Batı’nın 'oyun' ihtiyacı
Milyonlarca yıldır başımıza gelenlerin hep aynı olduğunu söylemek, sanırım arkeologların en önemli işi olmalı. Durun! Yalnız değilsiniz; bu daha önce de olmuştu, ondan önce de ve daha önce de.
Selim Martin
Yıl 935...
AİDS henüz icat edilmemiş fakat Hitlerimiz mevcuttur;
Yayılırken dört bir koldan faşizm virüsü Almanya’ya
Terk ettim Karl Valentin’i
Yıl 935
Tam akşamüstü
Adamım yalnız kaldı sahnede
Yalnız yalnız adamlardır tiyatro…
Mitoloji ne de güzel şey; anlamak/anlatmak için insanı, insanlığı! Mesela; canın bugün olan bitenden bahsetmek mi ister yoksa olmayanı-eksikliği, çarpıklığı vurgulamak mı? Eskinin güzelliğini övmek mi yoksa artık yeni bir sözün gerekliğini söylemek mi istersin? Her ne istersen, sen bilirsin. Buyur; söylence emrine amade!
Yazıdan önceki dönemlerde ortaya çıkan sözlü anlatımlar ile yazı sonrası toplumların öyküleri, birkaç kategori altında toplanır, oradan dallanır budaklanır, birleşir, ayrılır, küser, kavuşur; her biri sanki ilk kez söyleniyormuş gibi çıkar insanlığın sahnesine ve bağırsa da fısıldasa da kuvvetli bir biçimde sözünü aktarır. Ancak unutmayalım ki gerçekten öykü bir tanedir, söz bir tane.
Milyonlarca yıldır başımıza gelenlerin hep aynı olduğunu söylemek, sanırım arkeologların en önemli işi olmalı. Durun! Yalnız değilsiniz; bu daha önce de olmuştu, ondan önce de ve daha önce de. Biz bu sözü daha önce de duymuştuk ve ondan önce de.
İşte bu başımıza gelenlerden farklı anlamlar çıkartmak üzerine kuruludur mitoloji; başkasının yaşamında önemli bir yer tutan olayı önce küçümser, dalganı geçersin. Sonra başına aynı şey gelince, gider o elin kahramanını baş tacı eder, tanrısını da evine alırsın (Resim 1).
Hemen her toplumda karşımıza çıkan bu kahraman/tanrı “devşirme” durumu, konu büyük medeniyetlere gelince coşar, mantık tanımaz, öyle bir biçimde benimser ki komşunun öyküsünü; devşirdiği kahramanı/tanrıyı öz evladından fazla sever.
Buyrun gidelim milattan önce birinci bin yıla. O zamanlardaki Ege denizini sanki sözle dolmaya çalışan bir havuz gibi düşünelim (Resim 2). Mısır’dan, Fenike’den gelen gemiler değerli malların yanında getirdiler güzelim öykülerini; Mezopotamya’nın ve Persepolis’in kavga eden tanrıları az önce gelen kervanlardan çıktı, attılar kendilerini denize. Thrak’ların özgür ruhlarıyla, Balkanları gezmekten yorulmuş, siniri burnunda göçebe kavimlerin kahramanları el ele, bıraktı kendini kumsaldaki güneşe. Denizin batısı ve doğusu en az 500 yıldır dövüşmekte: Ah Hektor ah Akhilleus, nice kahraman ve nice bilge, canlı ya da ölü sulara bırakmıştı kendini; e Girit’in ada öyküleri -o büyük patlamadan beri- zaten hiç sudan çıkmamıştı. Hitit’in az evvel, tabletlere yazıp miras bıraktığı renklere; Likya’dan ışık, Lidya’dan koku, Karya’dan ses; Pontos’tan güçlü kadın, İskit’ten korkutucu erkek, Byzantion’dan yolcu, Urartu’dan süs; sonra biraz bal, bolca üzüm ve denizden de tuzu ekledik mi tamamdır. Evet malzemelerimiz artık hazır. Çağırın, bir tane Rhapsodos gelsin, başlasın bu eski ama yeniden söylenmeye hazır öyküyü dillendirmeye (Resim 3).
BUYUR SEVGİLİ HEMŞERİM...
Bu yazımızın konusu, işte bu kültür havuzunun oluşturduğu en önemli karakterlerden birisi ve onun alametifarikaları. Tanıştırayım efendim; şarabın ve tiyatronun tanrısı Dionysos. Anadolu’da, Girit’te, Mısır’da, Trakya’da ve nihayetinde Thebai’de, muhtelif zamanlarda beş farklı kere doğmuş olduğu düşünülen işte bu Dionysos, başlangıçta yalnızca sarp dağların bitkisini yaşatan bir tanrıyken şimdilerde batının fikir ve sanat kaynaklarının en bereketlisi olmayı başarmış, bir nevi, ölümsüzlerin arasında hala yaşamayı başaran iki tanrıdan birisi olmuştur.
Aa Euripides gelmiş çağrımıza. Buyur sevgili hemşerim, hoş geldin. Söylence emrine amade.
“İşte ben Zeus’un oğlu Dionysos, Kadmos’un kızı Semele’nin yıldırım dolu şimşekler içinde doğurduğu tanrı, Thebai toprağına ayak basıyorum. Tanrılığımdan soyunup insan suretine girdim… Ben Lidya’nın altın ovalarından geliyorum, İran’ın güneşten kavrulan kırlarını, Baktiria’nın uzun surlarını, Media’nın buzlarla örtülü topraklarını, saadet diyarı Arabistan’ı, tuzlu denizin kıyılarına uzanan bütün Asia ülkesini, Barbarlar ile Helenlerin karışık yaşadığı, güzel hisarlarla süslü şehirleri dolaştım. Oralarda korolarımı topladım; dinimi, ayinlerimi öğrettim, şimdi kendimi Helenlere tanıtmak istiyorum. Helen toprağında Bakkhaların keskin çığlıkları ile çınlattığım, kadınlarının çıplak vücutlarını ceylan postlarıyla sarıp ellerine Thrysos’u, sarmaşıklı asayı verdiğim ilk şehir burası oldu…”
Dionysos deyince akla ilk gelenler, tabii ki şarap ve tiyatrodur (Resim 4). Birbirinden çok farklıymış gibi duran bu iki ürün, aslında birbiri ile yaratı sürecinde kaynaşmış, homojenleşmiş, sonra tekrar ayrılarak farklı yönlere gitmiş gibi görünmektedir. İkisinin kaynaşması için vaktimiz var, biz şimdi alalım birini elimize ve inelim şu tiyatro denilen oyunun derinliklerine.
Belki her şey Paleolitik Çağ’da başladı. Belki Yakındoğu’da bir mağarada, ateş başında, av için giyilen kamuflaj kürkü ve takılan boynuzu çıkarmayı unutup avın nasıl geçtiğini anlatmaya çalışan ilkel insan, ilk defa benzedi kendisinden “bir başka” şeye (Resim 5). Veya Üst Paleolitik’te bir insan, Pireneler’de bir mağarada, duvardaki resimlerin üzerine gölgesini düşürmeye çalışınca doğdu kendinden “başkaya” dönüşme (Resim 6).
Kökeni hakkında günlerce konuşsak bir karara varamayız ya da onlarca farklı kesin karar çıkar ortaya. Neolitik’in ilk yerleşik avcılarının kostüm giyerek büründükleri karakterlerden, Mezopotamya’da, steril ortamda göstermelik aslan avı düzenleyen krallara kadar çok ama çok uzun bir yol çıkar önümüze (Resim 7). Anlıyoruz ki her zaman önemliydi “bir başkaya” dönüşmek, taklit etmek, başkası gibi davranmak; ancak her nasılsa yüzyıllarca kendi mekânından -sahneden- uzak kaldı bu dönüşme işi; ustaların deyişiyle, nam-ı diğer “gibi yapmak” işi.
DİONYSOS'UN TİYATROSU
Az önce bahsettiğimiz zamanda, farklı kültürlerden gelen bilgilerle yavaş yavaş dolan Ege Denizi, bugün adına klasik denilen bir dönemi doğurdu. Denizin iki yakasında kurulan kentler gittikçe büyüdü, gelişti. Sözlü anlatımlar yazıya, kurallar yasaya, düşünceler felsefeye, değerli madenler de basılı paraya dönüştü. Gemilerle çıkılan yolculuklar, anakenti besleyen kolonilere yol açtı. Bugünkü İspanya, Portekiz, Fransa, İtalya kıyıları ile Karadeniz’in tamamında kurulan yeni yerleşimler, doğu ile batı arasındaki modern iletişimin ilk adımlarını attı. Batı kendine, üzerinde yükseleceği sağlam bir temel bulmuştu, bir daha da bırakmadı. Medeniyet kavramı çıktı ortaya: mimarlık-mühendislik vardı, resim-heykel-mozaik buradaydı, filozofların okulları geometri bilmeyenin giremeyeceği bir düzeyi savunuyordu, insanlar cinsel estetiği tartışıyor; tıbbın, ekonominin, siyasetin ve hatta savaş sanatının bile eğitimi veriliyordu (Resim 8).
Ancak hepsinin altına eğilip baktığınızda bütün bunların iki sağlam ayak üzerinde ancak yükselebildiğini görürdünüz. İşte bu ayaklardan ilki; doğudan gelip bu denize akınca sahnesine kavuşan Dionysos’un tiyatrosudur.
Sahneye çıkmak öyle kolay iş değil. Ses lazım ki herkesin duyduğu bir ses olmalı; söz lazım ki herkesin bildiği ve söylemek istediği bir söz olmalı; giyinmek-süslenmek lazım herkes gibi, bildiğimiz evlerden bildiğimiz mağaralara, bildiğimiz bağlardan bildiğimiz dağlara, bildiğimiz çeşmelerden bildiğimiz ırmaklara bizi sürekli götürüp getirmeli. Bütün bunları yapmak için yani yaratmak için önce yaratıcıyı taklit etmeli, sonra esrimeli ve kendinden geçmeli insan. İşte şarap bu noktada devreye girer. Bizi kendi benliğimizin derinliklerine götürüp yaratıcıyı ortaya çıkartmak için çıkar o uzun yolculuğuna.
Sözü Sabahattin Eyüboğlu’na bırakalım; Dionysos ile şarabın yolculuğunun bize ne oyunlar yaptığını dinleyelim.
"… Üzümle koparılan tanrı, özünü maddeden sıyırabilmek için birçok eziyete katlanır: parça parça edilir, ayaklar altında ezilir, küplerde hapsedilir. Böylece Dionysos kendini insanlara vermek, onlara hayatın sırrını katabilmek için ıstırap çeker; fakat bu işkenceler onu öldürmez. Ekşime sayesinde yaşamaya devam eder; kudreti büsbütün artar, şarapla insanın damarlarına geçerek onu coşturur, ruh ve beden kudretini son haddine götürür. Tanrı Helen toprağına ayak basınca, onlar ırklarındaki dehayı canlandıran kudreti gördüler. Kolektif ruh uyanıp coştu. İlk sarhoşluk içinde her şeyi birbirine bağlayan sırrı sezdi. Coşan insan kendini dünyanın sahibi bir tanrı gibi gördü. Ağaçlar, kayalar, dağlar, bayırlar da insanlarla birlikte coştu, işte o zaman sevinçten yer yerinden oynadı…"
Yetmez, daha bir şeyler yapmalı. Tüm maiyeti ile ovaya inmiş, meyve ağaçlarına, asmaya, incire yayılan bu tanrının yaylalardaki, ormanlardaki, mağaralardaki dünyasını da yanımıza taşıyalım. Kudretli tanrının bu vahşi doğasını gözlemleyelim. Gürültülü, köpükler saçan çağlayanları, ormanda rüzgârın çıkardığı sesleri, hayvanların böğürmelerini, sevinçten coşan insanın sesleri ile bütünleyelim. Gücümüz yettiğince o vahşi doğayı taklit edelim. Dans edelim ve tanrının adlarından devşirilip bugüne değin ulaşan çığlıklarımızla ünleyelim. Ahoooy (Ehuios)!
YARATICIYIZ ARTIK BİZ
İnsanlar doğayı taklit ederken bir yandan şarabın içindeki tanrı ile birleşince, türlü hallere giriyor; kimi sessiz kimi azgın ve kavgacı oluyordu. Kiminin ruhu derinliklerden çıkıyor, kimisi içine kapanıp dertleniyordu. Tanrı onlara kendilerini tanıtıyor, içlerinde saklı duran yaratıcıyı tüm halleriyle ortaya çıkartıyordu. İnsan kendinden geçerek tanrının hayatını yaşıyor, ruhunu bir bedene bağlayan zincirlerini kırıyordu. Daha güzel bir hayata doğmak bir yana, evrene düzen veren ezeli akla katılan insan, tam kurtuluşa varıyordu.
Bu taklit ve bu sarhoşluk ile yaratıcılığının zirvesine çıktı insan. Tadını aldı kendi benliği ile barışık olmanın. Hem kendisi hem de başkası olmanın. Peki şimdi ne yapmalı? Nasıl etmeli de bu işi kalıcı hale getirmeli? Yaratıcı rolünü devam ettirmeli.
İşte söylencenin sırası geldi yine. Doğayı ve tanrıyı taklit ederken öğrendiklerimizi, öykülerimizi canlı hale getirmek için kullanmamız lazım. Yaratıcıyız artık biz; ademoğluna ilk ruhu üfler gibi, sahnedeki kahramana ses verebiliriz. Yüzlerimizi öykülerdeki karakterlere, işte bu sahneyi bir ormana benzetebiliriz hemencecik. Öyküde Zeus’un Olympos’tan yeryüzüne mi inmesi lazım? Tapınak inşa ederken kullandığım bir vince bakar, bir taklitçi arkadaşımı sanki Zeus’muş gibi, yukarıdan sahneye indirmek. Bir pazaryerinin, bir savaş meydanının, bir düğünün gümbürtüsünün alasını yapar korodaki arkadaşlarım.
İşte yaratmanın tadını, “başka” olmayı, “gibi yapmayı” öğrenen ve bunu bir sahnede herkese gösterebilen insan, artık durdurulamaz bir hale dönüşecektir. Bu yeni becerisi üstüne – yanına ileride bir başka tanrının özelliklerini de alarak- bugün adına medeniyet dediğimiz ülküyü kuracaktır. Batı’nın bu oyuna ihtiyacı hiç bitmez. Sanat, estetik, güzellik, arzu, coşku, sevinç ve özgürlük yani kısacası gerçek doğamız ancak bu oyunla hep bizimle kalacaktır. Bu oyun, yeni dünyayı yaratmamıza ve onu benliğimizin kötü tarafından koruyarak ilelebet yaşatmamıza imkân sağlayacaktır. (Resim 9)
Tiyatroya kim gider?
Hayatımız tiyatro…
Hayatımız… Tiyatro!
(Ferhan Şensoy & Bertolt Brecht & Karl Valentin)
* Öğr. Gör. / Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü.