Başına iyi hiçbir şey gelmeyecekmiş gibi hissettiğin oldu mu?
Bir hayret ve kabullenmişlik haftası yaşadık. Piyano çalmayı bilen kuryeye şaşırdık ama hayatlarımıza musallat olan trol şebekesine “bu işler zaten böyle” dedik. İdrak yollarımızdaki bu kıvılcımlar olay örgüsünü yitirdiğimizden çıkıyor. Biz, giriş gelişme ve sonucu, sürpriz sonları, açılışı kapanışı, hatta klişeleri bile kaybetmiş bir toplumuz artık.
1.
Kült dizi “Sopranos”un ilk sezonunda bana çok dokunan bir sahne var. Chrissy’nin yaşamının anlamını ve gidişatını sorguladığı sahne…
Yerel mafyanın sert çocuğu Christopher yani Chrissy, başından geçenleri bir film senaryosuna dökmeye girişmiştir. Senaryo tekniği kitapları okur, günlerce eve kapanıp yazmayı dener ama çuvallar. Dişe dokunur bir şey çıkartamamıştır. Bu arada hayatını da epey sorgulamıştır.
Evinden çıkmadığı için onu kontrole gelen ekipten bir abisiyle (Paulie, namı diğer Walnuts) aralarında şu diyalog geçer:
“Christopher: Başına iyi hiçbir şey gelmeyecek gibi hissettiğin oldu mu?
Paulie (Walnuts): Evet, oldu. Gelmedi de zaten. Ne var yani? Ayakta kaldım ben de, hayattayım.
Christopher: Bunu diyorum işte. Ben sadece hayatta kalmak istemiyorum. Bu senaryo kitaplarında ne yazıyor, biliyor musun? Her karakterin bir olay örgüsü varmış. Herkes bir yerlerde başlar diye anlatıyor kitap. Sonra bir şey yapar ya da ona bir şey yaparlar ve hayatı değişir. Olay örgüsü buna deniyormuş işte. Peki nerede benim örgüm?”
2.
Ne güzel bir soru: Nerede örgü?
Tüm güzel hikâyelerin olay örgüsünü biliriz. Sıfırdan zirveye yükseliş örgüsü, zirveden sıfıra düşüş örgüsü, “çukurdaki kişi” denilen düşüp yeniden çıkma örgüsü, müthiş bir isabetle “İkarus” diye isimlendirilen yükselip düşme örgüsü, bunların daha gelişmişleri…
Teknik olarak isimlerini bilmemiz gerekmez, bu örgüler içimizdedir artık. Yer etmiştir. Bir filmde, romanda gördüğümüzde tanırız. Bu örgüler bizim refleksimizdir.
Teknikten bağımsız, konuları da biliriz. Büyüme ve kendini bulma hikâyesi, kahramanın yolculuğu, külkedisi, tesadüfün böylesi, kesişen yollar…
Ufak tefek trüklerden anlarız. Bir Hollywood filminde kahraman önden iyi ve faydalı bir şey yaparsa, mesela bir kediyi ağaçtan indirirse, onu artık sevmeye hazırızdır. Gözlüklü karakterin hayatta kalma şansı azdır, emeklilikten önce her zaman bir “son büyük iş” vardır, ekibi yeniden toplarken “asla gelmem” diyen kişi son anda heyecanlı bir giriş yapar ve “nerede kalmıştık” diye hikâyeye yeniden dahil olur, kahraman televizyonu açtığında hemen ilgili haber başlar, her davanın bir sürpriz tanığı bulunur… Gönlünüzce uzatın.
Bunlar işin klişesi, eğlencesidir tabii. Esas olan hikâyenin kendisidir. İkna ediciliğidir. İyi bir hikâyeyi gördüğümüzde hemen tanırız. Ona kulak veririz, onu okuruz, dahası onun bizi şekillendirmesine izin veririz.
3.
BBC, 2018’de yazarlar, eleştirmenler ve akademisyenler arasında bir anket yaparak “dünyayı şekillendiren on hikâye”yi soruşturmuş.
Tahmin edilebileceği gibi, birinci sırada Homeros’tan Odysseia var.. Sonra Harriet Beecher Stowe’dan “Tom Amca’nın Kulübesi” ve Mary Shelley’den “Frankenstein” geliyor. Derken Orwell’in “1984”ü, Chinua Achebe’den “Parçalanma”, tabii ki “Bin Bir Gece Masalları”, tabii ki Cervantes’in “Don Quijote”si, Shakespeare’den Hamlet, Marquez’den “Yüz Yıllık Yalnızlık” ve nihayet Homeros’un bu defa “İlyada”sı…
4.
Herkesi şekillendiren hikâyeler, örgüler vardır. Herkes bu soruları sever: Anlatılmış en güzel hikâye hangisi? En sıcak hikâye? En insani hikâye?
Okuduğumuz, seyrettiğimiz, dinlediğimiz en iyi hikâye?
Herkesin cevabı başkadır.
Ben yolu, yolculuğu anlatanları severim.
Bence hikâyelerin şahı Don Quijote’nin yolculuğudur. En oyuncaklı hikâye ise JM Barrie’nin kaleminden çıkma Peter Pan’ınkidir; ki o da nereden baksan bir yolculuktur. En güzel yol tarifi oradadır mesela: Sağdan ikinci yıldız, sonra sabaha dek dümdüz gideceksin.
Bizdeki en büyük hikâye, bana göre yine yolda geçer: Yaşar Kemal’in daha büyük cümlelerle anılmamasına hep hayret ettiğim “Ortadirek”i… Belki destansı bir ismi olmadığından, sözgelimi “Demirciler Çarşısı Cinayeti” kadar bile hatırlanmaz ama dağ köylülerinin senelik Çukurova yürüyüşünü konu edinen “Ortadirek”, bir topluluğun karmaşasını da yoksulluğunu da fedakârlığını da hainliğini de mükemmelen yansıtır. Bana kalsa, hepimizin başucunda durmalıdır.
Örgümüz oradadır.
5.
Benim meselem de orada.
Örgümüz oradadır diyorum ama biz kaybolduk. Biz artık orada değiliz. Herhangi bir hikâyenin içinde değil gibiyiz. Herhangi bir hikâyeyi yaşamıyor gibiyiz.
Ne diyordu mahalle mafyası Chrissy:
“Ben sadece hayatta kalmak istemiyorum. Her karakterin bir olay örgüsü varmış. Herkes bir yerlerde başlar, sonra bir şey yapar ya da ona bir şey yaparlar ve hayatı değişir. Olay örgüsü buna deniyormuş işte. Peki nerede benim örgüm?”
Chris, kendine bir hikâye istiyor.
Bizim var mı?
6.
Bu hafta kurye olarak gittiği, paket bıraktığı mekânda piyano çalan genci konuşup durduk.
Neden?
Şüphesiz yetenekli bir genç. Şüphesiz daha iyi imkânlarla buluşabilse kendini çok daha iyi ortaya koyabilecek bir genç. Umarım yeterli imkâna kavuşur ve hikâyesi burada makas değiştirir. Ama bu toplum bu gence neden hayret ediyor? Seksen beş milyonluk bir olasılıklar denizi genç bir kuryenin piyano çalması ihtimalini üretemez mi? Hatta daha bile enteresan karşılaşmalar üretemez mi?
Buna ekonomik, siyasi, toplumsal birçok yanıt verilebilir. Ben hepsine biraz değdiğini düşündüğüm “edebi” bir yanıt ilave etmek istiyorum.
Hayret, o makas değişmesi ihtimalinden kaynaklanıyor. Olay örgüsünün bu toplumun hayatından çoktan çıkıp gitmiş olmasından kaynaklanıyor.
En baştaki soruyu hatırlayın: “Başına iyi hiçbir şey gelmeyecekmiş gibi hissettiğin oldu mu?”
Soru bu. Bu memleketin gençlerinin sorusu bu.
“Oldu” deniyor ya Chrissy’ye cevaben. “Gelmiyor zaten ama ayaktayım, hayattayım.”
Olay örgüsünü kaybeden memleket bu cümleye sıkıştı.
7.
Geçen haftanın bir başka konusu trol meselesiydi. İktidarın bir kanadının trollerinin nereden para alıp nasıl organize edildikleri şema şema açıklandı. Kimse şaşırmadı. Sadece mekânizma daha iyi anlaşılmış oldu.
Şimdi bir sonraki skandal bekleniyor. Herkes bu işin burada kalacağından emin. Bir milletvekilinin getirdiği iddiaya yönelik bir savcılık soruşturması, bir meclis araştırması, istifa ya da görevden alma olacak mı?
Daha önceki nice skandalda oldu mu? Mantıki süreçler işledi mi?
AKP’nin 20 yıllık iktidarının bir sonucu da işte bu: Olay örgüsünü yok etti bu iktidar. Giriş gelişme sonuç yok. Serim düğüm çözüm yok. Bir hikâyenin tüm unsurları ortada olsa da, bu hikâye hep tanıyıp bildiğimiz şekilde işlemiyor. Tam tersi ya da sürprizli bir şekilde de işlemiyor.
İşlemiyor. Sadece bu. Hikâye yok (Pardon tek bir hikâye var; sıfırdan zirveye kısa sürede zenginleşme hikâyesi).
Geribildirim yok. Olayların bir sonucu yok. Bu işlevsizlik toplumda “nasıl olsa bir şey değişmez” düşüncesini de besliyor.
Toplum olay örgüsünü kaybetti. Şimdi hikâyesini de kaybediyor. Bu hikâyesizlik herkesi afallatıyor.
O kadar afallatıyor ki en şaşırılmayacak şeye bile şaşırıyor toplum. Ya da tam tersi, küçük dilini yutacağı yerde “amaan sen de” diye gülüp geçiyor. İdrak yollarımızdaki bu kıvılcımlar olay örgüsünü yitirdiğimizden çıkıyor. Biz, giriş gelişme ve sonucu, sürpriz sonları, açılışı kapanışı, hatta klişeleri bile kaybetmiş bir toplumuz artık.
Geriye kalan bir zihin bulanıklığı… Her şeyin iç içe geçtiği, hiçbir şeyin diğerinden seçilemediği, her şeyin mümkün göründüğü ama hiçbir şeyin mümkün olmadığı bir hal.
Örgüsüz bir hayat… İnişsiz çıkış, dümdüz bir çizgiden ibaret bir hayat… Memleketin hayatı.
8.
Son bir soru… Bir nefes alma sorusu.
La Manchalı asilzade Don Quijote’nin hikâyesi dünyamızı neden şekillendirdi? Neden kafası gidip gelen bu yaşlı ve yorgun adamın hikâyesinden sonra dünya değişti? Neden romancılık bir tür olarak yerleşebildi?
Sebebi çok basit: Elinde kendinden de yorgun mızrağı, titrek beygirinin üstünde, yanında pişekârı Sanço Panza’yla yeldeğirmenlerine saldırdığı için…
O yeldeğirmenleri, dize getirilmesi gereken canavarlar değildi. Aslında zihin bulanıklığına saldırıyordu şövalyemiz. İnişsiz çıkışsız, o dümdüz çizgiye…
Don Quijote bir başka Chrissy idi. O da kendine bir olay örgüsü arıyordu. Hayatının olay örgüsünü…
Buldu da.
Ama biz o örgüyü kaybettik.
Umarım hayalgücünü de kaybetmemişizdir. Yeldeğirmenleri orada…
Yenal Bilgici Kimdir?
Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.
Brezilya günlükleri: Anne biz artık zengin miyiz? 21 Temmuz 2024
Tourists, Go Home! 14 Temmuz 2024
100 bin oyla Meclis’e giren gergedan Cacareco’nun ilham veren hikâyesi 07 Temmuz 2024
Cézanne’ın dağı, Sisifos’un çilesi, hem tanıdık hem yepyeni 30 Haziran 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI