Biçilen roller, geçilen yollar
İstanbul’un önde gelen sanat galerilerinden birinde üzerinde üç yıl çalışılarak çıkarılmış, düşünsel bir altyapısı, sanat tarihinden referansları olan bir sergi bu; bir PR kampanyası değil. Bu indirgeme nedir? Sanatçının çoğu yerde adını bile geçirmeden, sergiyi gezmeden, metni okumadan, sergiden iki fotoğrafı alıp “Vay berbat bir PR kampanyası, iğrenç, mide bulandırıcı” diye kusmak sizin ayıbınız.
Geçtiğimiz dönemde aynı hafta iki kişiyle tanıştım. Yerlerde sürünen aşk hayatım bir anda şenlendi. Bu işler böyledir bilirsiniz... Ya hep ya hiç. Tanımaya çalıştığım ve ikisini de hoş bulduğum bu iki kişi, birbirlerinden geceyle gündüz kadar farklıydılar. Arkadaşlarımı arayıp hangisiyle görüşmeye devam etmem gerektiğimi bilemediğimi, birinin ruhuma uygun, diğerinin "kağıt üzerinde" çok uygun olduğunu söylerken buldum kendimi. "Kağıt üzerinde uygun", toplumun benim yanımda görmek istediğini düşündüğüm, beklentilere uygun bir adam... Bu beklentilere o kadar takılmışım ki, konuşurken kendimi duymuyorum bile. Ya ben kimim ki gönlümün istediğini yapayım? Oluyor mu öyle?
Her gün ama her gün bu beklentilerin içinde yaşıyoruz. İşe gidiyoruz, işten geliyoruz. Kurumsal dünyada "aşırılıklardan" kaçıyoruz, mümkünse duygularımızı belli etmiyoruz. "Mail" atıyoruz, "birini loopa alıyoruz", toplantılara giriyoruz ve bir gün bu düzenden çekip gitme hayalleri kuruyoruz. Bugün değil. Bugün değil; çünkü beklentileri boşa çıkaramayız. Aslında hiçbir şey ifade etmeyen camdan kurumsal ödülleri rafa dizmeli ve LinkedIn’de o "terfi ettim" duyurusunu yapmalıyız. Mesela...
Toplumsal tanımları, kuralları kim, ne zaman, ne için kurguladı? Hareketlerimiz, kararlarımız özgür irademizin birer sonucu mu yoksa fark etmediğimiz, bizden beklenenleri yaptığımız bir manipülasyonun mu içindeyiz? Zihnimizde yarattığımız soyut bir kutunun içindeyiz. Sayna Soleimanpour’un Life in Plastic sergisinde, x-ist’in girişinde ziyaretçilerin de içine girebileceği, bizleri (sanki her daim ısrarla) bekleyen dev bir "biçilen roller" kutusu karşılıyor bizleri. Anne, baba, birilerinin başarılı çocuğu, arkadaşı, eşi, sevgilisi, sanatçı, işçi, beyaz yaka, ünlü, sporcu... Toplumun bize biçtiği rolleri, rollerimize biçtiği davranış kodlarını kurulu birer oyuncak bebek gibi oynadığımız birer kutudayız. (Aslında tam da konuya uygun olarak, sergi ilk açıldığı gün beklentilere uygun olmadığı için sosyal medyada taşlandı, oraya ayrıca geleceğiz...)
PERFORMANS VE FOTOĞRAF
Sayna Soleimanpour, bir oyuncak bebek gibi hapsolduğumuz, bir yandan da bize konforlu ve güvenli gelen etiketler, tanımlar, görevler kutusunun içinden çıkmaya çalışıyor. 2021 yılında kendini aynen böyle bir kutuda çektiği "You can be anything – If we let" fotoğrafından başlayarak kendini özgürleşmek için çıktığı yolda, yaşadığım hayat plastik mi, diye soruyor: "Gerçekten mutlu muyum? Bu cümleleri neden seçtim? Tercihlerimin ne kadarı bana ait? Ben olmak ne demek? Anılarım gerçek mi? Rüyada mıyım?" Yaşadıklarını, hayatta zorlandığı engelleri, bizlere empoze edilenleri düşünerek kendi içinde, sorularında ve hayat dediğimiz rüyada kayboluyor.
Sayna Soleimanpour’un işleriyle sanat kariyerinin başında olan bağımsız yetenekleri keşfeden ve her yıl sanatseverlerin önüne çıkaran Mamut Art Project’in 2021 seçkisinde karşılaşmıştım. Pandemi döneminde, sokağa çıkma yasağında İstanbul’un en bilinen yerlerinde kadın bedenine yüklenen ruh sıkıcı tanımlardan arınmak için çekimler yapmıştı Sayna. Sanat tarihindeki resimlere de gönderme yaparak (favorim Eduard Manet’nin "Kırda Öğle Yemeği"ne İstiklal Caddesi’nde yaptığı göndermeydi) çektiği bu fotoğraflar, aynı zamanda birer performanstı. İlk kez karşımıza çıkan bu genç sanatçı ile ilgili asıl beğendiğim nokta, performans, fotoğraf ve manipülasyonu birleştirmesiydi. Sayna’nın sahneleri kurgulamasını, hazırlıklarını, deneme çekimlerini sosyal medyada paylaştığı videolarda izleyebiliyorsunuz (ki bu videolar sergide de olsa daha da bir anlam katar diye düşünmüştüm). Sanatçı, bir eserin ortaya çıkış süreci içinde önce serisine uygun eskizler çiziyor, sonra bu eskizlere uygun mekanlar arıyor, o mekanlarda ışığın geliş yönüne göre deneme çekimleri yapıyor; alanı kurup eskize uygun çekimler yaptıktan sonra da fotoğrafları hikayeye uygun olarak manipüle ediyor.
Sayna ile sergi metni üzerine çalışırken pratiğini konuştuğumuzda ona neden sadece kendi bedenini kullandığını sormuştum. Ressam olan babasına küçükken modellik yapan Sayna, 8 yaşından itibaren bu pratikle kendi fotoğraflarını çekmeye başlamış. "Türkçe konuşulan Tebriz’den Tahran’a taşınmıştık; artık aynı dili konuşmadığım bir yerdeydim, yalnızdım ve kendi fotoğraflarımı çekerek oyun oynuyordum", diye anlatıyor. "Ruhum çıplak benim, günlük hayatta nasılsam fotoğraflarımda da öyleyim; erkek olsam da yine aynı pratik olacaktı," diyor. Örnek aldığı sanatçılar da aynı cesur tavırla kendilerini ve eserlerini ortaya koyuyorlar. Sakıp Sabancı Müzesi’nde görme şansına eriştiğimiz Marina Abramovi, Rythm 0 performansında kendi bedenini ortaya koyuyor. Abramovi’nin performasında seyirci sanatçının bedeniyle fiziksel temasa girip ona zarar verebiliyordu, seyircinin ne kadar ileri gidebileceğini gözlemleyebileceğiniz bir performanstı. Sayna’nın kurguladığı sanatsal kompozisyona uygun, kendi bedenini görsel bir materyal olarak sunan performansında da sanırım seyircinin sözel şiddete yönelik aşırı eğilimini deneyimlemiş oluyoruz! Yine Sayna’nın etkilendiği aktivist kadın sanatçılardan Barbara Kruger’ın ünlü eserinde söylendiği gibi: "Your body is a battleground."(Vücudun bir savaş alanı.)
"Yandım, piştim. Ölmeden önce öldüm. Varoluşuma dair her şeyi kucaklamam gerektiğini öğrendim. Ve sonra... Yeniden doğdum."
Gösterimdeki sergiye dönecek olursak, Life in Plastic, Sayna Soleimanpour’un geçirdiği ruhsal dönüşümden sonra ortaya çıkmış, kendi varlığını sorguladığı bir seri. Sergi baştan sona Sayna’nın kişisel sorgulama ve değişim hikayesini anlatan, parçaların bütüne vardığı, tek bir hikaye. Serginin girişine yerleştirdiği, bizleri kalıplara sokan kutuyu yırtma hikayesi bu. Bu kutuya beni kim koydu? Doğarken bana seçme hakkı verildi mi? Ben neden varım? Ölsem daha kolay değil mi? Öyleyse öleyim... Kalbini sökerek konfor alanından çıkıyor Sayna serginin başında ve kalp bir kafeste yanıyor. Görüntüler, Sayna’nın geçirdiği dönem gibi sert. Andy Warhol’un Amerikan medyasına yansıyan ölümlü kazaları ve trajedileri hayatın görmezden gelinen bir parçası olarak ele aldığı Ölüm ve Felaket (Death and Disaster) serisindeki gibi sert ve olduğu gibi yansıtmayı seçmiş bu dönemini Sayna. Yaralar alınıyor, kalpler sökülüyor... "Kötü kadın" olarak yaftalanan Lilith ile Havva birbirlerinin yaralarını sarıyorlar bir karede. Avcıların hedefi oluyor Sayna; ruhu parçalanırken sanki bedeni de parçalanıyor.
Jacques-Louis David’in Marat’ı gibi ölüyor bir ormanda eli sarkarak. Marat’ın küvetten sarkan elindeki mektubu yerine, Sayna’nın elinde yenide doğumu simgeleyen bir lotus çiçeği duruyor; bedeninin üzerindeki mantarlar onu geri dönüştürüyor. Sayna doğaya teslim oluyor, bir koza içinde yeniden doğuyor. Yeni bir Sayna karakteri yaratıyor "Yazılımcının Odası"nda. Bu anlatılanlar gerçek mi? Bu hayat gerçek mi? Biz bir simülasyonda mıyız? Devamını sanatçının tasarlamaya başladığı Life in Plastic 2 sergisinde görebileceğiz belki de.
Life in Plastic, Sayna Soleimanpour’un ilk kişisel sergisi. Kimse henüz Sayna’yı "usta" ilan etmiş değil, kişisel yolculuğu gibi sanat yolculuğu da uzun olacak, yanacak, pişecek, biz de izleyeceğiz. Kendine has bir anlatımı, çizgisi var, ne güzel. Sergi açılışından sonra çıkan haberlere karşı uzun uzun paragraflar yazasım gelmedi mi? Geldi bir an. Sonra o an geçti. Buyurun, burada serginin hikayesini anlatıyorum, isteyen okur. İşleri beğenirsiniz, beğenmezsiniz, o ayrı bir konu, her zaman tartışmaya açık. Diğer yandan sanatçının da yaptığı açıklamadaki gibi, bu "kadına şiddete dikkat çekmek isteyen bir çalışma" değil. Ne münasebet, demek istiyorum? İstanbul’un önde gelen sanat galerilerinden birinde üzerinde üç yıl çalışılarak çıkarılmış, düşünsel bir altyapısı, sanat tarihinden referansları olan bir sergi bu; bir PR kampanyası değil. Bu indirgeme nedir? Sanatçının çoğu yerde adını bile geçirmeden (çünkü bir reklam olduğuna herkes emin, bu nedir diye açıp bakılmamış bile), sergiyi gezmeden, metni okumadan, sergiden iki fotoğrafı alıp “Vay berbat bir PR kampanyası, iğrenç, mide bulandırıcı,” diye kusmak sizin ayıbınız. Sanat “münasip olanın” yaratıldığı bir alan değil; yaşadığımız onca gerçek şiddetten rahatsız olmayanların, anlamadan dinlemenden sanat eserinden rahatsız olup sanatçıya ve eserlere sözel olarak hep beraber saldırması ancak endişe verici bir durum. Sadece beklentilerinize yönelik diyaloglar, görüntüler istiyorsanız açıp Survivor izleyebilirsiniz. Size iyi geceler dileriz, yine de her zaman sergilere de bekleriz.
Sayna Soleimanpour’un “Life in Plastic” başlıklı ilk kişisel sergisi 18 Mayıs’a kadar x-ist’in Karaköy’de yer alan mekanında görülebilir.