Batı kamuoyu ve Gazze
John Lennon, “hayat siz onunla ilgili planlar yaparken başınıza gelendir” demişti. Söz konusu savaş olunca, bu söz daha da gerçeklik kazanıyor. Ne İsrail ne de Hamas stratejik hedeflerine ulaşamayacak. Bu savaş nasıl bitecek bilinmez ama Batı kamuoyunda Filistin meselesi konusunda bir farkındalık oluştuğu kesin. Tel Aviv, Kudüs ve Ramallah’da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
İsrail’in kanlı Gazze operasyonu dünya kamuoyundan gelen protestolara ve ateşkes çağrılarına rağmen devam ediyor. Başlangıçta gözünü kararttığı ve ‘intikam’ saikiyle hareket ettiği yadsınamaz ama sivil katliamının devamı onlar için de sorun oluşturuyor. Vicdani nedenler tartışılabilir ama ABD, İngiltere ve Avrupa Birliği’nin blok desteğini buralardaki kamuoyu tepkisi nedeniyle kaybetmek, İsrail’i zor durumda bırakacaktır. Görünen o ki, Batı kamuoyunda İsrail’e destekle Filistin’i savunmak arasında, bozulmaması gereken hassas bir denge oluşmuş bulunuyor.
Batı demokrasilerinde toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak önemli bir yurttaşlık hakkıdır. Biraz zorlamayla buna yurttaşlık görevi bile diyebiliriz. İnsanları sokağa çağırmak sorumluluk gerektirir. Seçilmiş devlet yönetiminin toplumun bir kesimine zarar veren ve bazen çoğunluğunun fikrine aykırı düşen icraatlarda bulunduğu üzerine uyarı anlamına gelir. Protestolar kamu düzenini bozucu kolektif şiddet biçimi almadıkça polis müdahalesi olmaz. Aksine, polis tarafından dış saldırılara karşı korunur. Dahası, protesto eylemi yapıldığıyla kalmaz. Devletin organları tarafından talepler gündeme alınır ve çözüm üretilir. Protesto gösterileri, demokratik mekanizmanın seçimler kadar önemli bir unsurudur.
MÜTAREKE, HATIRLAMA VE ATEŞKES
Yukarıdaki ders kitabı cümlelerinin noktasına virgülüne kadar hayata geçişini yakın zamanda İngiltere’de gördük. 11 Kasım, İngiltere’de milli kimlik açısından bizde 29 Ekim’le kıyaslanabilecek bir ritüel günüdür. Birinci Dünya Savaşı sonunda 1918’de Almanya’nın teslim oluşunun yıldönümüdür. Her yıl büyük törenlerle anılır.
Geçtiğimiz Cumartesi, Filistin dayanışma yürüyüşü bu törenle çakıştı. Yalnızca tarih ve zaman olarak değil güzergâh olarak da çakıştı. Devlet töreni kortejiyle Filistin dayanışma korteji birbirine sürtünerek dirsek teması geçmek durumundaydı. İşte bu şartlar altında İçişleri Bakanı Suella Braverman Londra polisini kamuoyuna şikâyet etti. Braverman, Filistin’le dayanışma gösterisini baştan “nefret yürüyüşü” olarak damgaladı ve polisin bu eyleme izin vermemesini talep etti. Londra emniyeti cevaben, her türlü önlemi aldıklarını ve bir güvenlik riski olmadığını belirtti.
Yürüyüş, devasa ve barışçıydı. Londra dışından on binler belki de yüz binler gelmişti. Benim şahsi hafızamda 15 Şubat 2003 günü Irak savaşına karşı yapılan yürüyüşü çağrıştırdı. O gün de katılımcıların çoğu Londra dışındandı ve çoğunluğu beyaz işçi sınıfı olan 1 milyon civarında insan omuz omuza yürüyerek savaşı protesto etti. Londra’nın gürültücü Asyalı Müslümanları ne kadar uğraşsalar da meseleyi bir haç-hilal savaşı portresine indirgeyemediler. İngiltere’de barış hareketi (CND) Vietnam savaşından beri bilinçli ve güçlü bir harekettir; provokasyona gelmez.
Benzer bir durum, Cumartesi yürüyüşünde de yaşandı. Katılımcıların çoğu Londralı ve ülkenin dört yanından gelen Araplardı. Beyazlar kortejin ancak üçte birini oluşturuyordu. Filistin Dayanışma Kampanyası da köklü bir örgüt ve provokasyona gelmiyor. Sloganlar arasında bir damla Yahudi nefreti ya da siyasal İslamcı güzellemesi yoktu. Hamas’ın adı asla geçmedi. Etraftan gelen neo-Nazi saldırılar tamamen görmezden gelindi ve güvenlik işi polise bırakıldı. Resmi kaynaklara göre 300 bin, daha inandırıcı kaynaklara göre 800 bin insan “ateşkes” talebiyle yürüdü. Mütareke gününde ateşkes istemek doğru bir eşleşmeydi.
Aslında İngiltere’nin emperyal çok-kültürlü sosyolojik kompozisyonuna aşina olanlar için yürüyüşün barışçı olması şaşırtıcı değil. İngiltere’nin Arap toplumu, Asyalı Müslüman (Pakistan, Bangladeş ve Hindistan) nüfustan hem sınıfsal hem de ideolojik olarak farklılık gösteriyor. Oldukça seküler ve genellikle üst orta sınıf. Hamas ve benzeri İslamcı grupların bu profil içinde taraftar bulması neredeyse imkânsız. Herkes İsrail’in şiddetini kınıyor ve barış istiyor ama ‘cihat’ ilan eden yok ve bunlar arasında kuzey Londralı Yahudi sosyalistlerin de olması, bu ülkeyi tanıyanları hiç şaşırtmadı.
Ayrıca, El Fetih ve diğer seküler grupların egemen olduğu Filistin Dayanışma Kampanyası da yürüyüş öncesinde bütün bağlantılarına haber göndererek yürüyüş sırasında Hamasçı ve siyasal İslamcı ifadelere, Yahudi nefreti içeren sloganlara ve şiddete tolerans göstermeyeceklerini açıkça belirtmiş. Başarılı olduklarına tanık olduk.
İçişleri Bakanı Braverman, bu gösteriyi peşinen “nefret yürüyüşü” olarak damgalamakla kendi mezarını kazmış oldu. Pazartesi günü işinden kovuldu. İdeolojik aşırılığı bir yana, kontrolü altında olması gereken polis teşkilatını kamuoyuna şikayet etmek bir içişleri bakanı açısından zaten yeterli bir skandaldı. Suella Braverman’ın başka türlü gelecek planları olduğu ve bu intihar dalışını bilerek yaptığı söyleniyor. Her halükarda, şimdilik kaydıyla da olsa devlet mekanizmasının dışına çıkarılmış bulunuyor. İngiliz devleti belli ki Gazze operasyonuna ‘İsrail amigosu’ olarak değil denge gözeten bir dış gözlemci olarak bakmayı tercih ediyor. Operasyon bir şekilde sonlandığında elinde etkili bir “ertesi gün” planıyla ortaya çıkmayı hedeflediği anlaşılıyor. Ne de olsa İsrail’i yaratan deklarasyon İngiliz menşeli (Belfour deklarasyonu) ve onun hayatını sürdürecek kararların da son tahlilde İngiltere’den çıkması olağandır.
Kıta Avrupa’sında durum daha değişik. Almanya, Erdoğan’ın 17 Kasım’da yapacağı ziyareti vukuatsız atlatma derdinde. Ziyaret öncesi, Hizbullah’la bağlantılı cami ve derneklere operasyon yapıldı. Fransa’ysa, bünyesindeki en büyük dini azınlığın Müslümanlar olduğunun farkında ve ilk günden Filistin’e destek eylemlerini yasakladığını açıkladı. Buna karşı, geçtiğimiz Pazar günü anti-semitizme karşı bir devlet destekli miting yaptı. Bu eylem solu böldü. Sosyalistler ve Komünist Parti yürüyüşe katılırken her iki kesimle de ittifak halinde olan radikal solun sözcüsü Jean Luc Melenchon, eyleme katılmayacağını açıkladı. Melenchon, Hamas’ı terör örgütü olarak nitelememekte de ısrarcı ve bu eylemin İsrail devletinin şiddet pratiğine destek anlamına geldiğini belirtti. Öte yandan aşırı sağın sözcüsü Marine Le Pen, İsrail taraftarı yürüyüşün ön saflarındaydı. Sonuçta, geçtiğimiz Pazar günü Paris’te oldukça cılız katılımlı ve devlet destekli bir eylem gerçekleşti. aşırı sağcıların Yahudi düşmanlığı yerine beyaz kimliğe yönelik en büyük tehlikenin Müslüman topluluklardan geldiği fikrine vardığını gösterdi.
Amerika Birleşik Devletleri’nde de büyük bir Arap nüfus var. Ama dikkatli bir inceleme, bunların çoğunluğunun Hıristiyan olduğunu gösterecektir. Hamas’ın saldırısı ve İsrail’in karşı saldırısı olarak gelişen süreç, Yahudi ve Haçlılara karşı bir İslamcı savaş (cihat) olarak algılandıkça Hıristiyan Arapların İsrail karşıtı bir tutum alması giderek zorlaşmaktadır. Nitekim, geçtiğimiz Pazar günü Washington’da büyük bir İsrail’e destek mitingi gerçekleşti.
Bu panorama, Batı kamuoyunun genel olarak, İsrail’e destek konusunda halen birlik içinde olduğunu gösteriyor. İngiltere Parlamentosu, Çarşamba akşamı ateşkes önergesini görüştü. Dışarıda binlerce gösterici barış sloganları atıyordu ama parlamentodan ateşkes kararı çıkmadı.
SONUÇLAR VE OLASILIKLAR
Gözü dönmüş misilleme harekatının bütün dehşetine rağmen Batı kamuoyunun desteğini halen ardında bulan İsrail, bu krizden ne gibi sonuçlar çıkarmaya çalışıyor? Manifest amaç Hamas’ı imha etmek ama bunun mümkün olmadığı, Hamas’ın bir askeri güçten çok bir popüler ideoloji olduğu ve İsrail şiddeti sürdükçe bu popülariteye katkıda bulunulduğu İsrail tarafından da bilinen gerçekler. Şimdi Gazze tünellerinde, hastanelerin gizli bölmelerinde ve sivil yerleşimlerin arasında Hamas’ın askeri hardware’i aranıyor ve imha edildiği söyleniyor. Ertesi gün planı için ise çelişkili açıklamalarda bulunuluyor. Netanyahu, bazen işgal ve ilhak mesajı veriyor, bazen Batı Şeria’daki Mahmud Abbas ve El Fetih önderliğindeki Filistin yönetimini Gazze’ye taşımayı hedeflediği imasında bulunuyor. Bir plan da Gazze’yi kuzey ve güney olarak bölerek melez bir yönetim oluşturmak. Bu durumda, Batı Şeria’dakine benzer bir yarı-işgal statüsünü hedeflediği söylenebilir. Askeri operasyonun yan etkisi olarak kaçınılmaz görünen sivil katliamı yanında ellerini bağlayan en önemli faktör, rehineler. Öte yandan Filistin halkı arasında Hamas’a destek, katliam sürdükçe yükseliyor. John Lennon, “hayat siz onunla ilgili planlar yaparken başınıza gelendir” demişti. Söz konusu savaş olunca, bu söz daha da gerçeklik kazanıyor. Ne İsrail ne de Hamas stratejik hedeflerine ulaşamayacak.
Karşı cephede, Hamas sözcülerinden gelen açıklamalardan anlaşılan o ki başlangıçtaki plan, bir İslam devletleri-Yahudi devleti savaşının ilk kurşununu atmaktı. Devletler düzeyinde olmasa da Hizbullah ve benzeri vekalet güçlerini, hatta bölgedeki IŞİD ve El Kaide gibi selefi cihatçıları da İsrail üzerine yöneltmeyi ummuşlardı. Yazdıkları bildiri, Batı Şeria ve Kudüs’teki Filistinlerin de hemen ayaklanacağı beklentisi içeriyordu. Bu plan, asıl olarak ABD’nin sözlü ve fiili/askeri uyarılarıyla engellenmiş görünüyor. Perde arkasında baş aktör gibi görünen İran devleti, yakın zamanda “savaş bölgeye yayılabilir” mealinde açıklamalarda bulunsa da bu yönde birkaç cılız saldırı dışında etkili adımlar görülmüyor. Nasrallah’ın merakla beklenen Cuma konuşmalarında, Hamas başta olmak üzere birçok İslamcı çevreyi düş kırıklığına uğratan satır aralarıyla karşılaştık. Lübnan Hizbullahı önderi Nasrallah, dibine Güney Lübnan’ı anında yerle bir etme kapasitesine sahip ABD uçak gemileri ve donanma filosu yanaşmış haldeyken daha sert bir tavır beyanının intihar anlamına geldiğini görebilecek kadar aklı olduğunu gösteriyor.
İhale ellerinde kalınca Hamas ve müttefiki Filistinli örgütler, İsrail işgaline karşı direniş kozlarını masa üzerine koyup düşünmüş olmalılar. Birinci koz, rehineler. Aralarında yalnızca siviller değil yüksek rütbeli subaylar ve generaller de bulunan 240 civarında İsrail yurttaşı. Onları son dakikaya kadar hayatta ve ellerinde tutacakları anlaşılıyor. İkinci koz, Gazze’nin sivil halkı. Gerilla savaşlarındaki tipik durumla karşı karşıyayız. İsrail güçleri savaşmak için geldikleri Gazze’de karşılarında sivil halkı buluyorlar. Hamas güçlerine ulaşmak neredeyse imkânsız ve her çatışma ya da bombardıman yüzlerce sivilin ölümüyle sonuçlanıyor. İsrail, sivil Filistinlilere güneye gitmeleri çağrısında bulunmuştu ve Hamas’ın halkın bu çağrıya uymasını engellediğini, hatta göç edenlerin üzerine ateş açtığını iddia ediyor. Bu, sivilleri, özellikle de çocukları imha etmenin bahanesi olmamalı ve katliam sürdükçe dünya kamuoyu da İsrail’in arkasında durmaktan vazgeçme eğilimleri gösteriyor. Amerikan yönetimi bile ateşkes değilse de ara verme çağrısında bulunmaya başladı. Hamas durumdan memnun çünkü “ne kadar sivil ölürse o kadar iyi” diye çalışan bir stratejik ‘akıl’ söz konusu.
Bu savaş nasıl bitecek bilinmez ama Batı kamuoyunda Filistin meselesi konusunda bir farkındalık oluştuğu kesin. Tel Aviv, Kudüs ve Ramallah’da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.