Bazı metaforlara zorunlu bir veda
Dünyada ve ülkede geride bıraktığımız yıl bir kez daha gösterdi ki çağımız sahte iyimserliklere yer olmayan, ‘beterin beteri’ bir çağdır. Bugünün karanlığını yaratan çelişkiler bizi sermayenin yarattığı bozgunda birleştirdiği sürece gökten yeni kavramlar inmeyecek. Beterin beterine kılıç çekmenin henüz başka bir yolu yok.
Kötü bir duruma düşünce, kendimizi olduğumuzdan daha iyi bir yerdeymişiz gibi görmeye çalışırız. ‘Beterin beteri var’ kalıbıyla özetlenebilecek bu refleks çok geniş bir yelpaze içerisinde akıllara gelir. Örneğin sağlığımızda yolunda gitmeyen durumlar oluşursa, aklımızın köşesinde hemen bir ‘şükür’ sekmesi belirir ve şöyle fısıldar: “Söyleniyorsun ama seninki yine iyi, senden daha kötü hasta olanlar var.”
Çocuk yaşlardan başlayarak daima tekrarlanan ve jenerasyonlar boyunca aktarılan bir psikolojik savunma mekanizmasıdır bu. Doğruya doğru, elden bir şey gelmediği zamanlarda beterin beteri varmış gibi düşünmek, hatta yoksa da o beteri kafamızda yaratmak yatıştırıcı olabilir. Çünkü özü itibariyle, amansız hastalığa yakalanmış bir çocuğa annesinin “Geçecek” demesiyle aynı insani kökten beslenir. Belki onun kadar masum değildir, hatta bencilcedir, çünkü başkasının acısıyla kendi acımızı yatıştırmaya çalışırız. Ancak çıkmaza girince elindeki son kartı oynayan bir zihnin hamlesi maruz görülebilir.
Fakat başta güçlü görünen bu geleneksel savunma sistemi, elden bir şeylerin geldiği vakit tamamıyla ıskartaya çıkar. Örneğin tedavi edilebilecek bir hastalığa yakalanmışsak, ancak iyileşmek için günümüzün dünyası bizden karşılamamızın imkansız olduğu bir para talep ediyorsa… Bu durumda “Olsun daha bizden kötü durumda olanlar var” dersek eğer, bize doğru hızla gelen balistik füzelere sapanla taş atarken buluruz kendimizi. Çünkü toplumsal hayat içerisindeki dengelere ufacık da olsa bir temasımız olduğunda şükrün ya da mukadderatın bir kıymeti kalmıyor. Hem ne diyordu zihnimize kazınan bir başka kalıp çaresiz hastalığı kastederek: “Ölümden başka her şeye çare vardır.”
Alışkanlığa dönüşmüş bu refleks, toplumsal hayatın yakasını bırakmıyor. Üstelik sadece “Bizim ülkede işler pek yolunda değil ama sen hele bir de şu ülkeyi düşün, vay hallerine!” ifadeleri ile tezahür etmiyor, daha dolaylı metaforlarla sürekli karşımıza çıkıyor: “Dünya uçurumun kenarında” ya da “Ülkenin geleceği için bu artık son sapak” diyoruz. Bunu yaparak henüz en betere ulaşmadığımızı ancak o yönde ilerlediğimizi vurguluyoruz. Fakat o uçurumun dibini çoktan boylamış olabileceğimize hiç ihtimal vermiyoruz. Eşikte olma hissi bize bir nebze de olsa umut veriyor. Oysa yanlış dallara tutundukça uçurum kenarından düşme simülasyonu gittikçe daha da anlamsız bir hale bürünüyor.
*
Dünyada ve ülkede geride bıraktığımız yıl bir kez daha gösterdi ki çağımız sahte iyimserliklere yer olmayan, ‘beterin beteri’ bir çağdır. Karşımızda uzanan puslu izleği anlamlandırabilmek adına bir anlığına içinde bulunduğumuz kuyuyu gözümüzün önüne getirelim. Mesela ihmallerin ve sermaye düzeninin birincil sorumlu olduğu deprem günlerine merhemmiş gibi sunulan seçim telaşını hatırlıyoruz öyle değil mi? Toplumsal adaleti siyasetin yalnız kısıtlı bir alanına sıkıştıranlar, “Bu seçimden başka kurtuluş yok” diyenler sandık sonuçlarının ardından nasıl da sırra kadem bastı? Böylece kendimizi yoksulluğun, şovenizmin, güvencesiz çalışma koşullarının, kısacası gündelik hayatın gerçek sorunlarıyla bir kez daha baş başa bulduk. Hem kabullenilmiş çaresizliği, hem de o çaresizlikle her alanda hâlâ mücadele etmeye devam edenlerin cüretini bulduk. Şimdi ise toplumsal sorunları, öfkeyi ve örgütlü mücadeleyi sadece seçime bağlayan illüzyonistlerin yerel seçimlerle birlikte saklandıkları yuvalarından tekrar çıkmaya yelteniyorlar.
Son olarak İsrail’in Gazze’de yürüttüğü katliam, dünyanın her tarafında çalan savaş tamtamlarının sesini daha da yakından işitmemizi sağladı. Üstelik bu sesi duymamızı sağlayan sadece katliamın ulaştığı korkunç boyut değildi, yürütülen soykırım politikasının dünyanın gözü önünde olmasına rağmen İsrail’in uluslararası alandaki dokunulmazlığıydı. Başka bir ifadeyle başında ‘uluslararası’ kelimesi konmuş bir kamuoyunun ya da hakların fiilen yokluğu hiç olmadığı kadar çıplak bir şekilde belli oldu. Ancak “Bu kadarı da olmaz” serzenişlerini “Dünya bundan sonra nereye gidiyor?” tartışmaları izledi.
*
Sanıyoruz ki çağımız en kötüsü değil. Kötü devir ararken gözümüz hep gerilere gidiyor. Tarihten Birinci Paylaşım Savaşı yıllarını çıkartıyoruz, ya da neoliberal saldırıların bendini aştığı 1990’ları aklımıza getiriyoruz. Oysa hayır, günümüz dünyasının kimi açılardan en beter çağ olabileceğini hesaba katmıyoruz. Bu farkındalık bizi nihilizme sürüklemek zorunda değil, tersine karanlıkla mücadele etmek için önce kuyunun en dibine düştüğümüzü kabul etmekle işe başlamak gerekiyor, aksi takdirde ‘bu kuyu daha derinlere iniyor mu’ sorusunu sormak bizi yavaş yavaş çürütecek.
Burası insanların zorlu göç yollarında bir umut parçası için canlarını feda ettikleri bir dünya. Korkunç acıların, akla hayale gelmeyecek vahşiliklerin dünyası. Sosyal hakların günbegün kaybedildiği, sermayenin emekçiler üzerinde kurduğu tahakkümün her gün bir öncekinden daha da ağırlaştığı bir dünya. Kârın amaç olduğu yerde başarının kurnazlığa ve emek sömürüsüne dayandığı bir barbarlığın dünyası. Kimse böyle bir yerde karşımıza çıkıp iyilik-kötülük denklemleriyle kafa şişirmeye kalkmasın. Çünkü kötünün iyisini seçmek, sadece küçük bir kesime sunulmuş bir ayrıcalıktır.
Böyle anlarda insanın aklına Maksim Gorki’nin Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi eserinden bir alıntı geliyor:
“Küçük burjuva, uzun yıllar sürecinde oluşmuş düşünce ve alışkanlıkların dar çemberi içinde sıkışıp kalmış, bu çemberlerin dışına çıkamayıp, kurulu makine gibi düşünen bir varlıktır. Ailenin, okulun, kilisenin, ‘hümanist’ edebiyatın etkisi, ‘yasaların ruhu’, burjuva ‘gelenekleri’ denilen bütün şeylerin etkisi küçük burjuvaların kafalarında bir saatin çarklarına benzer. Küçük burjuva düşüncelerinin küçük çarklarını, küçük burjuvanın rahatına düşkünlüğünü harekete getiren bir zemberek, pek karmaşık olmayan bir cihaz yaratır. Küçük burjuvaların bütün duaları belagat niteliklerini hiç kaybetmeyen şu kelimelerden ibarettir: ‘Tanrım, bize acı!’ Bu dua biraz daha yetiştirilip, devlet ve toplum karşısında bir hak ve istek olarak ifade edilecek olursa, şu şekli alır: ‘Beni rahat bırakın, dilediğim gibi yaşayayım.’ Gazeteler her gün küçük burjuvaya; İngilizce, dünyanın en iyi insanı; Fransızca, yine dünyanın en iyi insanı; Almanca ya da Rusça, her zaman asil, her zaman dünyanın en iyi insanı olduğunu aşılar. Oysa, 'medeni' dünyanın bu en iyi vatandaşı, neresinden bakarsanız bakın, Hıristiyan misyoneri tarafından sorguya çekilen vahşiye benzer. Misyoner vahşiye sormuş: ‘Ne istersin?’ demiş. Vahşinin verdiği karşılık çok sadedir: ‘Çok az çalışmak, çok az düşünmek, ve daha çok yemek’.”
*
Elbette dünyanın ya da ülkenin gittiği yolu tartışmak ya da öngörmeye çalışmakta herhangi bir yanlış yok. Ancak bunu yapabilmek için önce şimdiki zamanın kavgasına tutuşmak gerekiyor. Bugünün bataklığını kavramak, gücümüzü ve zayıflığımızı iyi tanımak gerekiyor.
Soldan sağa doğru ilerleyen, ortada bir ‘merkezin’ bulunduğu o meşhur ideolojik spektrumda aktörlerin çoğu yanındakinin bir sağındakine kayarken sol içerisinde yerini koruyabilmek giderek daha da güç bir mücadeleyi gerektiriyor. Bunun da yolu toplumsal mücadelenin çekirdeğini reformizmden korumaktan geçiyor: Şovenizm dalgalarına karşı ezilen halkların kurtuluş mücadelesini savunmak, emek mücadelesini sadece bir demokratik hak mücadelesi alanı olarak görmeyip işçi sınıfı iktidarı perspektifini her daim heybede taşımak, emperyalist paylaşım savaşlarına karşı amasız fakatsız tavır almak…
Kimilerine göre bunlar ‘eskimiş’ sözler olabilir. Fakat bugünün karanlığını yaratan çelişkiler bizi sermayenin yarattığı bozgunda birleştirdiği sürece gökten yeni kavramlar inmeyecek. Beterin beterine kılıç çekmenin henüz başka bir yolu yok.
Son olarak, kuyunun ya da uçurumun en dibinde olduğumuzu fark etmekle umutsuzluk arasındaki farkı hatırlamak için son sözleri yine Gorki’ye bırakabiliriz:
“Hayat bizi her an şaşırtmaktadır ama hayvansal artıklardan oluşmuş, fokur fokur kaynayarak pis kokular saçan kalın çöplük katmanıyla değil, insanoğlunun bu çöplük katmanının altından yukarıya doğru çıkmak için zorlayan, iyiye yönelik, parlak, sağlıklı ve yaratıcı güçleriyle şaşırtmaktadır. Daha iyi, daha insanca bir hayatın yeniden doğacağı konusunda bizde sarsılmaz bir umut uyandıran da işte bu güçlerdir.”
Yeni yılda tüm bu metaforlara veda edip örgütlü bir mücadelenin yolunu tutma dileğiyle.
Kavel Alpaslan Kimdir?
1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde çalıştı. 1+1 Express Dergisi’nde yazıyor. 2016 yılından bu yana Gazete Duvar’da yazı ve haberleri yayınlanıyor. "Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri" kitabı 2023 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.
İran’da bir Sovyet deneyimi: Azerbaycan Milli Hükümeti 16 Kasım 2024
Komünist aerobik öğretmeninden İsrail işgaline suikast 06 Kasım 2024
Baalbek’in yıkımı ve mirası 02 Kasım 2024
Lübnanlı komünist tutsak Abdallah: Geri çekilmek rezilliktir 30 Ekim 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI