Berlin: Yarışmadaki Alman filmlerine bir bakış
Berlin Uluslararası Film Festivali'nin ana yarışmasında yer alan Alman yapımı filmler, "Kızıl Gök", "Ingeborg Bachmann - Çöle Yolculuk", ve " "Bir Gün Birbirimize Her Şeyi Anlatacağız"ı izledik.
Ahmet Boyacıoğlu
Berlin’de ana yarışmadaki 19 filmden dördü Almanya yapımı. Festivalin tüm bölümlerinde de toplam 38 Alman filmi yer alıyor ve bu eleştirilere neden oluyor. Bir televizyon programında bu konu dile getirilince festivalin yönetmeni ‘Cannes Film Festivali’nde de Fransız filmleri çoğunlukta’ cevabını verdi. Aynen öyle. Almanya sinemaya büyük yatırım yapan bir ülke. Nazi Almanya’sında Kültür Bakanlığı propaganda bakanlığına dönüştüğü için savaş sonrası kültürün ülke düzeyinde değil eyaletler tarafından yönetilmesi kararlaştırılmış. Bu nedenle Almanya’nın bir kültür bakanı yok. Kültürden sorumlu bir müsteşar bu görevi yürütüyor. Eyaletler düzeyinde de film yapımına destek veren farklı fonlar var. Her yıl 130 – 150 civarında film üretilen bir ülkede de yarışmada dört Alman filminin olması kimseyi rahatsız etmiyor.
Daha önce sözünü ettiğim Christian Petzold imzalı "Kızıl Gök", izlediğim üç Alman filmi arasında en güçlü olanı. Dördüncüyü izlemedim, çünkü güvendiğim bir festival programcısından ‘İzlenmeye değmez’ uyarısı geldi.
Margarethe von Trotta Alman sinemasının önemli bir ismi. 80 yaşındaki yönetmen geçen aralık ayında Avrupa Film Akademisi’nin Onur Ödülü'ne değer görüldü. "Ingeborg Bachmann - Çöle Yolculuk" (Ingeborg Bachmann – Journey Into The Desert) Avusturyalı yazar Ingeborg Bachmann’ın İsviçreli yazar Max Frisch ile 1958’de Paris’te başlayan ve dört yıl süren fırtınalı ilişkisini anlatıyor. Paris, Zürih, Roma ve Mısır’ın çöllerinde çekilen 110 dakika uzunluğundaki film sona erdiğinde ne yazık ki geriye fazla bir şey kalmıyor. Max Frisch hem kıskanç, hem de maço bir karakter. Sevgilisini diğer erkeklerden kıskanıyor, daha da beteri, kazandığı başarıyı daha çok kıskanıyor. Bu kıskançlık öyle abartılmış ki izleyici ‘Gerçek hayatta da acaba böyle miydi? diye sormak zorunda kalıyor. Sonuçta Ingeborg Bachmann huzuru çöle kaçarak buluyor. Dokuz milyon euro bütçeli bu dev prodüksiyon büyük bir olasılıkla sadece Almanca konuşan ülkelerde ilgi çekecek.
2011 yılında yazılmış bir romandan Emily Atef’in sinemaya uyarladığı "Bir Gün Birbirimize Her Şeyi Anlatacağız" (Someday We’ll Tell Each Other Everything) Berlin duvarının yıkılmasından bir yıl sonra, 1990’da Doğu Almanya’da geçen bir hikaye. En büyük sorun Almanya’nın birleşme sancıları çektiği bu dönemde neler olduğunu bilmeden filmi anlamanın neredeyse imkansız oluşu. O zaman Batı Doğu’yu kelimenin tam anlamıyla yalamadan yutmuş, o güne kadar sosyal bir devlette yaşayan Doğu Almanyalılar sudan çıkmış balığa dönmüştü. Artık kimse hatırlamıyor ama Doğu Almanya’da hiç işsizlik yoktu ve evlenen her çifte devlet 10 bin mark yardımda bulunuyordu. Film, doğuda çiftçilik ile uğraşan ve iki yakası bir türlü bir araya gelemeyen bir aileyi anlatıyor. Ailenin daha önce Batı’ya kaçmış oğlu kocaman bir Mercedes ile ziyarete geliyor. Hayatı da tam bir başarı hikayesi. Önce inşaatlarda çalışmış, okuyup gece lisesinden mezun olmuş, mühendislik eğitimi almış, kendi şirketini kurmuş ve zengin olmuş. Peri masalı gibi bir şey. Filmin ana karakteri, çiftçi ailesinin oğlunun sevgilisi olan 19 yaşında bir kız. Liseyi bırakmış, işsiz annesini terk edip başka bir ailenin yanına sığınmış kızımız komşu çiftlikte yaşayan, herkesle kavgalı ve uyumsuz 40 yaşındaki bir adam ile tanışıyor. Yaş farkına karşın aralarında tutkulu ve zaman zaman şiddete dayalı bir ilişki başlıyor. 133 Dakikalık filmin neredeyse üçte biri yatakta geçiyor. Ancak bu ümitsiz bir aşk ve filmin sonunu tahmin etmek zor değil. Almanya’nın birleşmesi ve kapitalizmin sosyalizmi ezmesiyle ilgili "Elveda Lenin" gibi bir film yapılmışken, üzerine tarih sosu dökülmüş bir aşk hikayesi olarak niteleyebileceğimiz bu filme ne gerek vardı diye düşünmemek elde değil.
Yine de bu iki filmin şöyle bir faydası olacak Alman sinemasına. En İyi Oyuncu Ödülü (artık Berlin’de kadın ve erkek oyuncu ödülleri yok, cinsiyet gözetilmeksizin tek ödül veriliyor) büyük bir olasılıkla bu filmlerde oynayan ve neredeyse bütün sahnelerde görünen Vicky Krieps’a ya da Marlene Burow’a verilir. İkisi arasında paylaştırılsa tadından yenmez. Christian Petzold’a da En İyi Senaryo Ödülü verilirse Alman sineması Berlin’den başarıyla ayrılır, herkes de mutlu olur.