YAZARLAR

Be hey melunlar!

Şu “İsrail’in durdurulması gerek” lafının eksik öznesi kimdir, kimlerdir? Kim(ler) durduracak? Meselâ biz durduralım mı? Düşünsenize: İMTD (iki millet-tek devlet) petrolünden, ihracattan, bazı kardeşlerin öbür kardeş öldürüldü diye dağıttığı lokumlardan, “Mehmetçik Arapları mı kurtaracak!” hezeyanlarına, neye uğradığını anlayamadan aynı safta toplanmış ahali!.. Be hey melunlar!..

Propaganda aygıtı amiral gemisi TRT’nin, “fetih medeniyeti” gazlaması Fatih Sultan Mehmet dizisini izlemeye çağıran sosyal medya reklamları mütemadiyen karşımızda. Şöyle bir alıntıyı münasip görmüşler, işitir işitmez ekran başına koşmamız için: “Kan dökmeye gelince biz kutlu bir ülkü için yola çıktık. Bu uğurda değil gafillerin değil hainlerin, cihanın şah damarını keseriz!”

Bütün padişahların bu şekilde konuştuğunu sahiden düşünüyorlar mı, bu işleri yapanlar? İnanmak zor. Padişah, Devlet Tiyatrosu cilasının yanında pastel boya gibi kalacağı TV dizisi nikelaj-kromajıyla kaplı, göğsü din ve millet uğruna kahramanlık ateşiyle harlanan kahraman edâsıyla konuşur ve gerçekte olsa karşısındakilere sultana üç harflilerin musallat olduğunu düşündürüp vüzerâyı telaşa sokacak bu hamasî efelenmelerle askerî sefere, küffarı cehenneme gönderir mi sanılıyor? Manyak mı yahu padişah! Bundan geçtik, yeteneği küçük yaşında çizdiği başarılı desenlerden belli, -gerçi tedbir ve tecziye hususunda şiddetin müsbet tesirini de erken yaşta öğrenmiş, fakat- zamanına göre gayet geniş görüşlü devlet adamı, ağzından çıkmamış sözler Latin harfleriyle soldan sağa dizilirken aralarına konacak virgüllere bile dikkat edilmeyeceğini aklına getirir miydi, getirse tâ o zamandan tedbirini almaz, virgül bilmeyeni her türlü neşriyat merkezinden -ve herhalde şu fânî dünyadan- bir an evvel uzaklaştırmaz mıydı, kellesi bedeninden ayrılmış vaziyette; heyhat!..

Virgülleri boşverelim. Sözler, her gün onlarca, bazen yüzlerce insanın canını alan, bombayla bebek kafaları koparan, bedenler parçalayan, on-yirmi kişilik aileleri topluca ortadan kaldıran saldırgan devlete petrol akıtmaya, mal ihraç etmeye devam eden birilerinin televizyonu için fazla iddialı değil mi?

Sorsan, bunların hem geçmişe ait hem de kurmaca olduğunu öne sürecekler. Ha, tamam o zaman; yersen! Hepimiz biliyoruz ki, ortada geçmişe ait bir durum yok. Bütün bu diziler Türk-İslâmcı, milliyetçi, ırkçı bir ideolojinin pompalanması için yıllardır yürütülen sistematik faaliyetin koçbaşları. Hem tarihi hem bugünün insanlarının ruhlarını, zihinlerini paramparça etmek, eğri büğrü kılmak pahasına. Olabilecek en kötü, en kirli yollarda kullanılan iktidar araçları.

Bu yüzden, sorarlar adama: Kılıcın damarı kesiyor da boruya mı gücü yetmiyor, bre melun?

Neyse, tez geçelim asıl mevzumuza; buralarda eğleşmek bize göre değildir, bre gafiller! (Aslında hepimiz hep böyle konuşsak belki hoş olurdu, bilemedim.)

“Bizimki fetih medeniyeti” sloganında ifadesini bulan, hayırlı hiçbir işe yaramaz, çarpık ideoloji pompalamasıyla uğraşmıyorum şu anda. Burada uyandırılan imajın gerçeklikle ilişkisinden hareketle, en yaygın ve sağlam yerli-millî hasletimiz haline gelen ikiyüzlülüğe lafı getirmeye uğraşıyorum. Riyakârlığın böylesine yerleşik, silinmez erimez, yaygın hale gelişi, kök salışı, dünyayla, hayatla ilişki kurmanın, âdetâ varoluşunu tanımlamanın temel unsuru oluşu, üstüne üstlük, bu durumun neredeyse hiç özel olarak sorun edilmeyişi, bir insan topluluğu hakkında ne gibi fikirler verir? Konuş, melun, söyle!

Köhnemiş laflarla ahlâk söylevleri veren marjinal tarikat vaizi gibi görülmek pahasına konuşacağım. “Ahlâkî”nin sanıldığından kat kat geniş kapsayıcılığını şimdilik hesaba katmasak dahi mesele yalnız ahlâkî değil. Aklı fikri de etkiliyor. Hem içten bozuyor hem şekillendiriyor. Olan bitene yaklaşım ve alınan-alın(a)mayan tavırlar da bu “yaklaşım riyakârlığı”nca şekillendiriliyor.

Yaklaşımın riyakârı olur mu? Oluyor. Tabiî riyakârlık gibi içsel kuvvetler, akılla mantıkla ilgili mevzularda kendi kimlikleriyle sahne alamadıklarından, tutarsızlık, bilinçli idraksizlik (görmezden gelme), çarpıtma, saptırma ve türlü manipülasyon sûretinde geliveriyorlar sahneye. Birileri düpedüz, aç-susuz bırakmak gibi tamamen adice yöntemler de kullanılarak sürdürülen soykırımı “ama Hamas…” kaçamağıyla aklamaya çalışıyor. Birileri, Hamas’ı ayırıp Filistinlileri savunmaya kalkarsa yarın öbür gün başka müsellah örgütlerle başka halkların konumu hakkında da ezberlerini bozması gerekeceğini düşünüp kendini İsrailli ırkçıların yanında buluveriyor. Ve bir bakıyor ki, o korktuklarının bir kısmı da orada! Başkaları, tam yüreklere ferahlık, vicdanlara huzur veren anti-emperyalist cephede, yerinden kıpırmadan bir defa daha haklı çıkmanın keyfini çıkaracakken, “Direniş Cephesi”nin esas oğlanının, kendi ülkesinde mütemadiyen vinçlere insan asan bir zorbalık rejimi olduğunu hatırlayıp duraksıyor, fikrinin sorulmayacağı yere kaçıyor. Beriki, arabasının arka camına Kudüs’lü poster koyup İsrail’in şehit ettiği din kardeşlerimiz için gözyaşı dökmeye gidecekken, son şehitler arasında Suriye’de din kardeşlerini şehit edenlerin de bulunduğunu düşünüp geri dönüyor.

Hepimizin aklının, vicdanının bir köşesine yerleşen, oradan boyuna etrafı tırtıklayan, çimdikleyen, kendini unutturmayan, bizim gibi aktarıcıların gece gündüz takip etmek zorunda kaldığı kötü cin, hayatımıza sadece dehşet ve acılar getirmedi; kişilik bölünmelerimizi derinleştiriyor, yarıklar açıyor, hakikat ve adalet gibi sağlam ölçütlerden yoksun olmanın mânâsını öğretiyor.

Yayılmacı, ırkçı, faşizan bir çetenin hükmettiği İsrail devleti, hiçbir hukukî, insanî sınır ve teamül tanımaksızın, “aşağı ırk” saydığı düşmanlarını yok ederek Lebensraum’unu (Hayat Alanı) güvenli şekilde kurmaya çalışıyor. Bunun için, önceden -çoktan!- hazırlanmış planlarını uygulayarak, kendi dışında herkesin Filistin saydığı toprakları (Gazze, Batı Şeria) ve Lübnan’ın bir kısmını yerleşik sâkinlerinden arındırarak, yani önce insansızlaştırarak, sonra kendi halkını -tercihen saldırgan silahlı faşizan çeteler halinde iş gören “yerleşimci” örgütlerini- oralara yerleştirmeyi planlayarak -hattâ kısmen şimdiden bir yandan yerleştirerek-, yani etnik temizlik yaparak, daha büyük bir İsrail kurmaya uğraşıyor. Bu plan, mevcut ve potansiyel düşmanlarının imhasını, tahribini, iş göremez hale sokulmasını da içerdiğinden, harekâtı yalnız toprak işgali ve ilhakıyla sınırlı değil. Başka ülkelerin içlerinde de cinayetler işlemesi, katliamlar yapması, altyapıyı tahrip etmesi, kendi yerleşmeyecek olsa da oraları yaşanamaz hale getirmesi gerekiyor. Bu bütünlüklü harekât, Gazze’nin, bilahare Batı Şeria’nın ve ardından Güney Lübnan’ın boşaltılması amacıyla, mümkünse tehciri -etnik temizliği-, olamıyorsa, şartlar elverdiği ölçüde soykırımı zorunlu kılıyor.

Bu tarif ve tasvire olguya-veriye dayalı itirazın mümkün olduğunu sanmıyorum (umursamıyorum da, doğrusunu isterseniz).

Durumu daha berbat kılan, İsrail’e engel olabilecek yegâne güç ABD’nin bu süreçte tamamen işbirlikçi, dolayısıyla fiilen teşvikçi konumunu yeğlemesi. Üstelik demokrasi, hak-hukuk vs. dendiğinde haliyle ilk akla gelen -veya yakın zamana kadar böyle olan- gelişmiş Batı ülkelerinde iktidar makamlarını işgal eden siyasetçilerin de soykırım ve etnik temizliğe arka çıkmaktan rahatsız olmayışları, rahatsızlık şöyle dursun, Filistinliler lehine söz söylemeye kalkana dünyayı dar eden gözü dönmüşlük içerisinde neredeyse İsrail’le beraber seferberliğe kalkmaları. Şu anda dünyanın çeşitli yerlerinde, özellikle Afrika’da (Sudan, Etyopya…) süren ve olabildiğince kenarda köşede kalmalarına -“dünya”ca- özen gösterilen katliamlar ve etnik temizlikler gibi, Filistinlilere yönelik imha harekâtının da Batı âleminin muhayyilesinde kendi hayat düzenleri açısından korkutucu “göçmenler” motifiyle (tehlikesiyle, belasıyla) yanyana geldiği -ve bir tür “ikinci sınıf insanlık” anlayışıyla ilişkilendiği- anlaşılıyor.

Öte yanda, “İslâm âlemi” denen hayalet ile “Körfez ülkeleri”, “Arap devletleri” gibi başlıklar altında şahsiyet kazandırılmaya çalışılan birtakım hayalî varlıklar, sahnenin kuytu köşelerinde kıpraşıyorlar. İddia edebilirim ki, istisnasız bütün “bölge” muktedirlerinin gönlünden geçen, bir sabah kalktıklarında Filistinlilerin topluca buhar olup uçmuş bulunduğunu görüp sevinmektir. Filistinli mültecilerin tam anlamıyla eşit yurttaşlar sayıldığı, her bakımdan eşit muamele gördüğü neresi var? Suudi Arabistan’ın fiilî hükümdarı olan katil, hepsinin kafasındakini açık açık söyledi: “Filistinliler şahsen benim umurumda değil,” dedi. “Lâkin halkımın umurunda, o yüzden, işte, bişeyler de yapmamız lazım, falan…” Şunu da eklemeli: Bizim “icabında cihanın şah damarını keseriz”ci riyakârlar gibi, Hamas’ı kan döktüğünde, Hizbullah’ı -özellikle!- şehit olduğunda seven, “kardeşimiz Heniye”ci bir dindaş tayfası var, çeşitli ülkelerde. Bunlar için de “Filistinliler”, birçoğu laik, bazıları Hıristiyan, bir toplumun ruhunu bozup posasını çıkarabilecek o zulme, ezilmeye rağmen dünyaya açık, kendini yetiştirmiş, becerikli insanı bol bir topluluk değil, sanki kendileri adına küffarla dövüşmekle yükümlü Sünni gladyatörler.

Filistinlilere çoluğuyla çocuğuyla onyıllardır zulüm altındaki bir insan topluluğundan değil de attığı her adımı bizim kıstaslarımıza göre doğru kılmakla yükümlü öğrenci derneğinden sözediyormuşuz gibi yaklaşan “Direniş Ekseni” taraftarlığı tavrı da beri tarafta, çok ciddî ayrı mesele.

Bunlara biraz daha yakından bakalım da görelim, derdimiz hakikat ve adalet mücadelesi olmayınca, herkesin işleri nasıl zorlaşıyor…

“Bizimki fetih medeniyeti” ekolünün Fatih gazlamalarıyla uyandırmaya çalıştığı hevesler mazallah sahiden uyanırsa ne olur? Azeri petrolünün hali nic’olur, ulan gafiller! (‘Ulan’ı ben ekledim, padişahın orijinal repliğinde yok.) Kardeşimiz Heniye hakkın rahmetine kavuştu, elinde silahıyla Sinvar her müsamerede tam da kardeşimiz sayılamıyor. Yine de Hamas tamam, fakat Hizbullah’ı ne yapacağız? Bazı kardeşlerimiz bu kardeşlerimiz öldürüldüğünde lokma dağıtıyor!? Peki ya solcu, laik Filistin örgütleri falan çıkarsa yine sahneye, onlar da kardeşimiz mi olacak? Filistinli mülteciler meselesi ayrı bela. Lübnan’dan Suriye’ye geçen ahaliye Suriyeli mi Filistinli mi denecek, ne denecek bu insanlara? Ya şimdi TSK denetimindeki yerlere geçerler de arıza çıkarsa? Bir de bakmışsınız, “Suriyeliler” temalı ırkçılığa “Filistinliler” temalı bir başkası eklenmiş, Türkiye’nin aydınlık karanlık bütün yüzleri peşpeşe dizilivermiş, “siyaseten söylüyoruz, kusura bakmayın” kuyruğunda. (Zaten İsrail de siyaseten öldürüyor, yoksa asil Fars halkıyla problemi yok.) Böyle bir durum gerçekten yerli-millî birlik-beraberliği de pekiştirebilir. Şu görünmeyen ama dipte varolan ittifakı. Çomağı sokun o bir karışlık delikten, bakın ne muazzam bir hacim var içeride, günlük küçük ve bildik büyük faşizmlerin cirit attığı. Meselâ deyin ki: Şu “İsrail’in durdurulması gerek” lafının eksik öznesi kimdir, kimlerdir? Kim(ler) durduracak? Meselâ biz durduralım mı? Düşünsenize: İMTD (iki millet-tek devlet) petrolünden, ihracattan, bazı kardeşlerin öbür kardeş öldürüldü diye dağıttığı lokumlardan, “Mehmetçik Arapları mı kurtaracak!” hezeyanlarına, neye uğradığını anlayamadan aynı safta toplanmış ahali!.. Be hey melunlar!..

(NOT: Muhterem okurlar, bu yazı biraz kapalı oldu. Fakat açık hali insan içine çıkacak gibi değildi, ben kapattım. Mâzur görün.)