Robotlardan neden korkarız?

İnsanlık yüzyıllardır kendi yarattığı otomatik makinelerden korkuyor. Ancak, onlar olmadan acaba bugün ne halde olurduk?

Google Haberlere Abone ol

Daniel H. Wilson*

12. Yüzyıl'da Albertus Magnus tarafından bakırdan imal edilen büyük bir otomatik kafa ağzını açıp buhar püskürttüğünde, Magnus’un dindar ve genç çırağı Thomas Aquinas korkudan neredeyse aklını yitirmişti. Anlatılana göre, Aquinas o kadar korkmuştu ki eline aldığı çekiçle bu ilkel makineyi paramparça etmişti. Sonrasındaysa, Aquinas bu duruma çok öfkelenen ustası Magnus’dan defalarca af dilemek zorunda kaldı.

Ne yapsın, korkmuştu... Aslında bu gayet tanıdık bir duygu. Robot teknolojisi akıl almaz bir hızda ilerlerken, toplumlarımız da benzer korkular hissediyor. Halbuki dünyamızın robotlarla olan hiç de kısa olmayan geçmişine bakıldığında, (ki insanların kendilerine benzeyen makineler icat etme merakı ve sonrasında yaşadığı korku, bu hikayenin bir parçasıdır) uygarlığımızın gelişmesinde ne denli önemli bir rol oynadıklarını görüyoruz.

İnsanlığın en büyük korkularıyla onları gerçeğe dönüştürerek yüzleştiğini söyleyebiliriz. Geçtiğimiz yirmi yılda yapay zeka ve robotlar geçmişte tamamen insanlara özgü kabul ettiğimiz pek çok beceriyi geliştirerek, ekonomimizi geliştirdi, popüler belleğimizde kendine yer edindi. Her ay robotik sahasıyla ilgilenen onlarca yeni girişim başlatılıyor. Bu girişimlerin pratik sonuçlarından bazıları drone’lar, sürücüsüz araçlar veya mobil cihazımızda yaşayan bir asistan olarak hayatımıza girdi bile. Bu makinalar kelimenin tam manasıyla bizi kendi oyunumuzda yeniyor, mesela satrançta! Ya da kadim, yapay zekânın oynaması neredeyse imkansız bir oyun olan Go’da. Ve biz zekâyı insanlığın dönüm noktası kabul ettiğimiz için, iş artık kişiselleşiyor da.

BİLİM İNSANLARI ENDİŞELİ

Elon Musk, Bill Gates, Stephen Hawking gibi bilim insanları ve endüstrinin titanları bu konuda pek çok açıklama yaptılar. Musk, çeşitli defalar yapay zekânın uygarlığın sonu olabileceğini belirtti. Future of Life Institute (Hayatın Geleceği Enstitüsü) ise makinelerin yükselişinin varoluşsal bir tehdit olabileceğini ve insanlığın korunması gerektiğini açıkladı. Avrupa Parlamentosu Hukuk Komitesi, yakın zamanda makineleşmenin denetim altına alınmasını onaylayan bir karar aldı ve Avrupa Birliği genelinde insanları koruma altına alacak bir takım etik standartlar şart koştu. Raporda şu ifade yer alıyordu: “Robotların insan hizmetinde olduklarının ve öyle kalacaklarının garanti altına alınması için acilen Avrupa genelinde bir hukuki çerçeve hazırlanmalıdır.’’

Tüm bu itirazlar robot tehlikesinin yaklaşmakta olduğunu ve bu konuda dikkatli olmamız gerektiğini yüksek sesle hatırlatıyor: Kitlesel işsizlik, insan türüne karşı uygulanacak zorbalık, parıldayan kırmızı gözler...

Tam burada durup bir nefes alalım.

Aslında bu korkuyu hep yaşadık. Robotlarla geçmişimiz yüzyıllar öncesine dayanıyor ve bu ilginç korku, onlarla kurduğumuz karmaşık ilişkinin her zaman bir parçası oldu.

“Otonom” kelimesi Antik Yunanca’da “özerk, kendi başına hareket edebilen” anlamına geliyor. Bu terim 1900’lerden beri dünyanın çeşitli yerlerinde icat edilen ilkel formda kimi robotları tasvir etmek için kullanılıyor (Automat / Otomat). Görünen o ki, aslında insanlar varolduğundan beri kendi becerilerimizin makine formunda çalışıp çalışamayacağını test eden mucitler her zaman varolmuş.

Artık hikâyeleri unutulan bu bilim insanlarının ve robotik buluşlarının izlerine papirüslerde, kil tabletlerde ve hatta antik Çin’den kalma kemik plakalarda rastlanıyor. Bu buluşlar, bildiğimiz anlamda sistematik bilimsel düşünce gelişmeden önce, dünya henüz mistik ve büyülü bir yerken; tanrılar, süper güçler ve canavarlar onu yönetirken yaratılmış.

ANTİK ÇAĞ’IN ROBOTLARI

Tabii ki antik mitler, kanıtlanamadıkları müddetçe bağlayıcı değiller. MÖ 3. yüz yılda Lieh Tzu tarafından yazılan bir metin, mucit Yen Shih’i anlatıyor. Hikayeye göre Shih, yürüyebilen, şarkı söyleyen otonom bir alet yaratmış ve onu MÖ 1000 yılında Kral Mu’ya sunmuş. Makina salona toplanmış kadınlardan birine göz kırptığında Kral o kadar sinirlenmiş ki Yen Shih idam edilmemek için derhal robotu parçalarına ayırmış. 968 yılında Piskopos Liudprand, Konstantinopolis’e yaptığı bir seyahatte kükreyen aslanlar ve şakıyan kuşlar gibi ses çıkaran bronzdan yapılma bir ağaç gördüğünü anlatıyor. Efsaneye göre 1200 yılında Alberto Magnus’un konuşan kafa biçimindeki makinası, öğrencisi (ve sonradan Aziz ilan edilen) Thomas Aquinas tarafından yok ediliyor. (İskenderiyeli) Heron’un “Pneumatica” adlı eserinin tekrar keşfedilmesinden sonra, 16. yüz yılda mühendislerin uçtuğu, yüzdüğü ve yürüdüğü bildirilen hareketli ve suyla çalışan otomatların bulunduğu yapay mağaralar ve yeraltı dehlizleri inşa ettikleri söyleniyordu.

Bu hikâyeler ve efsaneler, 16. yüz yıl itibariyle kanlı-canlı bir hâl alıyor. Güney Avrupa’da 1560’larda imâl edilmiş, hareket eden, dua eden, rahip görüntüsüne sahip kurmalı bir kukla bulunuyor. Japonya’da ise 1603-1868 yılları arasında çay servis ettiği bilinen adlı ‘karakuri’ robotların kalıntılarına ulaşıldı.

Bu otomatlara karşı tepki de genelde aynı esnada gelişiyor: Merak, ilgi ve ardından derin bir şüphe... O zamanlar, bu tip makinalar sihir ürünü kabul ediliyordu. Karmaşık makinalar, özellikle canlıların hareketlerini taklit edenler, şeytanların ya da meleklerin işi, her halükarda sihirli işler olarak kabul ediliyordu. Tanrı’nın eserini (canlıları) taklit etmekle suçlanan bu makinalar, şeytani cisimler olarak görülüyordu.

Neyse ki yüzyıllarca makineler inşa ettikten ve insanlar ile hayvanların mekaniğini inceledikten sonra, insanlık bilimden ‘şeytani’ olgusunu büyük ölçüde çıkardı ve bilimsel devrimler başladı. Hem eski hem yeni çalışmaları inceleyen rasyonel düşünürler, otonom cihazlara getirilen ‘’büyülü’’ açıklamaları bir kenara bırakarak bilimsel metotlarla çalışmaya başladı.

René Descartes, Gottfried Leibniz ve Robert gibi pozitivist felsefeciler kompleks ama tutarlı bir şekilde çalışan bir evren öngörmeye başladılar. Makinalarla dolu bir dünyayı, yani günümüzün dünyasını öngördüler.

1700’lerin başında Fransız bilim insanı Jacques de Vaucanson gibi mühendisler, bugün kalıntıları hâlâ mevcut olan otomatlar yaratmaya başladı. En büyük üç işi olan iki müzisyen figürü ve bir ördek şeklindeki otomat onlarca yıl Paris’te sergilendi. Vaucanson’un otomatları yüz yılın kalanı boyunca sürecek bir çılgınlık başlattı ve aynı zamanda dönemin büyük zihinlerine de ilham verdi.

TÜM DÜNYAYI DEĞİŞTİRDİLER

Bir zamanlar korku ve şaşkınlığın sembolü olan otomat, mekanik evrenin yaşayan bir örneği haline geldi. Dünya görüşündeki bu köklü değişiklik korkuyu alt etti, bilimsel düşünce ile buluştu ve yaşadığımız dünyayı şekillendiren gelişmelerin önünün açılmasını sağladı. Bu yeni düşünce sistemi daha sonradan Sanayi Devrimi olarak karşımıza çıktı ve ulaşım, üretim, tarım gibi alanlarda olağanüstü değişiklikler yaratarak, milyarlarca insanın hayatını değiştirdi. Bugün yine büyük bir değişim döneminin eşiğindeyiz.

Çağımızda fabrikalardaki robot kollardan, kendimizi fotoğraflarda etiketlememizi mümkün kılan yüz tanıma uygulamalarına varıncaya dek, modern zamanın otomatları nedeniyle dünyanın dört bir yanında politikacılar insan ile makine arasındaki etkileşimler hakkında tartışıyorlar. Bilim insanları ve filozoflar, robotlar insanların fiziksel, sanatsal, bilimsel her davranışını taklit edebildiğinde neler olacağını tartışıyorlar.

Eğer bu insan ve makine arasında bir savaşsa, şu açık ki kaybediyoruz. Ama tarih gösteriyor ki her kayıp zannedilen durum, bizi özgün yapan gerçekliğimize daha çok yaklaştırıyor. Robotlar hakkındaki her gelişme, bizi kendimizi anlamaya daha da yakınlaştırıyor. Makinaların mekanik fonksiyonlarını incelemek Orta Çağ’da bilim insanlarının insan vücudunu anlamasını kolaylaştırdı. Ve bugün aslında komplike bilimde yaşanan gelişmeler olan ses analizi, yüz tanıma, dil deşifrasyonu gibi çalışmalar, bizi insan zihninin nasıl çalıştığını anlamaya her geçen gün daha fazla yaklaştırıyor.

Docendo discimus; öğreterek öğreniriz. Ve insanlığın yüz yıllardır makinalara kendi becerilerini öğretme çabası, ilk başta bizi korkutsa da aynı zamanda asırlardır süren benliğimize ilişkin keşifleri beraberinde getirdi. Neden şimdi duralım ki?

*Daniel H. Wilson, “Robopocalypse” (Robot Kıyameti) adlı çok satan kitabın yazarıdır. Carnegie Mellon Üniversitesi’nde robotik alanında doktora derecesi sahibidir. Yeni romanı “The Clockwork Dynasty” (Otomatik Hanedan), 1 Ağustos’ta yayınlanmıştır.

Makalenin aslı Politico sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: İdil Karşıt)