Batı’nın düzgün vatandaş ihtiyacı: Kurallara uyan bir insan kimliği yaratmak
İnsan geriye dönüp sorabilir, kırılma noktalarının herhangi birinde, kimlik oluşturmak adına, iki erkek figür değil de iki kadın rol model alınsaydı dünya bu kadar berbat bir yer olur muydu?
Selim Martin*
Bir deprem çağının birdenbiresinde
Önce görevler silahlandı önümüzde
Sonra kurallar ve kapkara baskılar
Kesildi sanki sözlerin soluğu
Türküler yetişmez oldu ahlara
İşte içlenmenin o en içli anında…
Adnan Yücel
Bugün adına medeniyet dediğimiz kavram, ne güzel ki Batı’nın yaratmak için yedi yüzyıl boyunca uğraştığı ve ne yazık ki en az iki yüzyıldır üzerinde yükselerek dünyaya istediği şekli vermek için faydalandığı bir araçtır. ‘Nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmakça’ bir süreç anlayacağınız.
Orta Çağ garabetinin ardından, Avrupa’da tüccarların öncülüğünde, ham maddeye ulaşmak ve yeni pazarlar yaratmak adına girişilen her ticari yaklaşım, buradan kazanılan paraların önemli bir bölümünün sanata ve bilime ayrılmasıyla biçim değiştirdi. Kervana “Papalık” müessesesinin tekelini yıkıp pastadan pay almaya çalışan “muhalif” din adamlarının da katılmasıyla istemeden de olsa büyük bir aydınlanma sürecinin yaratılmasına dönüştü. Süreci basitçe yeniden kurgulayalım: Osmanlı İmparatorluğu İstanbul’u almakla Asya-Avrupa bağlantısını kesmiş; Doğu’nun kıymetli malları Batı’ya ulaşmayınca Batı yeni çözümler aramak zorunda kalmıştır. Aynı zamanda, uzun süredir kendi içlerinde düşman yaratıp onları avlayarak kitleleri yönetmeyi sürdüren Avrupa için dışarıda yeni bir düşman ortaya çıkmıştır. Parçaları birleştirince önce coğrafi keşifler ile gelişen ticaret, zenginleşen tüccarların endüstri ve sanat yatırımları, sanatçılar ve yeni nesil din adamlarının şekillendirdiği yeni toplum ve bunların tümünü bir arada tutmaya yarayan yeni düşman. Hepsini alt alta topladık, işte size “Batı medeniyeti”ni oluşturan terimler: Coğrafi keşifler, Rönesans ve Reform. Tabii bu terimleri geniş kitleler ile buluşturan Gutenberg’in matbaasını da unutmadan ekleyelim.
BÜYÜTEÇLERİ HAZIRLAYIN...
Rönesans, namıdiğer Yeniden Doğuş terimi, araştırmacılar tarafından; Batı ile Klasik Antikite arasında sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta bağın tekrar kurulmasını sağlayan, Antik Yunan filozof ve bilim insanlarının çalışmalarının çeviri yoluyla alındığı, deneysel düşüncenin canlandığı, hümanizm üzerine yoğunlaşıldığı matbaanın bulunmasıyla bilginin geniş kitlelerle paylaşımının arttığı ve radikal değişimlerin yaşandığı dönem olarak tarif edilir. İki ayrı yeniden doğuş: Klasik öğrenmenin ve bilimin, antik metinlerin tekrar keşfiyle yeniden doğması (Orta Çağ yaklaşımının sonu) ve genel anlamda bir Avrupalılık kültürünün yeniden doğuşu (Birbirimizle dövüşmeyi bırakalım, yeni düşmana karşı birlik olalım.) İşte Batı’nın Avrupalılık kültürü yaratmak için dönüp baktığı Klasik Antikiteye bir de biz bakalım. Büyüteçleri hazırlayın, geçmişe gidiyoruz.
Önceki yazımızda, MÖ I. bin yılda Ege Denizi çevresinde biriken farklı kültürel zenginliklerden ve bunların bir potada erimesi ile ortaya çıkan Ege kültüründen bahsetmiştik. Mısır, Fenike, Mezopotamya ve Pers kültürlerinin; Thraklarla ve demir kullanan göçebeler ile buluşması ve henüz yıkılmış Hitit, Troya, Akha ve Girit gibi uygarlıkların kalıntılarıyla Urartu, Lidya, Likya, Karia gibi yerel Anadolu halklarının kaynaşmasının sonuçlarını eski yazımızdan aparıp burada bir kez daha alıntılamakta fayda var sanıyorum.
“Yukarıda bahsettiğimiz zamanda, farklı kültürlerden gelen bilgilerle yavaş yavaş dolan Ege Denizi, bugün adına klasik denilen bir dönemi doğurdu. Denizin iki yakasında kurulan kentler gittikçe büyüdü, gelişti. Sözlü anlatımlar yazıya, kurallar yasaya, düşünceler felsefeye, değerli madenler de basılı paraya dönüştü. Gemilerle çıkılan yolculuklar, ana kenti besleyen koloniler ortaya çıkardı. Bugünkü İspanya, Portekiz, Fransa, İtalya kıyıları ile Karadeniz’in tamamında kurulan yeni yerleşimler, doğu ile batı arasındaki modern iletişimin ilk adımlarını attı. Batı kendine, üzerinde yükseleceği sağlam bir temel bulmuştu, bir daha da bırakmadı. Medeniyet kavramı çıktı ortaya; mimarlık-mühendislik vardı, resim-heykel-mozaik buradaydı, filozofların okulları geometri bilmeyenin giremeyeceği bir düzeyi savunuyordu, insanlar cinsel estetiği tartışıyor; tıbbın, ekonominin, siyasetin ve hatta savaş sanatının bile eğitimi veriliyordu. Ancak hepsinin altına eğilip baktığınızda bütün bunların iki sağlam ayak üzerinde ancak yükselebildiğini görürdünüz.” S. Martin – Batı’nın Oyun İhtiyacı –Arkeo Duvar 6. Sayı.
'YENİ NESİL' AVRUPALI'NIN DOĞUŞU...
Batı kendine yeni bir ortak kimlik yaratırken yukarıda bahsedilen zaman diliminde ortaya çıkan, masanın üzerinde öylece duran her şeyi -medeniyeti- alıp kullanmak yerine akıllıca davrandı ve eğilip masanın altına baktı. Yani medeniyeti yaratan asıl kimliğe odaklandı. Kimliği anlatan eski mitolojileri öğrendi önce, sonra bu öykülerin kahramanlarını ezberledi, onlar gibi düşünmeye ve onlar gibi davranmaya başladı. Sonra çocuklarına bu öyküleri öğretince değişimi fark etti ve bu öğretme sürecini bir eğitim sistemi olarak standartlaştırdı. Eureka! İşte size profesyonel hayatında toplumcu, düzgün ve kurallara uyan; özel yaşamında ise bireyci, yaratıcı ve özgür olan, iki ayak üzerinde yükselen yeni nesil Avrupalı.
Medeniyet, öncelikle kurallara sıkıca bağlı bir topluma ve aynı zamanda yaratıcı bireylere ihtiyaç duyuyordu. Bunlar için başvurulan öykülerin kökenine ve oradan devşirilen karakterlere bir bakalım.
Helen mitolojisi oluşurken ve toplumu şekillendirirken insanın ihtiyaç duyduğu ya da korktuğu her şeyi yönetme işini çeşitli karakterlere pay etmiş; bugün adına Pantheon denilen, bizler için mitoloji, kendi dönemi için bir inanç sistemini oluşturan tanrı/tanrıçalar birliği ortaya çıkmıştı. Bu Pantheon, eski uygarlıkların söylencelerinden neredeyse bire bir alınmıştı ve biraz uyarlamayla “yeni kent devletlerinin” kullanımına sunulmuştu. Ama felsefeden bilime, mimarlıktan sanata hemen her alanda gelişen bu yeni topluma eskinin karakterleri yetmez olmuştu.
Doğa olaylarından aşka, bolluk bereketten savaşlara, stratejiden yolculuklara kadar her bir işe bakan birileri vardı da şu gerçek hayatı, günlük yaşamı düzenleyecek kimse yoktu. Hal böyle olunca Ege Denizi’nin doğusundan iki yeni karakter- Pantheona transfer edilecekti. İki yeni kahraman gelmiş; hoş gelmiş, sefa gelmiş.
BİR ANADOLU ÇOCUĞU...
İlk kahramanımız yabancı değil canım, Apollon. Hititlerde Lukka denilen, Yunan’ın Lykia, bizim Teke Yarımadası diye ünlediğimiz yerin tanrısı. Özbeöz Anadolu çocuğu anlayacağınız. Zeus bir fikir bile değilken henüz insanların zihninde, Apollon nicedir ışık saçıyordu Teke Yarımadası ahalisine. Bu köklü tanrı, Helen kültürüne girerken dogmatik kurallar işleyecek, Zeus’un çapkınlıklarının ürünü bir “oğul” olarak Pantheona katılacaktı. Böylece dinin kusurları gösterilmeden eksik tamamlanacaktı.
Azra Erhat’ın o güzel tarifine göre Apollon; aydın, durgun, ölçülü gücü simgeler. Işıktır; doğayı görme, varlığı akılla algılama ve akıl yetisine dayanan yöntemlerle biçimlendirme gücü ve yeteneğidir. Apollon plastik sanattır ama aynı zamanda öngörmedir, anlama ve kavramadır, ışığın doğayı bir projektör gibi aydınlatıp karanlıkta kalan sırlarını çözümlemesidir. Apollon’un, topluma etkilerini gösterebilecek çok sayıda öyküsü var ancak içerinden bir tanesine belki de en etkilisine- burada açıklayarak- değinmek sanırım yeterli olacaktır.
Marsyas’ı - Bizim Aydın Eski Çineli orman gezginini- tanır mısınız? Her şey Athena’nın kavalı icat etmesi ve ondan güzel nameler çıkarması ile başlar. Mesaj bir: Yaratmak tanrı/ tanrıça işidir. Athena kavalı çaldıkça orman perileri, tanrıçalar gülmeye başlarlar; suyun yansımasında kendine bakan Athena, kavalı üflerken şişen yanaklarına, çirkinleşen suratına bakınca anlar neden gülündüğünü ve öfkeyle atar, fırlatır kavalı. Oradan geçen Marsyas kavalı bulur, eline alır, dudağına götürüp de üflemeye başlayınca ortalık yıkılır.
Kurtlar ve kuşlar, periler ve cinler, tanrı ve tanrıçalar, cümle varlıklar büyülenir bu ses karşısında. Kavalın sesine doğanın sesleri eklenir, Çine Çayı daha coşkulu akar; yeşiller, kırmızılar, sarılar fışkırır her yerden. Doğa kelimenin tam manasıyla canlanır. Müziğin (kurallı, düzenli ve sistemli notaların) tanrısı Apollon, kıskançlıktan olsa gerek çok sinirlenir ve Marsyas’tan daha iyi olduğunu kanıtlamak için onu bir yarışmaya davet eder. Yarışmamız ormanın içinde, suyun kenarında yapılacaktır. Sağ köşede ışık saçan Apollon ve elinde kitharası, sol köşede elinde çift borulu kavalı ile Marsyas, ortada ise jüri olarak esin perileri ve o zamana kadar tanrılar ile arası çok iyi olan Kral Midas yer almaktadır. İşte Marsyas aldı kavalı eline. Bir ezgi, bir ezgi daha… Düzen ve kurallar işlemez oldu Marsyas’ın nameleri karşısında. Midas sevinçle ellerini çırpıp kazananı ilan edecekken Apollon su koyuverdi; henüz bitmedi yarışmamız, dedi. Kitharayı ters çevirip öyle çalmaya devam etti ve rakibinden de aynısını yapmasını bekledi. E malumunuz, kaval tersinden üflenmez. Kazanan haliyle ya da hileyle Apollon! Şimdi geçelim yarışmanın sonuçlarına. Kral Midas anlaşıldığı üzere iyi duymuyor, yoksa neden bir tanrı dururken ölümlüden yana oy kullansın, yazık koskoca krala, bundan sonra daha iyi duysun diye hoop kulakları çevrildi eşek kulaklarına. Mağlup Marsyas için ise bir İskitli cellat bıçağını bilemeye başladı; canlı canlı derisi yüzülecek, yüzülecek ki bir daha tanrılarla boy ölçüşmeye kalkmasın. Yani bunu gören başkaları da böyle bir işe kalkışmasın. Mesaj iki: Ast-üst ilişkisine dikkat et, yerini-haddini bil, kurallara-düzene uy.
İşte öylece Apollon; düzgün, alabildiğine kurallı, planlanmış yaşamı anlatır. Üst üste birikmiş, yanlışlarının büyük kısmını zaman içinde törpülemiş, doğrularını vazgeçilmez hale getirmiş, toplum yasası da diyebileceğimiz, Batı’nın profesyonel hayatına karşılık gelir ve dünya literatüründe “culture” olarak adlandırılır. Ortalama bir Batılı, ortak yaşamı oluşturan kurallara kendiliğinden uyar; trafikte dikkatlidir, işin gerektirdiği kıyafetleri giyer, olması gereken takvime ve saate uyar, görevlerini eksiksiz yapar, bunları ve benzerlerini esnetmeyi düşünmez, kendine kolaylık sağlamak adına kurallardan ödün vermez, toplum düzenini zorunlu olmadıkça bozmaz. Bu zorlama ile değil yüzyıllar içinde yavaş yavaş oluşmuş, artık doğal hale gelmiş bir yaşam biçimidir.
ÖZGÜR DIONYSOS
Medeniyet için gerekli olan diğer ayaktan, ikinci kahramanımız olan Dionysos’tan önceki yazımızda bahsetmiştik ama kimliği oluşturan özelliklerini, Onu Apollon ile karşılaştırarak burada bir kere daha vurgulasak yerinde olur.
Toplumsal yaşamında düzen dışına çıkmayan aynı kişi, iş özel hayatına gelince bambaşka bir şekle bürünür. Alabildiğine özgür, etrafındakilerle ne tür bir bağı olursa olsun önce kendisi için yaşayan, kendisini düşünen, alabildiğine bencil ancak bir o kadar yaratıcı yönünü ortaya çıkarmış, sanki vahşi doğasının farkında, hayattan zevk almayı bilen, bunlar sayesinde doğayı ve yaşamı taklit etmekten öteye rahatlıkla geçmiş, doğayla bütün olmuş, onunla birlikte yaratabilen bir forma bürünmüştür.
İşte size hem “İlk Çağ’ın yaratıcılığı” hem de “modern Batı medeniyeti”. Yani birbirinden farklı iki öğe, iki karşıt varlığın birleşmesinden doğmuş yeni insan ve onun yarattığı yeni dünya…
Peki, bu kadar zor standartlaşmış bu olumlu kimliklere ahmakça “!” demek de neyin nesi diye sorarsanız onu da cevaplayayım müsaadenizle: İşte bu medeni Batı; coğrafi keşifler yapmış, Rönesans aydınlanması yaşamış ve Reform hareketi ile birlikte laik, özgür, yaratıcı insanı ortaya çıkarmıştır. Alkışlar onlara gelsin. Gelsin de bu ortaya çıkan yeni Avrupalı kimlik; yarattığı bu medeniyet ilkelerinin ışığında dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeye çalışmak yerine, 1600’lerde başladığı Asya yağmalamasına 1800’lerde Yakın Doğu ve Mezopotamya’yı eklemiş, Doğu’nun antik eserlerini, kıymetli hazinelerini çalmış, buradaki halkların aralarındaki farklılıkları körükleyip kaos yaratmış, nihayetinde Birinci Dünya Savaşı’nı bile isteye çıkartmıştır. Bu savaşa, resmi rakamlara göre 65 milyondan fazla asker katılmış, bunların 8,5 milyondan fazlası ölmüş, 21 milyondan fazlası yaralanmış ve 8 milyona yakın insan ise esir düşmüş veya kaybolmuştur. Başta savaşta kullanılıp ölen 8 milyon at olmak üzere onlarca hayvan bu süreçte canını yitirmiş veya sakat kalmış, birçok ülkenin bitki örtüsü yok olmuştur. Üstelik bu savaş, ülkeler arasındaki sorunları çözmemiş ağır yaptırımlar içeren antlaşmaların sonucu olarak savaş sonrası gelişen aşırı milliyetçilik, yeni oluşan faşizm ve nasyonal sosyalizm gibi ideolojiler İkinci Dünya Savaşı’na zemin hazırlamıştır. İkinci savaşta 80 milyona yakın insan ölürken bunların sadece 20 milyon civarının asker olduğunun altını çizmek isterim. Dünya; 50 milyondan fazla sivilin ölümü nedeniyle ikinci savaştan bu yana nükleer silah, soykırım ve savaş suçları kavramları ile utanç içinde yaşamaya devam etmektedir. Peki, bu kadar utanç bizim medeni insanı durdurabilmiş midir? Tabii ki hayır! 1945’ten bu yana ne yağma ne de bu yağmanın yarattığı savaş bitmiştir.
İKİ KADIN MODEL OLSAYDI...
İnsan şimdi geriye dönüp sorabilir; kırılma noktalarının herhangi birinde, ister Helen kültürü olgunlaşırken ya da ondan binlerce yıl sonra Batı “medeniyet” için yola çıkarken, kimlik oluşturmak adına, iki erkek figür değil de iki kadın rol model alınsaydı dünya bu kadar berbat bir yer olur muydu?
Medeniyet denilen bu canavarın şimdi tek dişi mi kalmış bilinmez ama 2022 yılında buna bir çare bulamayan bizlere de bir alkış(!) gelsin. Yuh olsun!
‘İlk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. Yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilen o bebeği öldürmüşsündür. Babasının başını okşadığı o çocuğu da bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da zavallı bir kadının kocasını da savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da... Bütün bu kişileri öldürmüş olursun. İkinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişi öldürmüşsündür. Üçüncü kez ise kimseyi öldürmüş sayılmazsın.’ İhsan Oktay Anar-Amat
*Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü Öğretim Görevlisi