diyelim ki bir OSB’deki fabrikalardan birinde direniş var ve direnişle kazanım geliyor. Hemen yan fabrikalarda benzer bir çalışma biçimi ve rejimi olduğu için oradaki işçiler de işverene "Siz bu taleplerimizi karşılamazsanız biz de direniriz" diyorlar. Biz işçi ağları ilişkilerimiz sayesinde en az 150 kadar böyle işyeri tespit ettik ama bu sayının çok daha fazla olduğuna kani olduk. İşveren bunu görüp panikliyor ama bazı durumlarda zammı da sıfırlamış oluyor. İşçi yüzde 50 isteyecekken, işveren “Yüzde 30'a yükselttim” diyerek işçinin direnme motivasyonunun da önüne geçmiş oluyor.
‘İŞÇİLER, SENDİKALAR OLMADAN KAZANABİLDİKLERİ BİR DURUMU YAŞADI’
Sizce bu eylemler, önümüzdeki aylarda devam eder mi?
Şimdi, yılın ilk üç ayında yapılan direnişler etkili oldu. İşçiler yaygın bir şekilde sosyal medya ve medya yoluyla direnişlerini duyurdular. Türkiye işçileri bu grevlerde, sendikalara ihtiyaç duymadan kendi örgütlenmeleriyle kazanabildikleri bir durumu ve duyguyu yaşadı. Eyleme katılmayan işçiler de bu direnişleri izledi ve bu bilgileri cebine attı. İşçilerin elimde artık böyle güncel bir hafıza var. Bu önemli. Şu anda hayat pahalılığı ve enflasyon koşulları devam ediyor. Giderek daha yakıcı ve hissedilir hale geliyor. İşsiz sayısı da katlanmaya devam ediyor. Çiftçileri, küçük üreticiyi etkileyen süreçler de yaşanıyor. Mayıs ve haziran ayında çaydan fındığa, buğdaydan pamuğa çiftçilerin eylemleri olacaktır. İşçiler, bu sürece ocak, şubat, mart aylarında fiili olarak kendi tavırlarını koydular. Bunu fiili örgütlenmelerine ve kendi öz güçlerine güvenerek yaptılar. İşçilerin hak arama, sıkışmışlık içindeki bu durumdan çıkmaya dönük hamlelerine, arayışlarına yanıt veren kucaklayıcı bir kurumsallık yok.
1 Mayıs’a hangi gündemlerle gidiyorsunuz?
Bizler açısından temel mesele, hem işçi sınıfının hem de bu işçi sınıfı etrafındaki ezilen halk topluluklarının özellikle son bir yıldır içinde oldukları yoksulluk, işsizlik, hayat pahalılığı, geçinememe durumu, iş cinayetleri, intiharlar... İnsanlar hacizlerle, icralarla boğuşuyorlar. Dolayısıyla gündemde bu meseleler var.
Bu sene de işçi sınıfı için tarihi bir öneme sahip olan Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs kutlamasına izin verilmedi. Geçtiğimiz yıl yasağa tepki göstererek Dolmabahçe’den Taksim’e doğru yürüyüş başlatmıştınız. Bu sene nerede olacaksınız?
Geçtiğimiz yıllarda 1 Mayıs konusunda AKP iktidarının keyfi yasaklayıcı bir tutumu vardı. Özellikle Gezi sonrasında bu tutumu sürekli hale getirdiler. Görünen şey su, Taksim Meydanı yasağına en son 8 Mart’ta feminist hareketin fiili bir tavrı oldu. Bu fiili hareket geceydi ve o açıdan da çok anlamlıydı. Gün ortasında Taksim Meydanı’nda yapılacak bir etkinliğin keyfi olarak yasaklanması kabul edilebilir bir şey değil. Zaten bütün hakları yasa yoluyla gasp edilmiş işçilerin, emekçilerin karşısına bir de yasakla çıkılması kabul edilemez. Bir sermaye devletinin koymuş olduğu yasak karşısında muhalifim, solcuyum, sosyalistim diyenlerin hangi gerekçeyle olursa olsun uygun meydan arayışına girmesi kabul edilebilir bir şey değil. Şener Şen’in filminde olduğu gibi koşarak gidiyorlar, gösterilen o meydana. Bu yasağı sorgulayacak, tartışmaya açacak, yasağı fiilen ortadan kaldıracak fiili bir tutumun inşa edilmesi temeldir. Sen bir yasağı ortadan kaldıracak bir demokratik tepkiyi örgütleyemezken rejimin, ülkenin demokratikleştirilmesi gibi meseleyle de aslında samimi içten bir derdi olmadığı anlamına gelir. Bütün toplum açısından bütün işçiler açısından meşru olan 1 Mayıs’ı yasaklayan bir iktidar politikası karşısında net, açık, anlaşılır bir tavır ortaya koyamayan bir muhalif yaklaşım, aslında iktidarın rejimi ayakta tutan mesnetlerden bir tanesidir diye düşünüyoruz.
‘1 MAYIS’TA YASAKLANAN MEYDANLARA DOĞRU GİDECEĞİZ’
Maltepe Meydanı’nda düzenlenecek olan eyleme katılmayacaksınız o halde?
1 Mayıs yasağı ortadan kalkıncaya kadar yasaklanan meydanlara doğru gideceğiz. Gücümüz ne kadarsa, kaç kişiysek bunun çok önemi yok. İşçilere, emekçilere cesaretli olmayı vaaz edenler, korkakça davranma ayrıcalığına sahip olamazlar. İşçilere önerdiğimiz şeyi kendimiz yapmazsak tezat bir noktaya düşeriz. Bu noktadan hareketle 1 Mayıs’ı Taksim’de karşılamayı politik bir tutum olarak görüyoruz. Emekten yana sendikalarla ve çevrelerle bunun arkasında duracağız.
İşçiler başta olmak üzere toplumun çeşitli kesimleriyle bir araya geldiğiniz etkinlikler düzenliyorsunuz. Sanırım şu anda Malatya’da bulunmanız da bunun için. Nasıl bir rota izlediniz?
Yaklaşık 20 gündür yollardayız. Türkiye’nin çeşitli illerinde 5 bin kilometre yol yaptık, 1 Mayıs’a kadar bir 5 bin daha yapacağız. Kamuoyuna açık 1 Mayıs’la ilgili paneller, etkinlikler düzenliyoruz. Üç arkadaşımızla beraber işçi bölgelerinde, organize sanayi bölgelerinde 1 Mayıs gündemine hazırlık doğrultusunda toplantılar gerçekleştiriyoruz.