Beyoğlu

Buldan ve Sakık’ın istekli tokalaşması yaşanırken ağır tutsak Abdulkadir Kuday son isteği yerine getirilmeden, sevdiklerinden uzakta, dört duvar arasında, elleri kelepçeli bir şekilde öldürüldü.

Arşiv
Google Haberlere Abone ol

Otuz sene önce İstanbul’a yerleşmiş bir arkadaşım vardı. Türkçesi de gayet iyiydi. Kelimeleri severdi, onları tanımanın, anlamlarının peşine düşmüştü. İşi gücü kelimelerdi. Bir ara Kürtçeye de merak sarmıştı, kısa zaman için rojbaş-şevbaş ve ona kadar saymayı öğrenmişti. Ülkenin ikinci en çok konuşulan dili Kürtçeyi ne kadar ileriye taşıdı bilmiyorum ama kuşatılmış Kürt diline sürekli kaybolan anadiliyle atıflar yapardı. İç geçirirdi dilinin kaybolmasından, kendi anadiline dönüşünde kendi halkının arasında tutmadığını sıklıkla dile getirirdi.

Kürtçenin yaşadığı her türlü baskıdan haberdardı. İşi kelimelerdi, ortadan kaldırılmak istenilen kelimeleri de biliyordu. Giriş gelişme için konuşurdu ama sonuç için suskundu çünkü süreç devam ediyordu, verilen savaş çetin bir şekilde devam ediyordu. Ne kadar seyirci kalınırsa kalınsın bir durum, bir oluş karşısında etkilenmemek olmazdı. Bir ihtimal olsa da insan savaştığına da bir süre sonra benzemeye başlar. Hisler ortaklaşır, kısasa kısas hükmü ağır basar ve toplum karşıdaki çürümenin kendisini de içine çektiğini geç de olsa görmeye başlar. Hangi şairdi hatırlamıyorum insanın yaşadığı yere benzediğini söylerdi. Çarşısına pazarına benzerdi. Dikkat çekiciydi ve çoğunlukla buluşmalarımız kendisinin çıkmazlar yaşadığı, aşkın yavaş yavaş sahile doğru dümen kırdığı kaotik zamanlarda olurdu.

Dertleşirdik, kederlenirdik ve en nihayetinde keyifle, bol bol ironiyle dağılırdık. Dile kolay otuz yıl bir şehirde o toplumun içinde yaşamanın getirdiği benzeşmeler olurdu. Her seferinde söylerdim “Egemenler gibi davranıyorsun dostum, sıkıştığında buluşuyoruz, aşkın seni hırpaladığı zamanlarda denk geliyoruz. Bolluk berekette yoksun, rahatlıkta yoksun oh mis. Dertte kederde bul, neşede keyifte görme vallahi iyi yere tezgâh açtın”, diyordum. Otuz yıl bir toplumun içinde yaşamak demek böyle bir şey oluyor. Ayna tutmuştum arkadaşıma o da bakmayı bilmişti.

Bunu hatırlamama neden olan şey de meclis açılışında aşırı milliyetçi bir partinin liderinin yüzde yüz karşısında konumlandığı DEM Parti'nin sıralarına gidip tokalaşmasıydı. Selamlaşmanın bir manası olduğunu, stratejik bir hamle olduğunu zaten muhataplar açıkça dile getirdi. "Osmanlı’da oyun bitmez" diyorlardı. Ne kadar miras kalmış oyun varsa hepsini uyguladılar, sonuç da aldılar. Bakınız 22 yıldır iktidardalar. Bu tokalaşma başka bir oyunun girizgâhı gibi geldi. Yoksa artık bükemedikleri eli öpmek mi istiyorlar? Hiç zannetmiyorum. Oyun içinde oyun hazırlayan bir sistemin dümeninde oturanların bu olgunlukta olacaklarını sanmak saflık olur. Mecliste bunlar olup biterken başka bir yerde Kürt siyasetçiler, dil emekçileri, zindanlarda ağır hasta tutsaklar…

Kaybolan çocuklar ve genç kadınlar, ev basmalar, Kürtçe ders veren dernekler kapatılıyordu. Bunlar cereyan ederken Buldan ve Sakık’ın arkada sıralardan koştura koştura gelip hevesli ve istekli tokalaşması düşündürücü. Buldan ve Sakık’ın istekli tokalaşması yaşanırken ağır tutsak Abdulkadir Kuday son isteği yerine getirilmeden, sevdiklerinden uzakta, dört duvar arasında, elleri kelepçeli bir şekilde öldürüldü. Öldürüldü diyorum çünkü gösterilen yaklaşım ve tavır sadece cinayetle açıklanabilir. Evet, Buldan ve Sakık’ın hevesli bir şekilde el sıkıştığı zihniyet hala içeride olan 651 ağır hasta tutukluyu içeride tutuyor, aileleriyle buluşmalarına izin vermiyor. Tutsakların son istekleri yerine getirilmiyor. Madem “iç-dış cephe” de sıkışmışlar, etrafları ateş çemberi, üstüne de oyun içinde oyun hazırlamışlar, o zaman siz de hasta tutsakların dosyalarını önlerine koyun. Her oyuna bir hamle olsun. Ağır hasta tutsak Abdulkadir Kuday’ın ahı sizleri bırakmasın. Hesabı sorulsun. Bir idam mahkûmunun son isteğinin bile yerine getirildiği bu dünyada, Kürt tutsakların bu en temel insani taleplerinin yerine getirilmeyişi bize çok şey anlatıyor.

Viktor Hugo’nun “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” eseri sırtını her ne kadar romantizme yaslamış olsa da anlatımı o kadar gerçekçidir. Hugo’nun anlatımında gördüğümüz empatiyi güçlü ve içten hissettiğimiz sağlam örneklerdendir. Hugo diyor ki; “Ve sonra, yazdığım şeyler, belki yararsız olmayacaklar. Eğer 'bedensel' bakımdan yazmayı sürdürmenin olanaksızlaştığı âna kadar yürütme gücüne sahip olursam, saati saatine, dakikası dakikasına her işkenceyi yazdığım bu acılarımın günlüğü; duygularımın, kuşkusuz bitmeyecek, ama yine de olabildiğince eksiksiz kalacak olan bu öyküsü, kendisinde, büyük ve derin bir anlam taşımayacak mı? Bu can çekişen düşünceler tutanağında, durmadan artan acılarda, bir idam mahkûmunun zihinsel otopsisinde, yargı kararı alanlar için birden çok ders olmayacak mı? Başka bir kez, düşünen bir başı, bir insan başını adalet terazisi adını verdikleri şeye atmaları söz konusu olduğunda, bu yazdığım şeyler onların daha insaflı olmalarını sağlayabilir. Belki de onlar, bu zavallılar, bir idam kararının yol açtığı eziyetlerle dolu o ağır duygu birikimini düşünmemişlerdir”.[ s.73].

Victor Hugo kitabın önsözünde de belirttiği üzere ailesini, yakınlarını, sevenlerini de cezalandıran daha geniş bir sistem görür ve “Yasanın bu korkunç işlevlerinin kaldırılacağı günün yakın olmasını umut edelim” der [s.34].

Evet Kuday’ın şahsında tüm bir halka gözdağı verildiği apaçık ortada. Yine önsözden şu alıntıyı okuyalım: “Başka bir şey daha. Bu adamın ruhunu düşleyebiliyor musunuz? Nasıl bir durumda olduğunu biliyor musunuz? Onu usta bir biçimde öldürmeye cesaret edecek misiniz?”, diye sormaktadır Victor Hugo [s.35]. Evet ustaca öldürülen hasta tutsak Abdulkadir Kuday. Kuday’ın şahsında bize gözdağları vermiyorlar, sindirmeye çalışıyorlar.  

Selim Temo geçen hafta kendi sosyal medyasında Türkiye’deki “edebiyat ve kültür” festivallerinin “tek dilli” tavrına karşı: “Birkaç gündür devam eden 15. Uluslararası İstanbul Şiir ve Edebiyat Festivali yarın bitiyor. Daha önce gitmediyseniz yine gitmeyin! Geçen yıl gibi bu yıl da ne Kürtçe var ne Ermenice, ne Arapça var ne Farsça, ne Rumca var ne Çerkezce, ne Lazca var ne Rumca…”, diyerek tepkisini paylaştı.

Yirmi yıldan fazladır İstanbul Beyoğlu’nda yaşıyorum, çalışıyorum. Hem bir şair olarak hem de ilçenin bir sakini olarak burada olan bitenin yakın şahitlerinden biriyim. Gecesini, gündüzünü bilirim. Son şiir kitabım “Bêxweda” Beyoğlu’nun sokaklarında var oldu, bu ilçede on binlerce Kürtçe konuşan ve onlarca yazan çizen Kürt yaşıyor, hiçbiri mi akıllarına gelmedi. Çok dilli ve kültürlü bir ilçenin tek dile indirgenişi olsa olsa egemen sınıfların bildik hal ve hareketleri olur.

Temo eleştirisini şöyle sürdürüyor; “Hayır, şiirin, edebiyatın temel ölçütü dildir, dil bir metni bir dile ve onun edebiyatına ait kılar. Bunun aksini söyleyen ve pek moda olan anlayış, eski/yeni sömürgelerinin ağzına bir parmak bal çalan hassas kalpli sömürgecilerin kaynakçası da olan makalelerle yaydıkları yeni tür efendiliktir. Eğer dil kaybedilmişse, bu, fetih tamamlanmış demektir!”

Evet Kürt olan ve Türkçe yazan birini çağırmak işin üstünü kapatmak oluyor. Gelecek olan eleştirilerin üstünü örtmek ve gıdım da olsa bir kaçış yolunu bulmaktır. İşte buna köylü kurnazlığı denir, günü kurtarma denir, buna oyun denir. Birkaç yıl önce Antep’te “Mozaik” diye bir festival gerçekleşmişti. O Mozaik’te Kürtçe dışında birçok dil vardı. Arapça vardı, İngilizce vardı, Fransızca vardı, Romence vardı ve yanlış değilsem Afrika’dan da bir dil vardı. Kürt şehrinde Kürtçe dışında her şey vardı. Lakin egemen zihniyette oyun bitmediğinden, kibir hep var olduğundan ve yapılacak eleştirilerden bir nebze de olsa sıyrılmak için “Doğu” kökenli bir genç şair çağırmışlardı.

Genç şairin kendi şehrinde anadili yoktu, sesi yoktu. Genç şairimizin kültürünü hatırlatacak herhangi bir emare yoktu. Mesele şahıslar değil zihniyet meselesidir. Siz Selim Temo’yu çağırıyorsunuz ama Temo’nun kendini var ettiği dilini görmezden geliyorsunuz. Şeyhmus Diken’i çağırıyorsunuz ama kendisine ait olan anadili yok. Lal Laleş’i davet ediyorlar ama kültüründen hiçbir emare görünmüyor. Evet bu ülkenin aydını, şairi, yazarı devletin-sistemin, egemen sınıfların gösterdiği sınıra kadar gelip gitmektedir. Eee boşuna demiyorlar balık baştan kokar, diye. Mesele sınırlandırılmış yeri geçmektir. Toplumun öncüsü olduğunu dile getirenlerin belirtilen sınırı geçmeyişi bize her şeyi hatta görmediklerimizi bile gösteriyor. Korkarak çözüm bulunmaz, korkarak normalleşme gerçekleşmez, korkarak barış ve hoşgörü ortamı yaratılmaz. Hasta tutsakların ölümünü bekleyerek toplumsal uzlaşı gerçekleşmez.