Benzemez kimse ona: Müzeyyen'siz yedi yıl...
Müzeyyen Senar'ı 2015'te bugün sonsuz yolculuğa uğurladık. Adını Artaki Candan'ın, Tamburi Cemil'in, Deniz Kızı Eftalya'nın, Münir Nurettin'in ve daha nicesinin yanına yazdık...
Dün sabah radyoda Emir Can İğrek’in bugünlerde sıkça kulağıma çarpan ve dinleyenin diline hemen dolanması muhtemel şarkısına denk geldim yine. İsmi ‘Kor’. Diyor ki bir yerinde,
"Belediyenin tüm hoparlörlerinden
Müzeyyen çalınsın
Vazgeçmişsin benden"
En çok onun sesinden aşina olduğumuz şarkıda dediği gibi, “Şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın”… Bir şarkıda adı en çok geçen şarkıcı olabilir Müzeyyen Senar. Bu unvanı belki paylaşıyor olduğu Sezen’in, sözlerini merhum Meral Okay’la yazdığı ‘Yine mi Çiçek’ bunun en güzel örneklerinden biri:
"Kur masayı Madam Despina
Kirli beyaz muşamba örtüleri ser
Çek sediri asmanın altına
Yanında bir ince Müzeyyen Abla"
Akla bir iki kadehle demlenirken çekilen “of” düştüğünde “Müzeyyen” bir sihirli sözcük gibi, anasona eşlik eden bir parola gibi dökülüverir dudaktan. Geçmişi onunla özleriz bir de, Hüsnü Arkan'ın 'Hatırla'sında da olduğu gibi:
"Kilitli sır küpü evler
Kim bilir ne incindiler
Müzeyyen'in sesi nasıl güzel
Hatırla kalbim..."
En sevdiğim filmlerden biri de onun sesiyle başlıyor:
"Umut Film Sunar: Muhsin Bey"
Sinemada hiç izleyemedim ama televizyondan hatırladığım kadarıyla filmin giriş jeneriğinde ekranda "Şener Şen" yazdığı anda o eşsiz ses başlıyordu söylemeye: "Ağlamakla, inlemekle ömrüm gelip geçiyor..."
Tüm filme ruhunu veren biraz da o şarkı, o sestir; "bizim müziğimiz" diyebileceğimiz hemen her şeye ruhunu biraz katması gibi...
Soprano sesinin sınırlarını kullanmaktan çekinmiyor, nağmesini de hançeresini de esirgemiyor. Yine de filmin o sakin, o mağlup, o neredeyse uhrevi huzur ve huzursuzluk halini resmeden havasına o kadar uygun ki. Çünkü pekâlâ yapabilecekken çığlık atarcasına söylemiyor Müzeyyen Senar. Bunun yerine, sesinin farklı katmanlarda dokunduğu şarkı sözlerinin altını gerektiğince çizerek gösteriyor maharetini. Sözleri okuyor, sözleri hissediyor, sözleri söylerken dinliyor. Bu yüzden bazen şarkı söylerken kendini dinleyip ağladığını itiraf ediyor. Bir yıldız olarak parlamaya başladığı devirde kimi şarkıcıların üslubu olan, sonra sonra modaya dönüşen "oktavın uçlarında bağırabildiğin kadar bağırmak" lüzumsuzluğuna da hiç düşmüyor.
"Şimdi bağırdınız mı alkış yapıyorlar" diyor, 1988'deki bir söyleşisinde.
20 yıl kadar önce Klasik Türk Müziği'ne merak saldığımda elime geçen bir CD setinde Lemî Atlı'nın Hicâz şarkısı ‘Hastayım Yalnızım Seni Yanımda’yı dinleme şansına eriştim. Bir zaman, başka bir yerde de duyabilirdim tabii Müzeyyen Senar'ın bu yorumunu ama o güne bir anlam atfetmeyi seviyorum. O sese vuruldum. 90'lı yılların sonunda bir efsane olarak tekrar ortaya çıkan, Sezen'le, Tarkan'la, Nilüfer'le, Ajda'yla düetler yapan Müzeyyen'i de severdim tabii. Bir havası, bir endamı vardı. "O yaşta" öyle şarkı söyleyebiliyor, bir abla gibi herkesi kucaklıyor, artık çok değişmiş sesinin sınırlarında yapabileceğini en güzel şekilde yapıyordu. Ancak keşfettiğim Müzeyyen'de çok başka bir şey vardı: Hayır, o sırf geçmişten bugüne uzandığı, sırf Mustafa Kemal'e şarkı söylediği, sırf yüzlerce taş plak kaydettiği için önemli değildi, anladım. 20'li yaşlarını duyduğum bu kadın müthiş şarkı söylüyordu. Üstelik şarkıların kaydedilmeye başlandığı yılları düşündükçe, kendisinden önce pek az kadın sesinin kaydedildiğini, dolayısıyla aslında bu tanıdık ve sonradan takip ve taklit edilen şarkı icra etme biçiminin büyük ölçüde onun eseri olduğunu fark ettim.
Sonradan epeyce meşhur olan ‘Ormancı’ türküsünün kayda alınmış ilk yorumu, Türk Sanat Müziği'nin kendinden sonraki söyleyiş tarzına nasıl etki ettiğini anlamak için açık bir örnektir belki ama aynı yorum aslında arabeskin ilk kadın yıldızlarının ve kentlileşme gayretindeki ilk Türk Halk Müziği kadın yorumcularının da nereden beslendiğine dair ilginç detaylar sunar dinleyiciye. Hece sonlarındaki feminen nağmeler, iç çekmeler, gırtlak oyunları...
"Tavrımı taklit ettiler demek hoş değil, peşimden geldiler diyelim" diyor Sadun Aren'le bir sohbetinde: "Ama tavır mı bilmiyorum, ben içten söylüyorum, içimden ne geliyorsa öyle..." O içtenlik Senar'dan dinleyicisine akıyordu gerçekten de. Peşinden giden bazı şarkıcılar da onun gibi büyük icracılar oldu ama hepsi o nağmeleri, o iç çekmeleri o kadar içten yapamadı zannediyorum.
Klasikçiydi. Bunu çoğu zaman kendisinin tercih ettiği, önerilen birçok yeni besteyi, eskinin ruhunu vermediğini düşündüğü için reddettiği söylenir. Türküleri saymazsak, klasikten en uzağa düşebilecek yorumları, Şükrü Tunar, Selahattin Pınar gibi büyük bestekârların "orta şarkı" yorumlarıdır. Bu tavrıyla, yani tüm popülaritesine rağmen fanteziye, arabeske yahut 80'li yıllarla birlikte TRT'ye de hâkim olan melez yeni - Türk Sanat Müziği rüzgârına kapılmamasıyla tavrının son temsilci olduğunu tescil etti.
Senar, Bursa'da doğar, annesinin peşinden İstanbul'a göçer. 1932'de önce Üsküdar Musiki Cemiyeti'ne, hemen ardından Kadıköy Şark Musiki Cemiyeti'ne girer. Udi Hayriye Hanım ve Kemal Niyazi bu kendine has genç kadını Senar'ın tabiriyle "kaparlar". Bu ikilinin Altıyol'daki evinde meşk etmeye başlarlar. Lemî Atlı gibi bestekârlar bu evi sık sık ziyaret eder, eserlerini Müzeyyen Senar'a geçerler. Hemen ardından gelen radyo macerasının başlarında henüz o kadar genç ve ufak tefektir ki, mikrofona yetişebilmesi için, üst üste konan taş plak kutularının üzerine çıkması gerekir.
1933'te Sahibinin Sesi'ne kaydettiği ilk plakla başlayan plak serüveni, çoğu Odeon etiketiyle yayınlanan 200'den fazla taş plaktan oluşan bir külliyata dönüşür. Plak, kaset ve CD dönemindeki albümleriyle birlikte yüzlerceyi bulan albümlerinin sayısını bilmez. Dünyanın büyük başkentlerinde, sanat şehirlerinde binlere konserler verir; yalnız ABD'de 20'ye yakın kez sahne alır.
50'li yıllarda başlayan büyük gazino dalgasının yıldızı tartışmasız odur. Gazino işini pek sevmese de uzun yıllar sahne alır, almakla kalmayıp bu işin kurallarını belirler. Türkülerin repertuarındaki ağırlığı aslında gazino programlarıyla ilgilidir. Kalabalık saz gruplarından pek hazzetmez, gerekmedikçe de büyük grup talep etmez. Bunun yerine sesinin güçlü biçimde duyulabildiği, izleyicisinin muhayyilesine doğrudan hükmedebildiği bir sahne tasarımıyla çıkar gazinolara. Çoğu zaman pürdikkat dinlense de, gerektiğinde eğlendirmeyi, alkışlatmayı, türkülere eşlik ettirmeyi de bilir.
Gazinoya giden kimi beyefendilerin, sesi su gibi akan bu kadını bir de kanlı canlı görüp âşık olmamak için sırtlarını dönerek dinlediği büyük yıldız, gündelik hayatında konu komşuyla vakit geçirmeyi, mutfaktaki maharetini paylaşmayı, ev işleriyle uğraşmayı, mesela dikiş dikmeyi pek sever. Şimdi bize birkaç açıdan ilginç ve tartışmalı gelse de yeni zamanlarda anlaşılamayacak bir tevazu...
Müzeyyen Senar'ı 2015'te bir şubatta, bugünün yıldönümünde sonsuz yolculuğa uğurladık. Adını Dede Efendi'nin, Artaki Candan'ın, Tamburi Cemil'in, Deniz Kızı Eftalya'nın, Udi Hrant'ın, Münir Nurettin'in, Saadettin Kaynak'ın ve daha nicesinin yanına yazdık. O listeye Zeki Müren'i de eklemeli tabii...
Ama en sevdiğim listeyle, benim büyük üçlümle bitiriyorum.
Safiye Ayla'yı, Hamiyet Yüceses'i ve Müzeyyen Senar'ı birlikte anıyor ve bu satırları okuyanlara şu üç şarkıyı arka arkaya dinlemeyi öneriyorum:
‘Sine-i Sûzânıma Âhım Yeter’ / Safiye Ayla
‘Bakmıyor Çeşm-i Siyah Feryade’ / Hamiyet Yüceses
‘Koklasam Saçlarını tâ Fecre Kadar’ / Müzeyyen Senar