Benim adım Deniz...
Başka bir yol var. Bu ülkede “sol” var. Bir süredir bu konu daha fazla konuşulur oldu. HDP'ye saldırı sonrasında herkes gördü.“HDP halktır” diyen milyonlar vardı.
Az evvel katlettiği gencecik bir kadının bulunduğu yere geri dönen ve cansız bedenine yeniden kurşun boşaltarak içini soğutan bir katille araya yalandan bir mesafe koyarken bile öncelikle hayattan vahşice koparılmış o genç kadına, Deniz’e saldırıyorlar. Çünkü dertleri alçaklarla uğraşmak değil, Denizleri bitirmek... Sosyal medya dünyasında silahlı pozlarla varlık bulan bir şovenizmle, vatan millet istismarıyla da bir dertleri yok. Hiçbir zaman da olmadı. O katilleri yarım ağız kınamadan evvel güzelim Denizlere “terörist” diyorlar. Denizlere büyük bir iştahla “işbirlikçi milis” diyorlar...
Bizler lafı dolandırmadan, “Terörün de katliamların da işbirlikçi milisliğin de kimlerle irtibatlı olduğunu, o karanlığın kimin işine yaradığını biliyoruz” demedikçe, katiller bu ülkenin evlatlarını öldürmeye ve ölü bedenlerini tekmeleyerek içlerini soğutmaya devam edecek. “İsmin ne abicim” diye soran en alt kademedeki bir memurdan başlayarak en tepedekilere kadar -sürecin her aşamasında- birileri de onları her daim koruyup kollayacak. “Benim adım Deniz” demediğimiz müddetçe, bu ülkede görüp göreceğimiz şey bu filmin tekrarıdır...
“Deniz biziz” diyemedikçe, onlar, toplamı artık yüzde 40’ı bile bulmayan karanlık bir ittifak içinden hepimize “terörist” demeye devam edecekler. Kendilerinden olmayan herkese terörist diyecekler, bizi hedef gösterecekler. Çünkü başka şansları yok... Bunu Kemal Kılıçdaroğlu’na yapıyorlar, bunu Meral Akşener’e yapıyorlar. Bunu yüreğindeki umuttan başka hiçbir şeyi olmayan, Mardinli, dokuz çocuklu bir ailenin “korunmasız” kızına, Deniz’e mi yapmayacaklar(dı)?
Bunlar kimlere “terörist veya terörle iltisaklı” demediler ki? Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’na bile “terörle iltisaklı” diyerek meslekten ve kamu görevinden attılar. Sonradan CHP’den milletvekili seçilen İbrahim Hoca, o tarihte de tanınmış bir Anayasa hukukçusuydu. Bu yazıyı okuyacak olanların çoğu tarafından tanındığını düşündüğümden, adlarını burada tek tek sayamayacağım yüzlerce diğer kıymetli barış akademisyeni yerine onun adını belirtmekle yetiniyorum. Yüzlerce barış akademisyeni meslekten ve kamu görevinden ihraç edilirken, onların kanında duş alacağını ilan etmiş suç örgütü lideri, teröre lanet mitinglerinde AKP’ye oy istiyor veya bizzat kendisi farklı illerde mitingler yapıyordu. Gün geçti (devran döndü mü bilemiyorum ama) Sedat Peker siyasi iktidarla arayı bozup karanlık ilişkileri ifşaya başlayınca, kendisini “pislik” diye tanımlayan İçişleri Bakanına, bir televizyon programında çok çekingen biçimde de olsa bu mitingler hatırlatıldı. Bakan bu mitinglerin yerel yöneticilerin inisiyatifinde yapıldığını ve her şeye kendilerinin karar veremediğini söyledi. Evet yanlış duymadınız, tam olarak bu anlama gelen bir cümle ile bu çekingen soruyu savuşturdu. Ne diyelim, “Densiz yerel inisiyatifler” mi diyelim?
Teröre destek diye diye belediyelere çökerek yapılan onca inceleme ve araştırmaya rağmen iddianamelere makul ve inandırıcı hiçbir delil koyamayan ama HDP belediyelerine kayyım üstüne kayyım atamaktan da geri kalmayanlardan duyuyoruz bu “yerel inisiyatif” sözünü! Yerel inisiyatifi kim kaybediyor da suç örgütleri liderleriyle birlikte miting yapanlar buluyor diye soran yok nasılsa... Bunların hepsi kimlerle yol yürünüp kimlerin gerekirse ölümüne dışlanacağına ilişkin seçimlerin örnekleridir. Geleceğin nasıl kurulacağına ilişkin seçimler... Bu seçimi gözümüzün önünde ayan beyan yapmış olanların hiç kimseyi “terörist” ya da “işbirlikçi milis” olarak tanımlama ehliyeti olamaz...
Bize sadece teröristlerden değil, hukuktan ve adaletten de söz ediyorlar. “Haramilerin hukuku mu neyin hukuku?” diye soramıyoruz tabii. Haşa... Fakat AYM’nin “ifade özgürlüğünü” kullanmış oldukları yönündeki gerekçeli kararı doğrultusunda, yargılanmakta oldukları ağır ceza davalarından beraat eden ve haklarında başka hiçbir soruşturma ya da dava bulunmamasına rağmen, yaklaşık iki yıldır görevlerine dönemeyen yüzlerce akademisyenden tanıyoruz bu hukuku...
Durum bu. Önümüzdeki hafta, hatta yarın başımıza ne geleceği belli değil. Legal bir siyasi partinin 7/24 “gözetim” altındaki binası silahlı bir saldırgan tarafından basılıyor ve genç bir kadın çalışan hunharca katlediliyor. Kendini muhalefette tanımlayan siyasi partilerin ya bütün bu yaşananları gerçekten kavramaları ya da bir “muhalefetmiş gibilik” aldatmacası yaratarak toplumsal muhalefete enerji, zaman ve yön kaybettirmekten vazgeçmeleri lazım. Zira bunları görmemek ve kavramamak da bir seçimdir. Toplumsal muhalefetin tepkisinden çekinme bahanesine sığınarak sürdürülen ideolojik birer seçim. Oysa toplumsal muhalefet siyasal muhalefetin çok ilerisinde olduğunu yakın tarihte defalarca gösterdi.
Yaşananlar bize Türkiye toplumunun kendini şerden korumaya yönelik sağlam bir sezgisinin ve refleksinin olduğuna güvenmekten başka tutunacak bir dalımız kalmadığını gösteriyor. Bu dala sımsıkı tutunmak şart. Zira gerçekten böyle olmasa, kendi bekasını çok uzun bir zamandan bu yana toplumsal kutuplaşmada gören ve toplumsal fay hatlarına mütemadiyen saldıran bir siyasi iktidar tarafından çoktan uçuruma sürüklenmiş olmamız işten değildi.
Bugün yazıya başlarken iki konu arasında sıkışıp kaldım. Bir tarafta HDP İzmir il binasına yönelik terörist saldırı ve Deniz Poyraz’ın öldürülmesi, diğer tarafta TBMM Kadına Yönelik Şiddetin Araştırılması Komisyonunun faaliyetleri vardı. Komisyon kurulduğu günden bu yana, başta Eşitlik İçin Kadın Platformu olmak üzere kadın ve LGBTİ+ örgütlerinin yakın takibi altında. Son üç toplantıda anaakım medya kuruluşları, RTÜK ve Anadolu Ajansı yanında medya alanındaki meslek örgütlerinin temsilcileri de davet edilerek medyada kadına karşı şiddet ele alındı. Medya toplantılarının tutanaklarını dikkatle okudum. Onu yazmak istiyordum. Fakat Deniz’i yazmadan geçemedim. Sonra tabii fark etmemek mümkün değil, bu iki konu o kadar ilişkili ki. Deniz’i öldüren karanlık, bambaşka saiklerle kadınları katleden karanlığa karışıyor. Bu kesif karanlık militarist, kadın düşmanı, özgürlüklerin ve ha(l)kların düşmanı zihin dünyalarından doğuyor. Ülkeye ve üzerimize çöküyor. Bu nedenle komisyona da belki daha sonra ayrıca yazarım ama burada da değineyim dedim.
CHP’li üyeler söz konusu komisyondan dün çekildi. Ben bu satırları yazarken İYİP’in de komisyondan çekildiği haberi geldi. Linkte görebileceğiniz üzere, başlangıcından beri muhalefet partilerinin bu göstermelik komisyondaki varlığını sorunsallaştıran ve hep birlikte çekilmeyi değerlendiren HDP de muhtemelen bu yazı yayınlanıncaya dek çekilmiş olacaktır. Medya konulu oturumlara dönelim, yüzlerce kadının katledildiği, aralıksız katledildiği bir ülkede, çok kıymetli bir uluslararası sözleşmeyi “iç politika” için kurban ettikten sonra komisyon da ardı ardına toplanıyor elbette. “İş yapıyor.” Tutanakları okuduğunuzda görüyorsunuz. TRT, RTÜK, AA yetmiyor Yeni Akit Gazetesi temsilcisi de dinleniyor. Ömrü, bildiğim kadarıyla sadece üç ay sürecek bir komisyon, gerçek bir araştırma inceleme tasarlamak yerine, başta yandaş medya kuruluşlarının temsilcileri olmak üzere birbirini dinlemeye doyamıyor.
Kadına karşı şiddette AKP iktidarları boyunca nasıl büyük bir mesafe alındığını ve burada da medyanın ne denli büyük bir payı olduğunu sayfalar sayfalar boyunca hayretle okuyup duruyorsunuz. Komisyon Başkanı Öznur Çalık sık sık 2006 yılında Başbakanlık tarafından yayımlanan Şiddetin Önlenmesi Genelgesi’ne atıf yapıyor. Güçlü iç hukukun işareti olarak bu genelge ile gurur duyuyor. Gel gör ki gerçekten de çok önemli olan bu genelgenin uygulanmadığını ve unutturulmaya çalışıldığını başta feminist avukat Hülya Gülbahar olmak üzere kadınlar ve kadın örgütleri mütemadiyen anlatmaya çalışıyor. Öznur Çalık övgüler arasında konuşmalara ardı ardınca yer açmayı etkili bir komisyon başkanlığı gibi görüyor. Her tür muhalif görüş hızla suskunlaştırılıyor.
Komisyonun önceki günkü oturumunda HDP Milletvekili Filiz Kerestecioğlu İstanbul Sözleşmesi’nin önemini çok iyi açıklayan etraflı bir konuşma yapma fırsatı buluyor fakat orada da görüyorsunuz; tartışmak, şiddet konusunu araştırmanın etkili yollarını bulmak ve fikirleri bunun için dikkatle dinlemek yok. Bir dil sürçse de oradan konuşmayı boşa düşürecek bir şeyler bulsak diye bakan o korkunç “mış gibilik” ortada asılı duruyor.
İşte böyle bir AKPMHP dünyasında, “mış gibi” yapa yapa her şeyimiz talan edilirken bir çıkar yol bulmamız gerekiyor. Denizlerimizi korumak için bir yol. Katledilen Denizleri de müsilaja boğulan denizleri de... Söz dönüp dolaşıp elbette muhalefete geliyor. Bu muhalefet bugün üç büyük partisiyle, sadece seçim kazanmak için değil, pek çok şeyi bambaşka yapabilmek için gereken 50+1’e çok rahat ulaşabilir. AKPMHP ittifakı ile bu ülke tez zamanda sonsuza kadar vedalaşabilir. Bir demokrasi blokunda bir araya gelme hedefini önüne koyup ilkelerini belirledikten sonra buna engel olacak hiç ama hiçbir şey yok. Yeter ki “muhalefet” dediğimiz siyasal partilerin her biri layıkınca muhalefet olsun. Ama olunamıyor. “Muhalefetmiş gibi” yapılıyor ama onunla bir araya gelmem, bununla resim vermem diyerek, toplumsal muhalefetin sözüm ona itirazı bahane ediliyor ve güçlü muhalefet ihtimali mütemadiyen bloke ediliyor.
Açmazlar bununla kalmıyor. Çok adanmış bir biçimde muhalefeti bir arada tutmaya ve güçlendirmeye odaklanmış arkadaşlarımız da bu düşüncelerimizi dile getirdiğimizde, muhalefete yüklenmemek gerektiğini ve bunun iktidarın işine yaradığını söylüyor. Fakat asıl olarak muhalefet gücünün ve potansiyelinin AKPMHP blokuna karşı etkili biçimde açığa çıkarılamıyor olması iktidarın işine yarıyor. Üstelik ortada apaçık bir de yanılgı var. “Muhalif” partilerin HDP’yi kriminalize eden siyasi iktidar söylemlerine eklemlenmesi ve zaman zaman da bunu bizzat üretmeleri kendi tabanlarını yitirmekle ilişkili bir ürkeklikten de kaynaklanmıyor. İdeoloji ortaklığından kaynaklanıyor. Açmaz derinleşiyor. Çünkü ürkeklikle mücadelenin yolları ile ideolojik pozisyonla mücadelenin yolları aynı değil.
Muhalefetmiş gibilikten vazgeçilemiyorsa, “milli mutabakat” dilinden uzaklaşılamıyorsa, muhalefetin bir kısmından tümden vazgeçmek gerekmeyebilir ama dikkat ve enerjiyi biraz da başka kanallara akıtmak gerekir. Zamanımız çok değil. Yeter ki biz şiddet kurbanı, terör kurbanı, talan ve rant kurbanı bütün denizlere sahip çıkma kararlığında olalım.
Başka bir yol var. Bu ülkede “sol” var. Bir süredir bu konu çevremizde daha fazla konuşulur oldu. HDP’ye saldırı sonrasında herkes gördü. “HDP halktır” diyen milyonlar vardı. HDP saldırıya uğradığında tereddütsüz İzmir İl Binasına koşan ve “Duysunlar bilsinler işte buradayız. HDP'nin yanındayız. Buyurun ne yapabiliyorsanız, gücünüz neye yetiyorsa biz de buradayız" diyen, Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş vardı. Bu sesi yükselterek güçlendirmek mümkün. Bu ses bir yükselmeye başlarsa -kendine rağmen- HDP ile belirli bir dayanışmayı da hep gösterme gayretinde olan bir parti olarak CHP’nin ve ana muhalefet lideri olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun eli de çok güçlenecektir diye düşünüyorum. O zaman işte muhalefetin geri kalanı da ehliyetini yitirmiş bir siyasi iktidarın istismarcı beka söylemine payanda olmaktan vazgeçebilir.
Biz yeter ki birbirimize ses verelim. Geçmişten gelen ve geleceğe doğru esen bir rüzgâr gibi “Benim adım Deniz” diyelim. #Hadi