Beden tüttürmeleri: Dövmeler, akışkanlık…
Kültürel geleneğe dayanan dövme, bireyin müdahalesine o kadar da açık değildi. Şu an değişen biraz bu, dıştan gelen etkilenimlere açık olsa da bireyin “özgür tercihinin" yönlendirmesinin bir biçimi.
Ülker Şener
Babaannemin yüzünde dövme vardı: iki kaşın arasında mavi-yeşil arası bir renkte. Köydeki diğer yaşlı kadınların yüzlerinde de; kiminde çenede kiminde gözün kenarında. Şekiller farklılaşıyordu, çoğunlukla kilimlerde bulunan figürlere benzetmişliğim var. Ortak yönleri yaşlı olmalarıydı, hoş dövmeler onlar genç iken yapılmış. Yaşlı olduklarının altını çizmemin nedeni dövmenin kadim bir tarihi olduğunu söylemekti. Sonrasında dövme geleneği kayboldu, hiçbir genç kadında geleneksel tarzda yapılmış dövmeleri hatırlamıyorum; dini-kültürel ritüellerin tekdüzeleşmelerine paralel bir biçimde dövme yapılması da ortadan kalktı. Şu an ise dövme tamamen farklı bir biçimde, farklı anlamlar taşıyarak yeniden hayatımızda.
Dikkatinizi çekmiştir sizin de, tattoo-dövme yapan mekanlar çoğaldı. Mekanlar çoğaldığına göre alıcıları da var. Hoş etrafımızda da hiç olmadığı kadar dövmesi olanlarla karşılaşıyoruz; her kültürden, mahalleden, etnik gruptan, dinden, mezhepten, cinsiyetten, meslekten, eğitimden ve gelirden. Evli, bekar, çoluklu, çocuksuz, etobur, vegan, kedi sever-sevmez fark etmiyor. Bu kategorileri kesen, bunların üstünde bir gösterene dönüşmüş durumda. Dövme yaptırmak kültürel bir ritüelin ötesine geçerek bir anlatıya, estetik bir objeye, bedenin tuvalleştirilmesine, sahneleşmesine dönüştü ve elbette ticarileşti. Zincir haline gelmiş şirketlerin de boy gösterdikleri dövme festivalleri ve televizyon yarışmaları (InkMaster) var. Başlı başına bir sektör artık.
Dövmelerin yayılımını izlerken neden diye sormadan edemiyorum. Ne oldu da beden ile uğraşmak bu kadar popüler hale geldi, aradığımız bir şey mi var, eğer bir şey arıyorsak neyi kaybettik? İlk verdiğim cevap meşgul olma isteği ve anlam arayışı oluyor; anlamak, anlatmak, anlamlı kılmak. Bunları estetik ve güzellik algısındaki değişim izliyor; kendinden memnun olmak- kendine yönelttiğin ve sana yönelen bakıştan hoşnut olma… Bir şeyi olduğu gibi kabul etmenin ve sevmenin imkansızlığı belki de, sınırları zorlama-değişebildiği kadar değiştirme. Unutmaya karşı bir önlem olarak düşünülebilir mi, Memento filminde olduğu gibi. Önemli olanı sürekli hatırlatan bir uyarıcı. İdeolojilerin-inançların simgeleri haline gelen figürlerin dövmeye dönüştürülmesini bu biçimde anlamak mümkün mü? Haçlı seferlerine çıkanlar haçı vücutlarına kazırlarmış. Bedene her baktığında ne olduğunu hatırlamanın bir yolu, “ben neydim” sorusunun cevabı.
Yaygınlık salt daha çok kişinin dövme yapması ile sınırlı değil. Bedene yayılım da söz konusu. Genelde küçük bir figürle başlanıyor, ardından devam ediyor. Küçük bir figürden bedenin tamamını kaplayan, bedenin kendisi olanlara kadar her çeşidi mevcut. Kimisi Son Akşam Yemeği’nde olduğu gibi ayrıntıyla işlenmiş. Söylenene göre, yapılan iş ne kadar ince ise acı da o kadar artıyormuş, bedenin neresine yapıldığına bağlı olarak. Buna rağmen yapılıyor işte. Kimi zaman acının insanları yapmak istediklerinden alıkoyduğu söylenir. Görülen o ki insanı acı veren deneyimlerden-uğraşlardan-eylemlerden alıkoyan şey acının kendisi değil, acı ile isteğin-tutkunun karşılaştırılması ve hangisinin baskın çıktığı. Önemli olan çekilen acı karşısında buna değer diyebilmek galiba. Genellikle büyük, ince işler erkekler tarafından tercih ediliyor; küçük çiçekler, kuşlar, balıklar kadınların tercihi. Dövmenin, toplumsal cinsiyet ile ilişkisi, cinsiyetin kurulmasında bir yeri var.
BEDEN KONUŞUYOR, DÖVMELER ANLATIYOR
Beden üzerine düşünmek, yeniden anlamlandırmak, biçimlendirmek her zamankinden daha fazla hayatımızın içinde. Bir dönem beden olumlama hareketleri ile haşır neşirdik, hala devam etse de eski popülerliği yok; güzellik, güzelleşme, estetik, diyet temel konularımız olmaya devam ediyor. Bedene yapılan vurgunun, onunla “uğraşmanın”, biçimlendirme arzusunun belki de yeniden yaratma isteğinin arkasında iki neden varmış gibi. İlki, bedeni bireyin kendisi ve öteki için bir anlatım aracına dönüştürme arzusu; bedenin olduğu haliyle bireyi yeterince ifade etmediği, göstermediği inanışı üzerinden bedene “beni anlat” ya da “beni yeni bir biçimde salt bana özgü bir biçimde anlat” demenin bir yolu. Kültürel bir geleneğe dayanan dövmelerin anlatım olanakları sınırlıydı bir yönüyle, bireyin müdahalesine o kadar da açık değildiler. Şu an değişen biraz bu, modaya, genel eğilimlere ve dıştan gelen etkilenimlere açık olsa da bireyin “özgür tercihinin” yönlendirmesinin bir biçimi. Dövmenin gizem-erotizm-haz ile ilişkisini de unutmamak gerekir. Şimdilik bunu bir tarafa bırakıyorum.
Bedeni biçimlendirme uğraşlarının gerisindeki ikinci eğilim ise bedeni akışkanlaştırma, “verili” olanın, doğuştan gelenin belki de dışına çıkma ya da kimi zaman bedene gömülü olanı, ilk bakışta görülmeyeni kuytuluktan çıkarma-gösterme uğraşı, arzulanan kimliğe ve hüviyete büründürme isteği. Her iki eğilim de var olanın yeterince anlatmadığı-ifade etmediği-göstermediği-arzulanır-çekici kılmadığı inanışına dayanıyor sanki, ister dövme ile yeni bir şey ekleyelim, isterse bedeni bir bütün olarak yeniden yapılandıralım.
Anlamanın-anlatmanın pek çok biçimi olsa da konuşmak-dil bunun en yaygın aracı. Ama dilin sınırları var: Sokakta karşılaştığın herkesle konuş(a)mazsın, anlat(a)mazsın, dinle(ye)mezsin, bazı karşılaşmalar bir sonraki aşamaya-iletişim kurma biçimine geçer bazıları geçmez. Beden ise konuşmadığın, sadece karşılaştığın kişilere sana dair bir şeyler söyler, dövmeler de bunun bir aracı. Konuşman gerekmez, anlatman gerekmez, hemen görülür, anlamı düşünülür, karşılaştırma yapılır, sınıflandırılır… Belki de görenin ona göre kendini konumlandırmasını beklersin. “Böyle bir insan” demesini, kimliğini üzerinde taşımak gibi. Dövme bu anlam işini hızla gerçekleştiriyor, işaret ediyor. Bir şekille, resimle neyi sevdiğinizi, duygularınızı, inançlarınızı, ilginizi göstermeniz mümkün. “Ben buyum”, “benim inancım bu”, “benim için önemli olan bu…”, “benim güzel bulduğum bu”, “benim önemsediğim bu, hatta onu o kadar önemsiyorum ki ismini, ona dair olanı bedenime kazıdım-bana ait kıldım, ve benimle karşılaşan herkesin de bilmesini istiyorum” demenin kısa yolu. “Bana bakarken, beni görürken buna da bakın-bunu da görün” diyor. Sadece başkasına değil, ondan daha çok belki de, bireyin kendine söylediği bir şey, anlattığı, gösterdiği; bireyin kendi bedeninde yeni bir güzellik anlayışını oluşturması, saf-dokunulmamış olanın “bozumu”, bireyin imajında olana yakınlaşma isteği. Böylelikle görmek her zamankinden daha fazla bir biçimde, belki dilin de önüne geçerek anlama aracına dönüşüyor. Bedenin başka bir şeye evrilmesini, değişime açık olmasını sağlıyor.
BEDEN AKIŞKAN(MI)DIR
Bedene dair ikinci yönelim ise akışkanlaştırma, bedenin sınırlarını ortadan kaldırma, değişken ve belki de belirsiz kılma isteği. Belirsizlikten kasıt belli kriterlere göre değerlendirme, sınıflandırma olanağını ortadan kaldırma ya da mümkün olduğunca azaltma.
Ursula LeGuin Karanlığın Sol Eli’nde başka bir medeniyet tasarlar. Kendi istekleri ve iradeleri dışında cinsellik-seks dönemlerinde kadın veya erkek olunan bir yaşamdır bu. İki cinsiyet arasındaki bir geçişgenliktir. Böylelikle her birey hem “kadınlığı” hem de “erkekliği” deneyimler. Bir çocuğun annesi olurken diğer bir çocuğun babası olunabilir.
Karanlığın Sol Eli’nde olan, cinselliğin döngüsel zamanla sınırlı olmasından dolayı, niteliklerin bilinmesidir, beden ve hormonlar bu döngüselliğe göre şekillenir. Bireyin iradesi-kontrol etme gücü sınırlıdır. Biyolojik bir süreç işler. Aslında bu tam bir belirsizlik ya da akışkanlık değildir. Belirli bir dönemde kadın ya da erkek olma potansiyelinin içinde barındırılmasıdır. Değişim-akışkanlık bu döneme dairdir, diğer dönemler cinsiyetsizdir, sabittir. Cinsiyetlerin ortadan kaybolduğu bir varoluşun mümkün olduğu bir toplumdur. Akışkanlık ise tam olarak elle tutulamayanı ifade ediyor bir yönüyle. Ama işte bu akışkanlık ideali, var olan bedeni temel alma zorunluluğu nedeniyle içinde bir çelişki barındırır. Bedeni değiştirme-dönüştürme, yeniden kodlamanın verili bedeni baz almak zorunda olduğunu biliyoruz. Arzunun akışkanlığı daha kolay düşünülebilecek bir şey iken beden buna kolayca izin vermez. Kimi zaman tüm ihtiyaçlarımızı hemen karşıladığımız koşullarda akışkanlığın sınırlarını unutsak da kriz dönemleri, örneğin deprem, yeniden hatırlatır bize. İhtiyaçların; bedenin işleyişi, biyoloji ile ilişkisi apaçık görülür. Fazlasıyla vurgu yaptığımız, elbette cinsiyet temelli ayrımcılıkla mücadele etmede etkin bir söylem-yaklaşım olduğu için, cinsiyetin yaratılan ve kurgulanan şey olduğu düşüncesinin yanı sıra cinsiyetin aynı zamanda olan bir şey olduğunu söyler.
- Regl olan kadın: Kanayan beden
- Gebe kadın: Hamile kalan beden
- Emziren kadın: Süt veren beden
- Menopoza giren kadın: Ateşlenen beden
- Boşaltım: oturmak isteyen, ancak bu biçimde idrar boşaltımını mümkün kılan beden
- ...
Akışkanlığın sınırlarını ya da her şeye sirayet edemeyeceğini, arzu ile sınırlı olabileceğini beden yeniden anımsar… Bedeni ortadan kaldıran kavramsallaştırmalar, bir yönüyle, anlama ve deneyimlerimizi yorumlama yetimizi sınırlandırma tehlikesini içinde barındırıyor diyelim.
Bedenin anlatım aracı olması yeni bir şey değil, her zaman böyleydi. Beden her zaman göstermenin ve görmenin bir aracıydı. Eski medeniyetlerde fizyonomi insanı anlamanın bir yoluydu, nasıl bir kişilik özelliğine sahip, istekleri ne ya da hastalıkları bedene bakılarak anlaşılmaya çalışılırdı. Sahne sanatlarının tamamı da bedenin devinimi üzerinden işliyordu-işliyor; ama bu var olanın geçici bir biçimde farklılaştırılması ve sahneyle sınırlandırılması… Şu an ise bedenin sınırları hiç olmadığı kadar zorlanıyor ya da esnetiliyor ve bu eğilim gündelik hayat içinde de sürüyor. Yeni bir kimliğe evriliyor. Geçmiş ile karşılaştırıldığında günümüzde temel farklılık bu belki. Hayat ve sanat arasındaki ayrımı silikleştirmeyi amaçlayan, bundandır ki, çoğunlukla beden ve devinimleri üzerinden işleyen, sahneyi yeniden tanımlayan-belirsizleştiren performans sanatının popüler olmasının ardında da bu eğilim var sanki.
Bedene yapılan vurguyu insanın giderek daha fazla bir biçimde kendine dönmesi, kendi içine gömülmesi, kendiyle uğraşması eğilimi ile açıklamak mümkün mü? Hoş bunun da bir sınırı var. Dövme bedene hareket katsa da bedene işlendiği an kalıcılaşır, sonsuz bir müdahale imkanı sunmaz bireye. Bir sınırı vardır, bedenin mekanda-uzayda tuttuğu alan kadar bir değişim-müdahale olanağı sunar. Akışkanlık da öyle. Sınır ile karşılaşıldığında iki ihtimal beliriyor: Sınırı yeniden aşmak ve başka bir sınır ile karşılaşılıncaya kadar devam etmek ya da sınırda durmak. İstenmeyen-kabullenilmeyen her durma ediminin güçsüzleştirdiğini söylemek lazım.
Ve görülen o ki var olanın dışına çıkmak istiyoruz. Bedenin sınırlarını zorlamamız bunu ifade edişimiz bir yönüyle. Her dönemin bir ifade biçimi olsa gerek. Sabit olandan hareketli olana, hayal ve imge ile uyumlu olana geçiş isteği kendini bedende buluyor. Belki bunun da sınırlarına geleceğiz, bir ihtimal sınırlar tamamen ortadan kalkacak, yaratmaya dair başka yol ve yöntemler gündeme gelecek. Ama bu arayışımızın burada durmayacağını söylemek mümkün. İnsan kalıbına sığmıyor.