Belki de normallik değildir muradımız
Muktedirler Hakkarililerin seçtiği adayı bir çırpıda indirip hapse tıkarken, güya muhalif milliyetçi partili belediye şehrin meydanına Abdullah Çatlı’nın adını veriyor. İki normal birarada. Hayır! Üç: Katliamlarda, cinayetlerde emir verici olarak yeraldığı cinayet işlettirdiği adamların ifadeleriyle sabit olduğu halde Çatlı hiç yargılanıp mahkûm olmadı.
Hayır, “normalleşme” lafının gırtlağından el sokup iç organlarını dışa çıkarır, derisini içeride bırakır sûrette tersyüz edilmesinden hareketle laf oyunu yapmak değil niyetim; bugünlerde moda olduğu üzre. Daha geniş, daha büyük, daha yüksek, daha derin normalliğe işaret etmeye çalışacağım. İçinde memnun mesut yaşadığımız.
Dilerseniz, dilerseniz diye başlayalım. Çünkü ne zaman biri başkalarına “dilerseniz” derse, kendi bildiğini okumasına öbürlerinin engel olamayacağını belirtir. Sahnede olan odur, mikrofon elindedir, sözkonusu olan zaten TV yayınıdır, vs… Bendeniz de şu köşeyazarınızın yazdığı, sizlerin de okuduğu ilişki içerisinde bildiğimi okuma iktidarına sahibim. İster istemez. Köşeyazarını bu makama oturtan sizsiniz, değerli okurlar. Dolayısıyla, ben bildiğimi, sizse yazdığımı okuyabileceksiniz şu koşullarda.
Ha, okurken veyahut okuduktan sonra anama avradıma, dinime imanıma ağzınıza geleni söyleme şansınız var şüphesiz. Fakat bunların gazeteye mail veyahut sosyal medyadan sallama aracıyla bendenize ulaşması halinde yapabileceği tesir de maalesef yine sizin de benim de parçası olduğumuz cemiyetimizin güzellikleri sayesinde pek cılız kalacaktır. Zira umuma açık yerde, yazılı, sözlü veyahut akan görüntüler veyahut müzik veya her ikisi birden eşliğinde fikir ve hele itiraz şu bu beyan eden kimseler kendilerine ana avrat sövülmesine, onurlarının üzerinde tepinilmesine, hiç düşünmedikleri fikirler veya yapmadıkları eylemlerle damgalanmaya, dahası, bütün hayatlarının inkâr edilmesine ve başka incitici, yaralayıcı, felç edici taarruzlara hedef olmaya zamanla mecburen alışır, dönemsel krizlerini acılı bireysel tedavi yöntemleriyle geride bırakır, şerbetli hale gelirler. Fakat o şerbet de pek acıdır ve bağırsak bozar, baş dönmesi, mide bulantısı, halsizlik, isteksizlik yaratır, uyku uyutmaz, rahat huzur vermez, bıktırır, bıktırır… Yine de bazı tesirleri önler.
Evet, dilerseniz şuradan başlayalım: “Kürt meselesi”, Türkiye’de vatandaşın asıl değer kabul edildiği, devletinse onun insan onuruna yaraşır, huzurlu ve müreffeh yaşam sürmesini sağlamakla görevli organizasyon sayıldığı bir medeniyet seviyesine ulaşmamızın önündeki en büyük engeldir. Evet, Kürtlerin bu devlet rejimi içerisinde gördüğü muamele sahici bir konudur, bunu “mesele” haline getirense bir devlet zihniyetidir. Ve bu zihniyet yalnız Kürtlerin o muamele yüzünden bedbaht olmasına yolaçmakla kalmaz, Türk çoğunluğun da insan haysiyetine yaraşır toplumsal hayat sürmesini imkânsızlaştırır. Çünkü bu kavrayış, istisnasız bütün toplumsal faaliyetleri ve bütün bireyleri, devlet çekirdeğinin enerjisine, salınımına, hareketlerine tâbi “millî güç”ün unsurları sayar. Bırakın özgürlük kavramını, kimse özerk bile değildir. Doğrudan “millî güvenliğe” değmeyen konularda çeşitli bağımsızlık alanlarına tahammül edilebilir, o kadar. Ancak doğrudan millî güvenliğe dokunmayan konu öylesine azdır ki, merkezî otoriteden veya onun bizzat şekillendirdiği ve denetlediği çoğunluk tahakkümünden bağımsız düşünmek bile kolay yeşerebilecek şey değildir. Toprak izin vermez. Zira, orada yetişen herkes bilir ki, bugün millî güvenliğe dokunmuyor diye müsamaha edilen düşünce veya davranış günün birinde bir anda tam da bekâ sorunuyla sıcak temas halinde sayılabilir ve dün tanınmış özerkliği tatmaya kalkmış olmak dahi yarının kayda değer suçları arasında yeralabilir.
Dilerseniz şimdi de kayyım meselesine girelim. Yani lafın gelişi. Yoksa, giremeyiz tabiî. Anca dışından bakabiliriz. Zira biz vatandaşız. Seçimde oy verebilir, birini değil ötekini seçebiliriz, fakat iktidarın merkezindekiler, devlet gücünü kullanabilenler seçtiğimizi beğenmeyebilirler. O zaman onu alaşağı ederler, münasip görürlerse bir kenara, başka türlüsünü münasip görürlerse hapse atarlar.
Hakkari Belediye Başkanı seçilen Mehmet Sıddık Akış’ın on yıllık davada alelacele mahkûm edilişi ve apartopar başka şehirdeki cezaevine götürülüşü, ama bunlardan da önce görevden alınarak yerine kayyım atanması, öncelikle, seçime girip vatandaşın oylarıyla seçilen bir vatandaşın hakkının gasp edilmesidir. İki kere iki, dört. Sadece bu işlem değil, bunun yürütülüş tarzı başlıbaşına hakaretâmizdir. İki kere dört, sekiz. Ve tabiî onu seçen vatandaşların da sadece haklarının gasp edilmesi değil, düpedüz azarlanması, horlanması, kenara itilmesidir. Etti on altı. Bunlardan bile önemlisi: Mehmet Sıddık Akış’ı seçen vatandaşlara şöyle denmiştir: Siz aslî vatandaş değilsiniz; yaşadığınız yerde eksikli gedikli de olsa demokratik cumhuriyet kuralları değil olağanüstü hal kuralları geçerlidir; ayrıca size saygı veya nezaket göstermek zorunda da değiliz.
Şimdi, muhterem okurlar, dileseniz de dilemeseniz de dikkatinizi çekmek isterim ki, kabul etmemiz beklenen “normal”dir bu. Sosyal medyanın insan haysiyetini ve bilincini inkârdan başka şeye yaramayan kötü alışkanlıklarından biri olan “şaşırdık mı?”nın gerçek yüzü bu normallerden meydana gelir.
Bendeniz, tek bir “Kürt siyaseti” tanımlanmasına, eşitlik, adalet, insan hakları ve ana dilde eğitim gibi daha geniş haklar, daha geniş yerinden yönetim yetkileri talep eden herkesin tornadan çıkma tek düşünce ve siyasete tâbi kılınması mecburiyetine itirazı olanlardanım. Bugüne kadar oluşmuş, yerleşmiş, neredeyse kendi kurumlarını yaratmış akımlar, hareketler, yapılar kadar, yeni oluşacak eğilimleri, düşünceleri, eylem anlayışlarını, farklılıkları, zenginlikleri besleyebilecek bir kültürel-siyasî birikimin varolduğuna -ve daha sağlıklı olduğuna- inanıyorum. Buna karşılık, kendi evrenini yaratabilmiş ana akım güçlü yapıların farklılıklardan hoşlanmamasını, herkesi kendi çatısı altında tutmak istemesini bütün siyasetin değilse de iktidar mücadelesinin doğal tezahürleri olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. Fakat farklı farklı “Kürt siyasetleri”nin, birbirleriyle de çekişerek, topluca Kürtlerin haklarını geliştirme mücadelesi yapabilecekleri ortam mümkün müdür, diye sorarsanız, “mümkündür” cevabı veremem. Zira bütün gayretini bunu imkânsızlaştırma üzerine kurmuş birilerinin elinde, merkezî iktidar. Üstelik, birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır görünen -zaman zaman da sahiden sarılmış- birtakım yerleşik güçler arasındaki denge nasıl değişirse değişsin, devlet kudretini yoğurabilen, sevk ve idare edebilen merkezdeki irade, dilerseniz kozmik bişeyler, dilerseniz Teşkilatı Mahsusa, fakat kesinlikle derin değil de aslî veya asıl devlet, bu konudaki politikayı aynen sürdürüyor. “Ama terör, ama terör!” diye en çok bağıranların en tutkulu destekçisi oldukları bu politikayı şöyle özetleyebiliriz: “Burada benim borum öter, itirazı olan dağa çıksın!” Yani bu bayağı sahtekârca bir politikadır, hoyratlığının, gayriinsanîliğinin yanısıra. Zira cümlenin devamı da vardır: “…dağa çıksın ki kan dökülsün.” Kan devlet idaresinde çok işe yarar, biliyorsunuz.
Kontrol odasındaki şalterlerin, düğmelerin başına kim geçerse geçsin değişmeyen bu politika, toplumun -tesadüfe bakın ki yine bıraksanız birbirinin gırtlağına sarılacakmış gibi yaşayan!- geniş kesimlerince normal sayılageldi.
Yani şunu daha kısa, daha net nasıl anlatsam diye debeleniyorum…ve debelendikçe aklıma hep Ankara Gar Katliamı geliyor. Suruç’taki görece ufak kostümlü provanın üstüne, genişleterek asıl sahnede uygulamaya koydukları “ikaz ve tedbir operasyonu”. Kürtlerin hak mücadelesini ülkenin başka yerlerinde tanınabilir, kabullenilebilir ve mazallah destek olunabilir kılmaya aday herkesin ve her şeyin bu potansiyelinin doğduğu yerde öldürülmesi, birilerine göre bekâ meselesidir ve bu birileri bilumum menfur işleri yapabilecek kudrete sahiptir.
Ve bu normaldir!? Birilerinin kan dökme ve hesap vermeme iktidarı, hakkı, yetkisi var; ve bu normal!?
Bu öyle bir normallik ki, yasal, meşru, tertemiz 7 Haziran 2015 seçimlerinin fiilen iptal edilmesini ve toplumca buna ses çıkarılmamasını sağladı. Ve işte bugünlere geldik. Ve 85 milyonluk koca ülke, nüfusunun epeyce geniş bölümü yönetenlerce neredeyse açlığa mahkûm edildiği halde hâlâ “ama terör!” diyerek yönetilebiliyor. Hâlâ. Normal ya.
Bu normalliğin “ama terör”den ibaret olmadığını, onurumuzun şurasından şu kadar, burasından bu kadarını gözden çıkardığımızda üzerimizde başka ne yollardan tepinileceğini kafalara kakmak üzere, Nevşehir’in en işlek meydanına çok sayıda cinayet ve katliamdan sorumlu bir “vazifeli” elemanın adını verdiler. Süreç baştan başa ibret hazinesi. Abdullah Çatlı herhangi bir faşist katil değil. Simgesel bir isim, aynı zamanda. Peki bu apaçık meydan okuma eylemini gerçekleştirenler kim? Nevşehir’in İYİP’li belediye başkanı ve etrafındakiler. Yani güya muhalefet! Yapabiliyor, çünkü normal. Çünkü her şeyi devletten beklememek lazım.
Muktedirler Hakkarililerin seçtiği adayı bir çırpıda indirip hapse tıkarken, güya muhalif milliyetçi partili belediye şehrin meydanına Abdullah Çatlı’nın adını veriyor. İki normal birarada. Hayır! Üç: Katliamlarda, cinayetlerde emir verici olarak yeraldığı cinayet işlettirdiği adamların ifadeleriyle sabit olduğu halde Çatlı hiç yargılanıp mahkûm olmadı. Sonra da korucubaşı aşiret reisi ve polis şefiyle aynı araçta yolculuk ederken şaibeli kazada öldü.
Normalse, normal işte bu.
Dilerseniz her şeyi şöyle baştan ele alalım.