Bedenin cüreti müesses nizamın şirretine karşı

'Dudağım Politik' uzun zamandır okuduğum en politik şiir kitabı. Aynı zamanda, poetikadan ödün vermeden nasıl politik olunabileceğini göstermesi açısından da örnek bir kitap.

Google Haberlere Abone ol

Okan Yılmaz, ilk kitabı ‘Yeniay Mahvı’ndan itibaren dikkatle izlediğim, 2021’de yayınladığı ‘Bu Senin Devrimin’ adlı kitabından sonra da yeni şiirlerini merakla beklediğim bir isimdi. Sonunda, ‘Dudağım Politik’ adlı kitabıyla çıkageldi.

 ‘Dudağım Politik’teki şiirler için, beden, cinsiyet, coğrafya ve kimlik ekseninde dolaşan, bu kavramları şiirin odağına yerleştirip bu odağı meseleleştiren şiirler diyebiliriz. Öncelikle kitabın son şiirine temas etmek, düşüncelerimi aktarmaya sondan başlamak istiyorum. ‘alnıma çektiğin kurşunu alnına çekmezler mi sandın’ adlı şiirdeki şu dizeler, özellikle üzerinde durulmaya değer: ‘çünkü bıçağım olabilirdin/ ergen oğlanlar gibi bağrıma sürttüğüm/ sen beni dilimden etmiş dil/ sen ağzımda barak havası en taze’.

Bu dizelerde, bıçak/ bağır/ ergen oğlan üçlemesiyle, dil/ ağız/ barak havası üçlemesi arasında kurulan ikili bir sarmal var. Bıçağın, bağra sürtülen ergen oğlanlara benzetilmesini, Okan Yılmaz’ın ülkemizdeki queer şiirin temsilcilerinden biri olmasını da göz önüne alarak, toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında okuyabiliriz. Ancak, hemen arkasından gelen dizelerdeki, ağızdaki en taze barak havası ile bir kişiyi dilinden etmiş bir ‘dil’ metaforunun arasındaki ilişki şiire başka bir boyut katıyor. Bir insanın dilinden olması, ancak başka bir dilin, kendi dili üzerinde tahakküm kurmasıyla mümkündür. Barak havası, Anadolu’nun bazı yörelerinde halen söylenen, genelde göç, sevda, ölüm, doğa gibi konuları işleyen, Barak Türkmenlerine ait bir uzun hava çeşidi. Barak havası, dilin sahiplenilen yanı da olabilir burada, şiir öznesini kendi dilinden eden, kendi dili üzerinde tahakküm kuran baskın/ baskıcı dilin simgesi de. Önemli olan, şiirde seslenilen kişinin, ergen oğlanlar gibi bağıra sürtünen bir bıçak olabilme ihtimali varken bunun gerçekleşememiş olması. Kaybedilen sadece bu değil; aynı zamanda da dil (aslında anadil). Yani toplumsal yapının (ya da baskının) hem dile hem cinsel kimliğe aynı anda ve aynı şekilde müdahale ettiği gerçeğiyle karşı karşıyayız burada. Kitabın adı olan ‘Dudağım Politik’i bu dizeler ekseninde düşünürsek, öpüşme ile politika arasındaki (aslında bulunması gereken) mesafenin mayınlandığı, altüst edildiği bu Ortadoğululaştırılmış coğrafyada, öpüşmenin politikleşmekten başka seçeneği kalmadığı gerçeğini vurguladığını anlıyoruz.

Dil sözcüğünün çift anlamlılığından yaralanarak eşine az rastlanır bir metafor üretiyor Okan Yılmaz ve bu metafor, bazen ana unsur bazen leit motif olarak kitaptaki şiirlerin tümünü kapsayan bir şemsiye kavrama dönüşüyor. Öpüşme önemli, çünkü sevişmenin başlangıcı, çoğunlukla ilk eylemidir öpüşme. Ve dil de öpüşmeye katılır çoğunlukla. Eğer müesses nizamın müsaade ettiği bir öpüşme/ sevişme (erkek ile kadın arasında) söz konusuysa, bu eylemde zaten erkeğin üstte olduğu bir hiyerarşi vardır. Ancak, müesses nizamın kabul etmediği, düşmanlaştırdığı, şeytanlaştırdığı bir öpüşme/ sevişme söz konusuysa (eşcinsler arasında) toplumsal hiyerarşi bozulur çünkü bu eylem eşitler arasında gerçekleşir. Gelelim öpüşmeye eşlik eden dil’in diğer anlamına… Heteroseksüel ilişkideki erkeğin kadın üzerindeki tahakkümüyle aynı paralelde olmak kaydıyla, toplumsal ilişki düzleminde de Türkçenin Kürtçe üzerindeki tahakkümü ve diller arasındaki hiyerarşi korunuyorsa, müesses nizam açısından, bu iki dilin ilişkisi sorun oluşturmaz. Ancak, öpüşme eylemi öpüşenleri eşitliyorsa, yani kadın/kadın, erkek/erkek ya da simgesel anlamda Türkçe/ Kürtçe arasında gerçekleşip hiyerarşiyi bozuyorsa, dil ve dudak, artık öpüşmede kullanılan birer organ olmaktan çıkıp politik birer nesneye dönüşür.

İşte bu yüzden “biraz da toplu mezarlardan konuşalım” adlı şiirde yer alan, düzyazı şiir biçiminde yazılmış olan bölümdeki, ‘hayyy hak eyyy cümle katliamlar/ deliler lubunyalar bölünmüşler anarkolar kızkardeşler kızkardeşlere inanmayanlar orospular NASIL sodomlular gomorralılar bu %33 tuz oranının altında hangi şehirler yatar kitâb-ı mukaddes lut hazretlerinin yanına kaç meleğin gittiğini…’ dizeleri adeta ötekileştirilenlerle ötekileştirenlerin dökümünü serer gözlerimizin önüne. Sonra, kitabın ortalarında yer alan bu şiirin öncesinde ve sonrasındaki şiirlerle, anlamsal merkez yayılır, hatta yaygınlaşır: ‘mesafeni kısalt artık ama rengesmer/ seni seviyorum dudağım politik bunu anla/ üç masa yanımızda patlasın bombalar’ diye başlayan ‘Rengesmer’ adlı şiir, ‘Zülfikâr diye boynuna indirsin beni dümdüz ahlak’ diye devam eder mesela. Toplumsal cinsiyet rollerinin etnik kimliklerle birlikte ele alınmasıyla birlikte üç masa ötede bombalar patlar ancak bununla yetinilmez, mezhepler de işin içine girer. Yani üçgen tamamlanır. Gelmiş geçmiş tüm iktidar aygıtlarının kendi varoluşlarını sağlayan kirli sacayağıdır bu: cinsiyetçi, etnik ve mezhepsel hiyerarşi.

Kitaptaki şiirlerin çoğu bu eksende gelişir. ‘gökteki yasak etti ya bu hikâyeyi yerdekilere/ buna buyur aşk diye yürü yüzüme yüzüme/ dudağımdan ruhumu em be oğlum/ saçlarıma buyurma onlar hafif dalgalı ama vallahi iyi/ savur onları savun onları çarp kasığına titresin yedi ceddin…’ Aşkın, gökteki tarafından insanlığa yasak edilmesinin karşısında alınacak olan tutum açıktır: dudaktan ruhun emilmesi ve saçların kasığa savrulması. Bu eylemlilik cinsiyet rolleri ve bedensel hazzı savunma açısından okunabilir elbette ancak dahası da vardır. Bu eylem, kendi bağlamından (cinsellik) çıkar, topyekûn bir karşı koyuşun başlangıcı, nüvesi olur. Saçların sevgilinin kasığına savrulması, yedi ceddin titremesine neden olur. Yani o tarihsel ‘dümdüz ahlak’ sarsılır. Ki o ahlâkın içinde, söylemeye gerek bile yok, etnik ve mezhepsel hiyerarşi, tektanrıcı dinlerin dayattığı baskıcı, insanlık dışı kurallar silsilesi de vardır.

Bu başkaldırı bedel ödemeyi de gerektirir elbette. ‘asılacaksam asılırım’ söylemi, bu bedelin göze alındığını gösterir ki tarihsel anlamda erkin karşısında bu bedeller hep ödenegelmiştir. Yine ödenir, yeter ki tüm diller genişlesin. Yeter ki bu genişleme, itiraf eklerine doğru olsun. Çünkü devletler itiraf ettiğinde, diğer bir deyişle yüzleştiğinde diller genişler. Elbette bizim, yani doğunun ve devrimlerin en kanlısına imza atanların geleneğinde yoktur itiraf/yüzleşme olgusu. Bunu zaten biliyoruz. Ne yazık ki biliyoruz. ‘hem kalmamış utanmam/ kırk bin şehrinde sokağında/ çıksın diye onca idamlık isyanında/ gözlerinin hizasına mukadder/ mukadder gerilip ben/ asılacaksam asılırım/ genişlesin tüm dillerin/ itiraf eklerine doğru/ genişlesin omuzların/ doğunun ve devrimlerin/ en kanlısı cumhuriyetimizde’.

‘Rengesmer’in son iki dizesi olan ‘hiç mümkünü var mıymış seni/ annenin dağlandığı kürtçeyle öpmenin’, neredeyse tüm şiirlerin temelinde yer alan ana meseleyi yansıtsa da, kitabın bütünü göz önüne alındığında, aslında bunun mümkün olabileceğini, bu soruya ‘evet’ diyebileceğimizi de görüyoruz. Peki nasıl? Eylemsellikle elbette ve inatla! Sevgiye sahip çıkmak, bu eylemselliğin bir parçası. Ne demiştik; diller arasındaki hiyerarşi bozulur ve diller eşitlenirse, o dillerin karıştığı öpüşme eylemi de, öpüşmeyi sağlayan dudaklar da basbayağı politiktir artık. Sevişmeyi şöyle de okuyabiliriz bu aşamadan sonra: ‘devir sevgilim soyunu sopunu devir’. Bu dizenin yer aldığı şiirin adı da manidar: ‘seni vermem saraylara’. ‘ama devir sevgilim soyunu sopunu devir’ dizesinden sonra, ‘ben seni vermem saraylara korkma yürü/ allahına kadar her yer işte senin/ en başından al barbarlığımı öyle yürü’ dizeleriyle devam ediyor şiir. Çift kişilik bu yürüyüşteki bedensel haz, aynı zamanda toplumsal itirazı simgeleyen bir eylem biçimine dönüşmüştür. Diğer deyişle, bedenin cüreti müesses nizamın şirretinin karşısına bir set kurmuştur. Ki müesses nizam, sürekliliği olan, tarihsel bir paradigmadır burada. Soyun sopun nesneleşmiş halidir.  

GÖLGE DAĞ DEĞİLDİR

Şiirlerde geçen barbarlık ve vahşilik kavramları, insanın özünü, doğal, bozulmamış halini simgeliyor. Yukarıda bahsettiğimiz ‘en başından al barbarlığımı öyle yürü’ dizesi, eylemselliğin ancak doğal, bozulmamış halimize sadık kaldığımızda mümkün olabileceğini vurguluyor. Mesela, ‘sana vahşi olduğumu söylemediler mi’ adlı şiirde insanın içindeki hayvansal yanla karşılaşıyoruz. Şiir, ‘sana vahşi olduğumu söylesin içerimde olanlar/ duy da öyle okşa hayvanlarımı/ çünkü çoktan uyandılar’ dizeleriyle bitiyor. Şairin, ‘içerimde uyanan hayvanlar’la neyi kastettiğini, ancak içerinde neler olduğunu gördüğümüzde anlayabiliriz. Öyleyse bakalım: ‘çünkü kızgın vahaya yalınayak azgın fırtınaya açıkgöz yorgun/ güneşe güzelim serap/ cümle varlığımı gel böyle kabul et benim/ çünkü hiçbir peygamberi almadı içerim buna da inan’. Elbette hiçbir peygamberi içerine almamak, bir sürecin sonunda oluşmuştur. Şiir bu süreci de anlatıyor bize: ‘hadi varsay ki dokunduğun bedenim viran bir ev/ ve içinde cem tutan kırk kişi/ tut ki kerbelâda kerbelâ olmasını bilmişim/ tut ki şilide öldürülmüşüm veya bağdatta/ tecavüzcü kuvvetlerden kaçıyorum diye/ veya beyrutta/ alnımda karanın yazısı makyajım akmış dudağım patlamış…// de ki ben peygamberim ve sen benim ümmetim/ içerim de bilsin almasın seni’.

Aynı şiirde geçen ‘çölünde yürüdüm hep çölünde sen yokken/ ama sen de bilmedin önce bunu kabul et’ dizelerinin anlamı, şiirin ilerleyen bölümündeki ‘senin çölünün laneti senin kumundan gelir’ dizesiyle açıklığa kavuşuyor. Daha o (peygamber?) yokken insan o çölde yürümüştür zaten ve o, bunu bilmez. Çünkü habersizdir o çağlardan. Ve çölün laneti onun kumundan gelir. İnsanın asırlardır yürüdüğü o çölün lanetli bir çöle dönüşmesinin hikâyesidir bu. Genişletirsek; denizin, dağın, ormanın, göğün, suyun, kumun lanetli bir hale dönüşmesinin hikâyesi. 

Gelelim ‘inandığın dize suret hemi zıllest filan da değildi/ gördüğün de bir dağ mesela/ gerçi nâzım’ı okusaydın nurhak derdin/ veya bir müddet daha inansan allaha/ derdin ki uhud derdin ki sina/ inan önce bu gölgenin dağ olmadığına/ ve yaralarımda başka bir güzellik ver buna’ dizelerindeki metinlerarası göndermeye…

‘suret hemi zıllest’, Mevlânâ’nın sözü. Görünen her şey gölgedir, anlamına geliyor ki, bu söylem Platoncu felsefenin de özünü oluşturur. Platon’a göre, algıladığımız dış dünya, idealar ya da formlar dünyasının kusurlu kopyalarıdır. Gerçeğe, ancak düşünce ve tahayyül yoluyla ulaşılabiliriz ve insan ruhu ancak öldükten sonra, yani ruh bedenden kurtulunca idealar dünyasına ulaşabilir. Okan Yılmaz, Mevlânâ’ya doğrudan cevap veriyor burada ve gördüğünün öyle gölge falan değil, basbayağı dağ olduğunu söylüyor ve ekliyor: gerçi nâzım’ı okusaydın nurhak derdin. Böylece dağ, kavramsal anlamda dağ olmanın ötesine geçiyor, Nurhak dağı olarak, gerçek bir dağ olarak gözümüzün önünde beliriyor. Kısacası idealizmin bu yanılgısını, materyalist felsefenin argümanıyla çürütüyor Yılmaz: Gölge dağ değildir. Dağ dağdır gölge de gölge!

Peki Nâzım’dan niye söz ediliyor burada? Nâzım konunun neresinde? Tam odağında!

Nâzım Hikmet, Vâlâ Nureddin’e yazdığı bir mektupta, ‘Görüyorsunuz ya, polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlânâ’ya kadar götürdüm. Hazretin ‘Suret hemi zıllest…’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden, gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rubaisi var, benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevap,’ diyor. (Nâzım Hikmet, Bursa Cezaevinden Vâ-Nû’ya Mektuplar, 1970, Cem Yay.)

Öyleyse Nâzım Hikmet’in bu konudaki dizelerine, Rubailer adlı kitabının birinci bölümündeki ilk rubaiye bakalım:

“Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin, heyûlâ filân değil,

Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illetî-ûlâ filân değil.

Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi:

‘Suret hemi zıllest…’ filân diye başlayan değil… ”

Aslında Okan Yılmaz, Nâzım’ın Mevlânâ’ya verdiği cevabı pekiştirmiş. Yüzlerce yıl sonraya yaklaşık bir elli yıl daha eklemiş ve hazrete ikinci cevabı vermiş.

Sözün özü, ‘Dudağım Politik’ uzun zamandır okuduğum en politik şiir kitabı. Aynı zamanda, poetikadan ödün vermeden nasıl politik olunabileceğini göstermesi açısından da örnek bir kitap.