YAZARLAR

Başörtüsü, Nasiba Şemsai ve İstanbul Sözleşmesi

Nasiba Şemsai ve Maryam Şeriatmedari'yi sosyal medya kampanyalarıyla gündeme geldikleri zaman tanımıştık. Türkiye makamları tarafından ülkeye yasa dışı yollarla giriş çıkış yapma gerekçesiyle sınır dışı edilme kararı verildiğinde kamuoyundan yardım istemişlerdi. Oysa kamuoyu desteğine, sosyal medyadan yardım arayışına hiç ihtiyaçları yok çünkü Türkiye İstanbul Sözleşmesi’ne taraf ülkelerden birisi.

Fikri Sağlar'ın “türbanlı hakimin adaletle hükmetmesinden şüphe” beyanıyla dile getirdiği nefret söylemi yüzünden başörtülü kadınların hakları tekrar gündem oldu. Ve aynı günlerde Nasiba Şemsai, başörtüsü meselesinde madalyonun diğer yüzüyle gündemin yakıcı konuları arasında yer aldı. “Başörtüsünü yasaklayan ve başörtüsünü dayatan iki komşu ülke İran ve Türkiye, aynı konuyu iki ayrı ucuyla resmi ideolojinin temeline oturtarak birbiriyle eşit derecede kadın hakları ihlalini devlet politikasına dönüştürmüşlerdir. İlk bakışta birbirlerine zıt oldukları zannedilse de bu iki ülke kadın politikalarında ortaklaşıyor, aynı şekilde aynı gerekçeyle hak ihlali sergiliyor. Başörtüsü bahanesiyle eli kadının bedeninde olan iki devletten söz ediyoruz. Kadınların başörtülü olarak eğitim ve çalışma haklarını kullanmasına engel olan devlet politikası ile kadınlara kamusal alanda başörtüsü kullanma zorunluluğu dayatan devlet politikası, kadın hakları açısından birbiriyle eşdeğer hak ihlalleridir.”

Bu cümleler bana ait ve 2012 yılında İran Cumhurbaşkanlığı Kadın Sekretaryası yöneticisine hitaben söylemiştim. 2012’de hâlâ ülkemizde başörtüsü yasakları sürer ve hükümete karşı mücadele ederken İran hükümetine de başörtüsü mecburiyetinden vazgeçmeleri yönünde görüş bildirmiştim. Başkent Kadın Platformu'nun dönem başkanlığını yürütürken gerçekleşen bir görüşmeydi ve sırf bu nedenle bu sözler bana aitti. Bir başka arkadaşım olsa o tarihteki dönem başkanı yine aynı düşünceyi dile getirir, sadece farklı cümlelerle belki daha diplomatik lisanla söylerdi. Mesele şu ki yolu Başkent Kadın’dan geçen herkesin hatırlayacağı gibi bizler kadın haklarını savunurduk. Yasaklara karşı kendi hükümetimizle mücadele ederken dayatmaya karşı sözümüzü de İran hükümetine her fırsatta duyurmuştuk.

2013 Ekim'inde bazı milletvekillerinin genel kurul toplantısına başörtülü olarak katılmasıyla siyasi alanda ve 2014 yılında Devlet Memurları Kıyafet Yönetmeliği'nde yapılan değişiklikle başörtülü kadınların kamu kurumlarında çalışabilir hale gelmesiyle sorun çözülmüş gibi duruyor. Ancak ayrımcılık ortadan kalkmadı. Kimilerinin dilindeki nefret söylemiyle açığa çıktığı gibi özel sektörde bazı firmalarca ayrımcılık, kurum politikası olarak sürdürülmekte. Büyük firmaların prestijli konumlarını bırakın çaycı olarak bile başörtülü kadını işe almayarak ayrımcılık yaptığını, market çalışına olmalarına dahi engel getirildiğini sanırım bilmeyen yoktur. Diğer yandan iktidar desteğiyle kamu kurumlarında başörtülü kadınlara imtiyazlı konumlar tanınması da yine aynı şekilde ayrımcılık ve eşitsizlik sorununun bir diğer yüzü. Sorunun iki ayrı ucunda yaşanan ayrımcılıklardan birinin varlığı, diğerinin haklılığını ortadan kaldırmaz. Kadınlara yönelik ayrımcılıklar başörtüsüne odaklı olarak iki yönlü sürmekte ülkemizde.

Diğer yandan İran, kadınlar için başörtüsü zorunluluğu politikasını şedit devlet baskısıyla sürdürerek kadınların hayat hakkını bile tehdit ediyor. Baskıyı protesto için 2017 yılından itibaren görünür hale gelen barışçı protestolar gerçekleştirmiş kadınlar, ağır cezalarla yargılanıp, hüküm giyiyor. Sokaklarda, alanlarda, sosyal medyada başörtüsünü açmak veya başörtüsüz fotoğraf paylaşmak ağır ceza gerektiren suçlardan sayılıyor hâlâ. İran vatandaşı kadınlar için bu cezai yaptırımlardan kaçışın yolu Türkiye’den geçiyor. Nasiba Şemsai gibi Maryam Şeriatmedari de sırf başörtüsü kullanma mecburiyetine itiraz ettikleri için cezalandırılan kadınlar arasında Türkiye’ye kaçanlardan ikisi. Onları sosyal medya kampanyalarıyla gündeme geldikleri zaman tanımıştık. Türkiye makamları tarafından ülkeye yasa dışı yollarla giriş çıkış yapma gerekçesiyle sınır dışı edilme kararı verildiğinde kamuoyundan yardım istemişlerdi. Oysa kamuoyu desteğine, sosyal medyadan yardım arayışına hiç ihtiyaçları yok çünkü Türkiye İstanbul Sözleşmesi’ne taraf ülkelerden birisi.

Fotoğraf: Serra Akcan/csgorselarsiv.org

 

Türkiye için kendi anayasası hükmünde olan İstanbul Sözleşmesi uyarınca valiler, en başta geri göndermeme kararı almak zorundaydı. İstanbul Sözleşmesi’nin 59, 60 ve 61’inci maddeleri göçmen ve mülteci kadınların şiddetten korunması, oturum izinleriyle geri göndermeme şartlarını hükme bağlar. Üst düzey bürokratlar olan mülki amirler, İstanbul Sözleşmesi hükümlerini bilmek ve uygulamak zorunda. Zorunda diyorum çünkü Sözleşme anayasa hükmünde ve anayasaya uygun işlem yapmaları gerektiği gibi İstanbul Sözleşmesi uyarınca işlem yapmak da temel görevlerinden. Bu ülkenin valileri mevzuata uygun işlem yapmadıkları için Türkiye, Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu tarafından savunması istenen ülkeler arasına girdi. Bu ülkenin vatandaşlarına böylesi bir utancı yaşatmaya bürokratların hakkı olamaz. İstanbul Sözleşmesi uygulansa Nasiba Şemsai için m. 61 ile geri göndermeme başlığı altında düzenlenen iki fıkranın hükümleri uyarınca valilik en baştan geri göndermeme kararı alacak, Türkiye BM nezdinde bu konuyla ilgili savunma muhatabı olmayacaktı.

Evet sorun siyasi iradenin Sözleşme karşıtı kara propagandaya teslim oluşu ile başlıyor ama bürokratlar kampanyalara tabi olarak mı görev yapıyor yoksa bağlılıkları, yeminleri anayasa üzerine mi? Sözleşme ve temelde eşitlik karşıtı karalama kampanyasına teslim olmuş görünen siyasi iradeye mi bağlılık yemini ettiler anayasaya mı? Karalama kampanyalarının etkisi altında kalarak Sözleşme’yi uygulamadıkları için ilkin sınır dışı etme kararı veriyorlar sonra sosyal medyada yükselen destek kampanyalarının etkisiyle sınır dışı kararını geri alıyorlar. Türkiye’yi Anayasası, Anayasa hükmünde bağlayıcılığı olan uluslararası sözleşmeleri ve ulusal yasaları ile değil olumlu ve olumsuz sosyal medya kampanyaları ile yönetilen bir ülke haline getirmeye kimsenin hakkı yok, olmamalı.

Önceki aylarda Maryam Şeriatmedari için Denizli Valiliği'nin geri gönderme kararını geri alması ve son günlerde Nasiba Şemsai için İstanbul Valiliği'nin geri gönderme kararını geri alması çok yerinde kararlar. Ancak kararı geri almak yerine ilk anda Anayasa, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasa uyarınca siyasi iltica talebi kabul edilip ülkede oturma izni verilmeli ya da istedikleri takdirde üçüncü ülkelere iltica başvurusu yapmak hakkı tanınmalıydı. Çünkü sadece kadın doğmuş olduğu için kendisine yaşatılan ayrımcılık nedeniyle ülkesinde kaldığı takdirde cezalandırılacak olan insanların özgür ve eşit bireyler olarak yaşamalarını sağlayacak bir siyasal düzen medeniyetin gereği. Mevzuatımız buna uygun üstelik hatta uygun olmanın ötesinde mevzuatımız bürokrasinin bu yönde karar vermesini amir hükümlere sahip. Bazıları cinsiyet eşitliğinden korktuğu için toplumsal cinsiyet kavramını anlamazdan gelmeyi politik tercih olarak kullandığı için bürokratların yasal düzene aykırı karar verme lüksü olamaz.

Maryam Şeriatmedari İran’a iade edilmedi. İstediği ülkeye gidebildi. Nasiba Şemsai de umarım dilediği gibi güvenli bir hayat kurma hakkına ulaşır. Son gelişmeler bu ihtimalin kuvvetlendiği yönünde. Sosyal medyada yükselen destek kampanyaları, hukukçuların, baroların devreye girmesi bu sonuçlara ulaşılmasında birincil etken oldu. Peki bu desteklere ulaşamadığı için bu ülkede zaten var olan mevzuatın uygulanmasını sağlayamayan ve sırf yasalarımız uygulanmadığı için iade edilen insanlar yok mu? Yasaların uygulandığı bir ülke olsak örneğin Uygur kadın Zinnetgül Tursun iki bebeğiyle, Tacikistan üzerinden Çin’e deport edilmezdi, İstanbul Sözleşmesi’ne dayanılarak. Yasalar ve hukuk düzeni insanı, eşit yaşam hakkına erişim için zorlu mücadeleler vermek zorunda kalmadan yaşatabilmek için değil mi?

 

 


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.