Başka bir Meclis mümkün: Bitmesin mi hoşnutsuzluğumuzun kışı?
Biz tohumlarımızı yeşertmek istiyoruz, yapraklarımız birbirine değsin diyoruz. Başka bir dünya, başka bir ülke mümkün diyoruz. Onlar bize “olmaz” diyorlar, “bu kış bitmez, bitemez... Başka bir baharda güçlendirilmiş parlamenter sistem yapacağız, siz de rahat edeceksiniz biz de...” Ne ki o, diye soruyoruz. Cevap yok.
Shakespeare’in III. Richard oyununun en başında, Gloucester Dükü Richard, yerine geçmek istediği IV. Edward’ın zaferiyle sonuçlanan bir savaşın sonunu haber verir: “Hoşnutsuzluğumuzun kışı, şimdi, / Günlük güneşlik bir yaza dönüşüverdi... / Savaş çığlıklarımızın yerini / Eğlenceli toplantılar aldı.” Ama onun hoşnutsuzluğu bitmemiştir: “Madem kimsenin sevgilisi olma şansım yok / Ben de karar verdim kötü adam olmaya / Bu hoş günlerin zevklerinden nefret etmeye / Planlarım var bu konuda.” (1)
Yüzyıllar sonra, 1978-79 “hoşnutsuzluğun kışı” olur. Ford işçilerinin hükümetin ücret artışlarına koyduğu yüzde 5’lik artış sınırını, sendikanın direnişi ve grevle aşıp yüzde 17 zam almasının ardından başlayan ve tüm sektörlere yayılan grev dalgasının adıdır artık. Grev, İngiltere 20’nci yüzyılın en soğuk kışlarından birini yaşarken sürer gider. İşçiler birçok sektörde “yüzde 5” barajını yıkmayı başarırlar. Ama arzu ettikleri hedefleri de tutturamazlar. İşçilerin ücret talepleriyle sermayedarların baskıları arasında sıkışan Callaghan’ın bu “krizi yönetmek”te gösterdiği başarısızlık -işçiler de sermaye de memnuniyetsizdir- ertesi yıl Demir Lady Margaret Thatcher’in en önemli propaganda malzemesi olacaktır. O çok ünlü “Başka alternatif yok” sloganını böyle bir ortamda formüle eder Thatcher: Tek yol serbest piyasa, tek yol serbest ticaret, tek yol kapitalizmi küreselleştirmek... Fikir babası toplumsal/ekonomik işlerimizde de en güçlü olanın hayatta kalması ilkesinin savunucularından liberal “düşünür” Herbert Spencer’dir.
Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü’nün 1999 toplantısına yönelik protestolar ve dünyada gördüğü büyük yankı “en güçlü” olmayanların artık yerlerinde duramadıklarını gösteren ilk güçlü işaretlerden biridir. İlki 25-30 Ocak 2001 tarihleri arasında Porto Alegre’de yapılan Dünya Sosyal Forumu’nun sloganı “Başka bir dünya mümkün”dür. Thatcher’in ve her milletten ihvanlarının “tek yol küresel kapitalizm” dayatmalarına karşı çıkışın da küresel olacağını haber veren alabildiğine enternasyonal bir itirazdır. “Hadi oradan” demektedir dışlananlar ve dışlananlardan yana olanlar. “Hadi oradan, bu sizin dediğiniz tek yol değil, en kötü yol. Madem ezenler küreselleşiyor, biz de küreselleşiriz?” Eksiği gediğiyle forumlar Thatcher’in tarif ettiği tek yolun dünyayı sürüklediği felaket hatta kıyamet menzilini bertaraf etmek için yolların, yordamların tartışıldığı yerler olur. Tohumlar serpilir toprağa: Biri kurtlara, biri kuşlara, biri halklara...
Sosyal forumların ateşi sönerken, Sosyal Forum tohumunun toprağa düştüğü ilk ülkede esen bahar rüzgârıyla seçilen Lula’nın müesses nizamla kendisini iktidara taşıyanlar arasında yalpalayıp durduğu bir dönemin ardından, iktidarları boyunca yolsuzlukların, yoksullaşmanın, sert siyasi kavgaların damga vurduğu iki başkan daha seçilir ve nihayet Bolsanaro gibi bir çılgının iktidar aygıtını kapmasıyla en soğuk kışlarından birini yaşamaya başlar Brezilya.
Başka tohumlar da düşer toprağa. “İyi çıkışlardı ama bakın sonunda diktatörlere yaradı, demek halklar o kadar da güçlü değilmiş, hayal kurmayın” diye “ezikle(n)me”nin moda olduğu Arap Baharı, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki Occupy hareketleri, Türkiye’de Gezi Direnişi halkların uzun ve sert kışlardan duydukları hoşnutsuzluğun ifadeleri olur. Dünyanın her yerinde tohumlar düşer toprağa. Ve o tohumların düştüğü her yerde kış şiddetini artırır. Öyle ki herkes kışın sebebinin tohum olduğunu düşünmeye başlar. Toprağa düşen tohumun müesses nizamın beton zihniyetinde yarattığı çatlama, yarılma, parçalanma korkusunu gözetmek, aman ha onu ürkütmemek, siyasetin ve ticaretin değişmez kuralıymış gibi, “bakın ama halklar böyle itiraz ettiğinde iktidarlar değişiyor ama hep daha kötüsü oluyor” denir. Oysa herkes bilir... Tohumun kök salıp yeşermesi zaman alır. Erk sahiplerinin takkeleri düşer kelleri görünür böyle vakalarda, karizmaları yıkılır. Yerine brokoli, lahana, bakla, ıspanak, pazı, karalahana, soğan, sarımsak ekmektedir halklar. O tohumlar yeşermesin diye bulduğu her köşe bucağa beton döker müesses nizam. Yeter ki umut olmasın. Yeter ki dönülmesin Demir Lady’nin en kötü yolundan. Her şeyi mahvettiği halde kimsenin imanını kaybetmediği kapitalizm tam da Walter Benjamin’in dediği gibi, tam teşekküllü bir dindir.
Ortalamanın, vasatın yolunu aramaya koyulur dünyanın her yerinde muhalefet partileri. Kışın iktidarları kötüdür. Kıştan sonra gelecek bahar ondan bir gıdım daha iyi olsun, neyimize yetmez. Fazlasını beklemek, istemek, zorlamak kötüye haklılık ve güç kazandırmaktır. Halklar azla yetinmeli, ektiği tohumları ehven-i şer bahçıvanlara teslim etmelidir. Başka türlüsü nasıl mümkün olur ki... Hem beton hiç çatlar mı? Evimiz değil mi beton? Devletimiz, en kıymetlimiz... Zamane bahçıvanları tohumun, toprağın değil, aracıların, kabzımalların, GDO simsarlarının işçisi çünkü... O yüzden tohumun betona meydan okumasına izin veremezler...
BAŞKA BİR HİKÂYE: HEM YERLİ HEM DE MİLLİ!
Çok partili hayata geçiş denemelerinin felaketle sonuçlanmasının ardından Cumhuriyet Halk Fırkası, Meclis’in muhalefet ihtiyacını partisiz muhalefet formülüyle gidermeye karar verir (2). 1931 seçimlerinde, 30 bağımsız milletvekili için kontenjan ayrılır ama yalnız 20 vekil seçilir ve Meclis’te Müstakil Grubu oluşturur. Bu vekillerden biri Hüseyin Sırrı Bellioğlu, tam 84 defa söz alır Meclis’te. Liberal bir siyasetçi olan ve vekil olduğu sürece “devletçilik” politikalarını eleştireceğini peşin peşin söyleyen Bellioğlu, iktisadî konularda kürsüden ateşli eleştiriler dile getirse de sıra oylamaya geldiğinde, özellikle kilit mevzularda, kabul oyunu esirgemez CHF iktidarından. Dış politika konusunda CHF iktidarının sadık bir destekçisidir. Gene de dönemin başbakanı Recep Peker çok rahatsız olur Bellioğlu’nun muhalefetinden. Tekrar aday gösterilmemesi için girişimlerde bulunmaya başlar. İsmet İnönü, Peker’in yanındadır. Atatürk ise şöyle cevap verir:
“Elbette konuşacaklar, elbette tenkit edecekler. Biz bu arkadaşların Meclis’e girmelerini neden teşvik ve ihzar (hazır) ettik Recep, bir oyun olsun diye mi? Hayır efendim; bilakis biz onları gayet ciddi bir düşünce ile işlerimiz hakkındaki fikir ve kanaatlerini açıkça söylesinler, yaptıklarımızı tenkit etsinler, yani, yeri boş kalan muhalefetin, bir dereceye kadar olsun, vazifesini görsünler diye Meclis'e getirdik, öyle değil mi? O halde niçin sinirleniyorsunuz, neden şikâyet ediyorsunuz? Yoksa kendinizden emin değil misiniz, icraatınızda müdafaa edemeyeceğiniz noktalar mı var?”
Seneler sonra, 1941’de Bellioğlu, “hükümet aleyhine tahrik ve hükümetin manevi kişiliğine hakaret suçundan” tutuklanır, dokuz yıl hapse mahkûm edilir ve Temmuz 1949’a kadar cezaevinde kalır. Bu hikâyeden “yerli ve milli muhalefet” düşüncesinin esin kaynağını öğrenmiş olalım.
Geçen hafta boyunca tanıdığım, bu konuları iyi bilen hemen herkese, şöyle Meclis’i hakkıyla kullanan, tek başına bile olsa ateşli bir muhalefetle iktidarlara kök söktüren, halkın dikkatini Meclis’e çekip “bakın buralarda neler oluyor, işinize, gücünüze, geleceğinize yani Meclis’inize sahip çıkın" deme feraseti göstermiş milletvekili örneği sordum. Dinlediğim örnekleri pek sevmedim. Karikatürize tiplerdi. Bense Norman Jewison’un efsanevi ...And Justice for All’unda (Ve Herkes İçin Adalet, Doruk’çum teşekkür ederim bu filmden beni haberdar ettiğin için) Al Pacino’nun canlandırdığı Arthur Kirkland gibi birini arıyordum. Yok muydu yani? Hiç mi olmamıştı? Kirkland’ın öfkesi ve direnişinden bulmak mümkün değil miydi bizim buralarda?
Olmaz mıydı hiç? Sağ olsun Önder Algedik bugün okuyacağınız yazısını yayınlanmadan önce gönderdi. Tabii ya, o öfke ve direniş görüldüğü yerde ekilmiş tohumlara su olmasın diye bertaraf ediliyordu. Aklıma bir şekilde cezaevine konmuş ya da siyasetten dışlanmış vekillere bir de bu gözle bakacağımız müşterek bir çalışma yapmak geldi. Acaba gerçekten fezlekelerde kendilerine atılı suçlar yüzünden mi, yoksa adı konmayan “sahiden muhalefet etme” suçundan mı hapsedilmişlerdi? Ya siyasetten kendi partileri tarafından dışlananlar, sessiz sedasız kenara atılanlar, hatta seçilmeyecek yerlere sıralanan adaylar ve hiç fırsat bulamamış aday adayları arasında kimler kimler “aaaa ama ya çalışır, işini yaparsa” endişesiyle bertaraf edilmişlerdi? Siyasi tarihimize, bu nokta-i nazardan baksak bulacaklarımız yalnız iktidar hakkında mı bir fikir verir bize? Yoksa asıl muhalefetin nasıl çalıştığı konusunda mı bir fikrimiz olur? Mesela, bugünün CHP’si, bir zamanlar Recep Peker’in kendisine yapılmasını arzu ettiği türden bir muhalefetin ötesini yapabileceğini neden hayal edemez? Niye iktidar partileriyle değil de, bizimle empati kurarak çalıştırmaz parti örgütünü? Neden halkların ektiği tohumların hakkını savunup toprağın üzerini betonla örtmeye çalışanlara mâni olmak yerine, “sakın başını kaldırma ki üzerine beton dökmesinler” diye taktik vermeye kalkışır eninde sonunda filizlenmeye yazgılı tohumlara?
ÇARESİZLİĞİ KONSOLİDE ETMEK
Ne zamandır, muhalefetteki hangi siyasi partiye “ya bak şurada da böyle bir şey var, baksan zarar etmezsin” deseniz, “O iş bildiğin gibi değil, iktidar göz açtırmıyor, sen şimdi sus arkamda ol, biz iktidar olunca bak nasıl değişecek her şey. Şimdi ses çıkarırsan, bizi eleştirirsen bu iktidarın ekmeğine yağ sürersin” hikâyesi dinliyoruz. İktidar seçmeni de benzer bir hikâyeyle uyutuluyor: “Tamam her şey yolunda değil, pek çok yolsuzluk oluyor, millet yoksullaşıyor, ama biz gidersek muhalefet gelir, elindekinden de olursun.” Her iki taraf da mevcut ve müstakbel seçmeninin çaresizliğine oynuyor. Yani bize önerdikleri şey çaresizliklerden çaresizlik beğenmek. İktidar seçmeni ağzını açtığında muhalefetin, muhalefet seçmeni ağzını açtığında iktidarın ajandasını desteklemekle suçlanıyor. Halimize bakın! Olacak iş değil. Biz tohumlarımızı yeşertmek istiyoruz, yapraklarımız birbirine değsin diyoruz. Başka bir dünya, başka bir ülke mümkün diyoruz. Onlar bize “olmaz” diyorlar, “bu kış bitmez, bitemez... Başka bir baharda güçlendirilmiş parlamenter sistem yapacağız, siz de rahat edeceksiniz biz de...” Ne ki o, diye soruyoruz. Cevap yok. Mevcut parlamentodan şikâyetlerinin ne olduğunu bilmiyoruz ki akıllarında daha iyisi olduğundan emin olalım. Tam olarak neyi güçlendirecekler acaba? Güçlendirilmiş parlamenter sistem, bugün muhalefette olanların güçlü olduğu bir parlamentodan başka bir şey olsa gerek. Ama ne ki? Şimdikinde ne yapıyorlar ki, daha güçlü bir parlamentoda ne yapacaklar? El-cevap: “Ama bu sistemde çalışamıyoruz ki...” Hakikaten çalışamıyorlar... Aşağıdaki bilgilere bakınca onları hepi-topu 24 gün Meclis’e gitmekten alıkoyan işlerini çok merak ediyor insan. Ne yapsak, bütün diğer işlerini biz üstlensek, o 24 gün oraya giderler mi acep? Manzara şu:
Milletvekili olsaydınız, 27’nci dönem üçüncü yasama yılında, yani kabaca geçen sene, Meclis’e yalnızca 118 defa giderek bütün genel kurullara katılabilirdiniz. 21 gün Meclis’te bulunarak 55 kanuna oy verebilirdiniz. Diyelim Bellioğlu gibi, dış politikada hükümete tam destek vermek istiyorsunuz. Yani uluslararası anlaşmaların oylandığı günleri ihmal etseniz de olur. İktidarın sandalye sayısı yeter onları onaylamaya. Bu durumda mevcut kabinenin “millet”in önüne koyduğu 24 kanun teklifine, sicilinize “şanlı direniş” olarak geçsin diye red oyu vermek için Meclis’e yalnız 16 gün gelmeniz yeterli olurdu. İşte o 24 kanunun oylandığı günlerdeki muhalefetin Meclis karnesi şöyle oluşmuş.
İNANMAK VE BİLMEK
Tanıyanlar bilir, bunlar benim için yeni konular. Aslında dindarlık, İslamcılık, milliyetçilik gibi mevzularda çalışan gariban bir gazeteci ve etnografım. Özellikle dindarlık ve İslamcılık'la ilgili olarak ne zaman ağzımı açsam ilk soruyu ezberden bilirim. Biri çıkar ve der ki, “Siz zamane dindarlarının, İslamcılarının işlerini eleştiriyorsunuz, kabul onlar berbat. Ama gerçek İslam, gerçek dindarlık, gerçek İslamcılık bu değil.” Ben de alıştım artık, derim ki, “Ben etnografım, sahayı bilirim. Din, sokaktan bakınca dindar her ne yapıyorsa odur, İslamcılık da İslamcı’nın fiillerinden ibarettir. Düşünün, bir kutsal kitapta dünyanın en güzel cümleleriyle en güzel ahlak yasaları tarif edilmiş olabilir. Eğer o dinin mü'mini olduğunu söyleyenler, o güzel cümlelerin tarif ettiği en güzel ahlakın timsali olmamayı seçiyorlarsa, o din aslında var mıdır? Artık inanılmayan bir din hâlâ din olur mu?” Dini bilimden ayıran şey budur bana kalırsa. Din inandığımız; bilim bildiğimiz şeylerden oluşur. İnanmak insan evlatlarının bilmedikleri, hiç bilemeyecekleri şeyler hakkında kendilerini emniyette hissetmek için geliştirdikleri bir fiil. Bu fiile konu olan “öykü”ler değişmez, çünkü doğrulanamaz ya da yanlışlanamazlar, yeterince bilgiyle değillendiklerinde unutulur ya da masala dönüşürler. Çünkü bilinemeyen bir “şey" bilinir olduğunda inanç sarsılır, bünye bir direnir, iki direnir, üçüncüsünde bilgiyi “edinir.” Çünkü bilmek fiilinin nesnesi, inanmak fiilinin aksine, insan evlatlarının test edip onaylayarak buldukları, doğrulanabilecek, yanlışlanabilecek, dolayısıyla değişmeye açık “şey”lerdir.
Muhalefet bizden “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e iman etmemizi istiyor. Tıpkı iktidarın kendi seçmeninden (Allah’tan bizden öyle bir talebi yok) alaturka başkanlık sistemine iman etmesini istediği gibi. Oysa hepimiz yorulduk şu ya da bu şeye iman etmemizi isteyenlerin ısrarından. Artık bilmek istiyoruz. Bilmek de test etmekle olur. Meclis, muhalefetin “güçlendirilmiş parlamenter sistem”i geliştirme ve kapasitesini test edip onaylama, geliştirme, sınama yeri olamaz mı?
Orda bir Meclis var Ankara’da. Muhalefet diyor ki “Gerçek Meclis bu değil.” Biz tamamlıyoruz cümleyi, “Yok tabii, böyle Meclis olmaz, başka bir Meclis mümkün.” Sonra bakıyoruz “gerçek Meclis bu değil” diyenler acaba yasama süreçlerini sorunsallaştırmışlar mı? İktidar o koridorlarda önlerini kapadığında, bize vekalet etmek üzere yaptıkları işleri, söyledikleri sözleri, itirazları yok saydığında halka dönüp “ey halk, bak senin iradeni yok sayıyorlar, benim gücüm yetmiyor, bu iktidara işlerin böyle gitmeyeceğini göster, şu mevzuda şu hakkın yeniyor, geleceğin şöyle çalınıyor, sahip çık” demişler mi? Hayır, dememişler... Demiyorlar.
Zamane Recep’ine karşı, Bellioğlu tarzı muhalefet ediyor ve bize sürekli “susun” diyorlar. “Susun, talep etmeyin, şikâyet etmeyin, yani bizi muhatap almayın, bizden yana bakmayın ki işimizi yapalım." Nedir o iş? Yeminle bilmiyorum, bilenler beri gelsin... Muhalefet vekilleri de biliyormuş gibi durmuyorlar doğrusu. Bu yüzden bizden bilmemizi değil, iman etmemizi istiyorlar.
Gene uzattım ama başa dönmeden bırakmayayım. Malumunuz “hoşnutsuzluğun kışı” Murathan Mungan’ın Yaz Geçer şiirine de konuk olur. Bu defa bir ayrılık başlangıcının habercisidir: “kış başlıyor sevgilim / hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor / bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan / oysa yapacak ne çok şey vardı.” (3)
Ayrılığın hayatın her cephesinde yoran, yaralayan, kanatan bir savaştan ne farkı var ki?... Oyundan, eğlenceden, danstan, hayattan ve halaydan bertaraf edilmek değil mi ayrılık? Seçip bizi temsil etsinler diye imtiyazlarla, konforla donattığımız vekillere diyoruz ki, bizi de alın halaya... Toprağımızı havalandırın, bakın ne güzel çiçekler açacak, kışın sonunu bu defa sahiden bahar edeceğiz. Güneşin sofrasına kurulacağız birlikte. Kanmayın işinin sizi, filizlenecek açıklık arayan tohumların telaşından, enerjisinden, azminden korumak olduğunu zanneden danışmanlarınıza. Hiçbirinizin temsil ettiği halktan, seçmenden, toplumsal muhalefetten/sivil toplumdan, oradaki eleştirilerden korunmaya ihtiyacınız yok. Aksine bırakın sizi muhatap alsınlar. Danışmanlarınızın sizi korumaya çalıştığı bu insanlar, taraflar, aktörler eleştirerek bile olsa size hitap ettikleri, sizi muhatap aldıkları ölçüde siyasetçisiniz. İsterseniz nice zamandır yeşermeyi bekleyen umudun üstündeki çirkin beton parçalarını pekâlâ hep birlikte tarihin geri dönüşüm tesislerine göndeririz. Şunu da tutun aklınızda... O tohumlar illaki bulur yeşermenin bir yolunu; ama siz, size ayrılan sınırlı zamanda işinizi yapmaz, tohumun azmine ortak olmazsanız bahçenin bahar neşesinden kovulanlardan olursunuz.
1- William Shakespeare, III. Richard, Çev: Özdemir Nutku, İş Bankası Kültür Yay., 2015
2- Hikâyeyi Yasemin Türkkan Tunalı’nın “Tek partili siyasi hayatta demokrasiyi yaşatma çabaları: IV. dönem bağımsız milletvekillerinin Meclis faaliyetleri [1931-34]" başlıklı makalesinden özetliyorum. Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XX/41, 2020 Güz, ss:665-700
3- Yaz Geçer, 1999, Metis, s. 16
Ayşe Çavdar Kimdir?
Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.
Siyasi merkezi tarif etmek: Geleceğin eşiği 04 Ekim 2021
Kamu alemin derdi ve yok hükmünde bir itibar 27 Eylül 2021
Endişenizi nasıl alırsınız? 20 Eylül 2021
Kamu alemde bir hafriyat aracı: Utanç 13 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI