Ben dediğin bir başkası: Severance
Başarının bir tür din olarak kurgulandığı bu ortamda küçük ödüller, cezalar ve terfi olanakları insanların hapsedildikleri bu labirenti bir tür cennet gibi algılamasına hizmet ediyor. Elbette bir gün olanlar oluyor ve “yeni gelen” kadın Helly, diğerlerinin itaat ettikleri düzenin her parçasını sorgulamaya başlıyor. Gelecekten bahsederken bizi bugünle ve kendimizle yüzleştirmeyi başaran Severance, her anıyla ilgiyi hak ediyor.
Bir gelecek tasarımı düşünün: Robotlar, androidler, istilacı uzaylılar, yapay zekânın her alanda mümkün mertebe ekmeğimizle oynaması ya da insanlaşıp ‘triplere’ girmesi, süper kahramanlar, olağanüstü olaylar, bugünden kestirilmesi güç dehşetli keşifler yok. Sadece insanın hafızasını iş yaşamı ve özel yaşam biçiminde ikiye ayıran bir prosedürün insan yaşamına neler yapabileceği üzerine kurulu. Hiçbir ajitasyona başvurmadan, son derece sakin bir tempoda akıyor. Yine de bölümler ve karakterlerle zahmetsizce duygusal bağlar kuruyorsunuz, yarattığı ve aslen çok da kasvetli dünyadan hiç kopmak istemiyorsunuz, sık sık gülüyorsunuz, gözünüz nemleniyor. En önemlisi de sık sık kendinize şu soruyu soruyorsunuz: “Ben dediğimiz kişi aslında kimdir?”
Apple TV’nin distopik bilimkurgu, gerilim dizisi Severance’dan (Kopuş/Ayrışma) daha konusunu okuduğum anda etkilenmiştim. Dan Erickson’un yazdığı, Ben Stiller’ın müthiş bir incelikle büyük kısmını yönettiği dizi, dokuz bölümlük birinci sezonunda etkileyici atmosferiyle insanı hemen içine çekiyor ama esasen sordurduğu bu türden sorular sayesinde iyi bir seyir deneyiminden çok daha fazlasını vaat ediyor.
Severance, günümüz toplumunun mühim meşgalelerinden birini, iş ve yaşam dengesini kökten değiştirmek üzere, işe ve özel yaşama dair anıları yüzde yüz ayıran bir uygulamayı gerçekleştiren dev bir şirket olan Lumon Industries’de yaşananlara odaklanıyor. Çalışanlar bu ayrıma dünden razı biçimde başlıyor işe ki olayın püf noktası da bu gönüllü hapislik ve kendinden kopma hali. Günlük yaşamın yas, kayıp gibi ağır travmalarıyla, büyük sabır isteyen süreçleriyle mesafelenmek isteyen insanlar, çareyi günün sekiz saatinde kendini anılarına kapatmakta buluyor. Duygusal etkilerden kurtularak iş verimliliğini arttırmak ya da iş stresini eve taşımamak gibi daha basit nedenleri de olabiliyor bu gönüllülüğün. Sonuç olarak bir kısım insan, eve iş ve işe ev getirmemeyi kendisinin içinden duyguları olan bir tür robot çıkararak 9/5 mesaisine göndermeye yeğliyor! Böylelikle çatışma da yapay zekâyla insan arasında değil insanın kendi içinde gerçekleşiyor: Gerçek ben ve kurumsal ben. (Dizide bu kimlikler “içseller” ve “dışsallar” biçiminde ayrılıyor.)
Dizi çok iyi tasarlanmış ve yazılmış öncelikle. Karakterler ve olaylara dair bilgilendirmelerin son derece telaşsızca ama yerli yerinde yapıldığı, gizem ve merak unsurlarının çok dengeli kullanıldığı, vaatlerini eline yüzüne bulaştırmayacağı, finalde Lostvari bir “çok bozdu” hissi yaratmayacağı umulan sıkı bir gizem örgüsü var. Konusu ve evreni itibarıyla Kafka’dan Orwell’a, Truman Show’dan Black Mirror’a dek pek çok kurmaca anlatıyla bağ kurulabilir. Görsel düzenindeyse Wes Andersonvari bir ayrıntı zenginliği söz konusu. Tamamen yeşil, mavi, beyaz ve grilerden oluşma, klostrofobik olduğu kadar da hipnotik ofis ortamından karlar altında iyice huzur verici hal alan maviş evlerine kadar yarattığı kendine özgü evrendeki kibrit kutusu bile önden tasarlanmışlık hissi veriyor. Cast da bir harika. Adam Scott, Britt Lower gibi rolüne cuk oturan ana oyunculara tekinsizler kraliçesi Patricia Arquette ve John Turturro, Christopher Walken gibi devler eşlik ediyor. Yan rollerde Tramell Tillman, Zack Cherry gibi oyuncular da çok iyi. Kapı kolu bile rolünü iyi oynamış diyebiliriz.
Dizinin ilginç yanlarından biri de, “günlük yaşam” kısmının günümüzde geçtiğini gösteren ayrıntılar mevcutken (akıllı telefonlar, ana karakter Mark Scout’un ehliyetinde bitiş tarihinin 2020 olarak görünmesi vb.) ofis ortamının hantal bilgisayarlar, DVR oynatıcılar, teyp kasetleri gibi 90’lar teknolojisine sahip olması. Bu yönüyle “retrofütüristik” olarak tanımlanıyor dizi. İnsanların zihnine iş ve özel yaşam anılarını tamamen ayıran bir mikroçip yerleştiren bir dev şirketin ofis ortamı için seçilen bu teçhizatın kuşkusuz nostaljik olmaktan çok öte işlevleri var. Bir kere bu ortam bizi hem anında beyaz yakalılık ruhunun, şirket kültünün altın çağına postalıyor hem de bu tuhaf karşıtlık hali pek çok bilimkurgunun sorunu olan “yeterince yaratıcı yenilikler getirmeme” meselesini kökten çözüyor. Geçmişle bugün ve gelecek arasında rahatlıkla bağ kurmamızı sağlayan bu zekice seçim, buz gibi bir atmosferde duyguların harekete geçmesini çok kolaylaştıran kontrpuan bir etki sağlıyor baştan sona.
Dizide dev şirket kültürü ve kapitalizmin mitleriyle o kadar tatlı biçimde dalga geçiliyor ki… Parmak tutacağı, çalışanların karikatürleri gibi uyduruk ödüller, happy hour, sürpriz tematik partiler gibi havuç sallamalarla bir tür gönüllü kölelik halinde tutulan çalışanlardan, bir ruhani liderlik atfedilmiş kurucuların el kitaplarından anıtlara şirketin her tarafından pırtlayan varlıklarına dek. Başarının bir tür din olarak kurgulandığı bu ortamda küçük ödüller, cezalar ve terfi olanakları insanların hapsedildikleri bu labirenti bir tür cennet gibi algılamasına hizmet ediyor. Elbette bir gün olanlar oluyor ve “yeni gelen” kadın Helly, diğerlerinin itaat ettikleri düzenin her parçasını sorguluyor, buradan kendini atabilmek için durmaksızın dış benliğine mesaj yollamaya çalışıyor. “Dışsal”ı halinden memnun görününce işi intihar denemesine kadar vardırıyor. Dışarıda yaslı ve melankolik, iş ortamında tatlı ve uyumlu Mark’ın karşısına bir de kaybolan eski bir yönetici çıkıp şirkete dair bazı gerçekleri fısıldayınca, yapı çatırdamaya başlıyor. Şirkettekilerin “rakamları hissedip” kümeleyerek yaptıkları görünürde zararsız mesainin dışarıda her dakika birilerinin ölümüne neden olabilecek kötücül bir planın parçası olabileceği ortaya çıkıyor. Çalışanlarına bir aidiyet ve ayrıcalık hissi sunarak ayakta kalan dev şirketlerin kirli yüzü yavaş yavaş görünür oluyor.
Severance, şirketin farklı birimler arasında yarattığı kopukluk ve onları birbirine karşı doldurarak oluşturduğu “dış düşman” algısıyla ırkçılık, ayrımcılık gibi totaliter rejimleri ayakta tutan temel mekanizmaların nasıl zahmetsizce sürdürüldüğünü de gösteren çok iyi bir ülke/dünya alegorisi içeriyor aynı zamanda.
Makul düzeyde tutmaya çalıştığım spoilerlara bir ek: Dizide John Turturro ve Christopher Walken arasında, farklı birimleri ve şirket el kitabını delen bir de aşk hikâyesi var ki… Muazzam bir incelikle oynanmış küçük anlar üzerine kurulu bir aşk yalnız homofobinin değil günümüzün bir diğer virüsü “yaşçılık”ın da dibine dinamit koyuyor. Bu kadar ileri yaşta iki adam arasındaki aşk içinizi titretiyor.
“İyi haber: Cehennem, insanın hayal gücünün ürünüdür. Kötü haberse, insanlar hayal ettiklerini yaratabilirler de…”
İlk bölümde geçen bu sözler, bu etkileyici distopyanın temel bir meselesini çok iyi anlatıyor: Geçmiş gösteriyor ki, gelecek, bugünden kurulan bir şey. Eldeki kartlara, geçmişe ve bugüne bakarak bundan 40-50 yıl sonrasına dair fikir yürütmek çok mümkün. Bu zevkli olduğu kadar da ürkütücü uğraş, bilimkurgu ve distopya gibi türlerin ana malzemesi uzun zamandır. Geleceği kestirmeye çalışmak, bugünle başa çıkmanın da bir biçimi aynı zamanda. Bu türlere duyulan ilgi, barındırdıkları yüksek eğlence, merak ve sürükleyicilik potansiyelinin yanı sıra, bu nedenle de artıyor.
Margaret Atwood da “Damızlık Kızın Öyküsü”nün Trump çağı için ne ifade ettiğini anlatan bir yazısında, “gelecek ayrıntılarıyla betimlenebiliyorsa belki de gerçekleşmez,” diyordu. Hikâyeler anlatmanın bu dönüştürücü gücü nedeniyle her distopyanın içinde bir ütopya bulunduğunu belirterek, romanlarının türünü “üstopya” olarak tanımlayan yazar, en baskıcı dönemlerde bile hayatın yeşermenin bir yolunu bulduğunu vurguluyordu. Bu anlamda hikâyeler anlatmak sadece bir betimleme, manzara çizme yöntemi değil, direnmenin önemli bir yolu. Geleceğin felaketlerinden bahsederken, bugün içinde bulunduğumuz çıkmazlardan, ‘bugün hala önlenebilir olan”dan ve illa ki insandan, kendimizden bahsediyoruz. Gelecekten bahsederken bizi bugünle ve kendimizle yüzleştirmeyi başaran Severance, ilgiyi hak ediyor.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI