Timbuktu efsanesinin peşinde

Fransız kaşif René Caillié 1828’de Timbuktu’ya ulaşan ilk Avrupalı oldu. O sırada tek hedefi gemideki diğer yolcularla paylaştığı "hapishane"den kaçmaktı.   

Google Haberlere Abone ol

Peter  Coutros *

Kaşif René Caillié 19 Nisan 1828 günü öğleden sonra saat 1 civarında, haftalar önce bindiği köle gemisinin karanlık kamarasından gün ışığına çıktı. Caillié, pirinç, darı, pamuk, bal, sebze yağı ve diğer yolcularla paylaştığı bu “hapisten” kaçmak istiyordu ve denize indirilen ilk kayıkla kıyıya doğru yol aldı.

Ertesi gün öğleden sonra, liman şehrindeki tozlu caddelerden yola koyularak kuzeye doğru yol aldı ve Batı Afrika’da bulunan efsanevi Timbuktu şehrini gözleriyle gören ve hikâyesini anlatabilecek kadar yaşayan ilk Avrupalı ​​oldu.

Henüz 30 yaşına bile gelmemiş olan Caillié, birçok Avrupalı ​​kâşifin vazgeçtiği ya da öldüğü noktadan başlayarak, erken modern keşif gezilerinin en zorlu kulvarlarından birini tamamlamayı başarmıştı. O güne dek imkânsız gibi görünen başarısına, araştırmaya ilişkin alışılmadık yaklaşımı yön vermişti. Victoria Dönemi’nde askeri korumalar ve uzun lojistik zincirleriyle gerçekleştirilen büyük seferlerin tersine, Caillié ilk önce tek bir arkadaşıyla ve daha sonra kendi başına seyahat ederek daha mütevazı bir yol seçti. Daha 16 yaşındayken evden ayrılarak zaman içinde vasıflı bir gezgin haline gelmişti. Batı Afrika’yı keşfetmek, Kuran okumak, Arapça konuşmak ve yerel âdetleri öğrenmek için yıllarını harcadı. Sonunda Timbuktu’ya ulaşıp kendisini Abdallahi adlı yoksul bir Mısırlı gibi tanıtarak göze batmaksızın seyahatler gerçekleştirdi; kim olduğunu soranlaraysa, Fransızlar tarafından kaçırıldığını ve tek isteğinin eve dönmek olduğunu söylüyordu.

10 BİN FRANKLIK ÖDÜL

Birçok maceracı, sömürge ajanı ve misyoner, politik ya da bilimsel kazanımlar veya kapılarından geçen altın kervanları nedeniyle efsaneleşen bu kentin çekim alanına kapılmıştı. Günümüz Mali’sinde bulunan Timbuktu’ya duyulan hayranlık sebebiyle hem Fransız “Société de Géographie” (Coğrafya Derneği) hem de İngiliz Kraliyeti Afrika Topluluğu, Sahra’nın kalbine çeşitli keşif gezileri düzenledi ve 1824 yılında Timbuktu’dan kişisel gözlemlerle dönecek herhangi bir kişiye verilmek üzere 10 bin Franklık ödüllü bir keşif yarışması ilan etti. Neticede, ödülü Caillié kazanacaktı.

Ancak Caillié, Timbuktu’nun küçük bir taşra kasabası olduğunu aktarıyordu, “Topraktan yapılmış, kötü görünümlü evlerin bulunduğu bir yer”; bu, Avrupa’nın Sahra-altı Afrika’ya ilişkin gözlemlerinde tepeden bakan ve küçümseyen bir anlayışa doğru kaymasına katkıda bulunan bir gözlemdi. 19'uncu yüz yılın ikinci yarısı boyunca, Sahra-altı Afrika halkı ilgi çekici sosyal, politik veya teknolojik ilerlemeler gerçekleştirmediği için, öğrenmeye değecek bir tarihten yoksun bir bölge olarak görülmeye başlanmıştı. Ne var ki şimdi bizler, Caillié’nin köle gemisinden ayrılarak ulaştığı ve sokaklarında dolaştığı kentin, 2500 yılı aşkın süredir insan yerleşimi barındırdığını ve 14. yüz yılın ortalarından 17'inci yüz yılın başlarına kadar hem öğrenim hem de ticaret merkezi olduğunu biliyoruz.

Caillie’nin Timbuktu’ya ilişkin çizimleri ve raporları, Avrupalıların "altın şehir" hakkında kurduğu fantezileri desteklememişti.

Bölgenin sözlü tarihi, Timbuktu’nun Tuareg göçebeleri tarafından ilk kez 12'inci yüz yılda kurulduğunu anlatsa da 1980’li yıllarda yapılan ilk arkeolojik araştırmalar çok daha erken bir döneme ait olduğunu gösterdi. Yale Üniversitesi’nden bir arkeolog ve Mali Kültür Bakanlığı’ndan oluşan bir ekip, 2008 yılında efsanevi şehrin karanlıkta kalan geçmişini araştırmak üzere bölgeye gitti.

İLK KONUTLAR M.Ö 5'İNCİ YÜZYILDAN KALMA

Tanınmış İskoç kâşif Mungo Park’ın soyundan gelen araştırmacı ve arkeolog Douglas Post Park’ın liderliğindeki ekip, araştırmaların neticesinde bölgede en az M.Ö. 5'inci yüzyıldan kalma yüzlerce konuta rastladı. Projenin eş direktörlüğünü yaptığım dönemde, üç sezon boyunca saha çalışması, araştırma, kazı ve binlerce seramik parçanın incelenmesi süreçlerinde Park’ın ekibinde çalıştım. Ulaştığımız bulgular, Timbuktu’nun geçmişinin 1500 yıldan fazla olduğunu ortaya çıkardı ve insanların Nijer Nehri’nin taşkın mevsiminin yol açtığı sel basma alanları etrafında inşa ettikleri ilgi çekici ve eşsiz bir kentsel görüntüyü ortaya çıkardı. Bu taşkınlar, pirinç ve darı yetiştirme gibi günlük yaşamın pek çok yönüyle bağlantılıydı; koyun, keçi ve sığır sürüleri mevcuttu ve elbette avlanma ve balıkçılık yapılıyordu. Sellerin taşıdığı sular etrafı kapladığında, muhtemelen insanlar geniş aile birimlerinde bir araya gelerek daha yüksek yerlere göçüyorlardı. Suların çekilmesinin ardından insanlar yeniden bölgeye yayılıyor, tazelenen topraklara ürünlerini dikiyorlardı. Bölgede yaşayan toplumlar bu rutini muhtemelen M.Ö. 200 yılları civarında geliştirmişlerdi ve bu toplumsal yapı çerçevesinde M.S. 900’lü yıllara kadar gelişimlerini sürdürdüler.

Park ve ekibince gerçekleştirilen araştırmalar, antik şehirler açısından tipik olduğu düşünülen modellerin, eskiden inanıldığı kadar tipik olmayabileceğini gösteren sayısız örnekten sadece bir tanesiydi. Anıtsal mimari tarzı, büyük bir servet ve (bugünkü Irak’ta bulunan) Uruk ve Mısır’daki Memphis gibi antik kentlerin merkezindeki krallara ait hanedan yapıları modeli, şehirciliğin erken dönem yapılanmasına ilişkin tipik örnekler olarak görülüyordu. Ancak Timbuktu’da kentsel alan benzersiz bir kullanıma sahipti. Bu toplumun geliştiği 1100 yıllık dönemden beridir, açıkçası hiyerarşik (sınıfsal ve otoriter) yapılara dair bir kanıt bulunmadı. Güç, Mezopotamya’da, Mısır’da ya da antik dünyadaki diğer şehir merkezlerinde yaşayan despot iktidar yöneticilerinin yarattığından oldukça farklı şekilde kullanılıyordu.

Demek oluyor ki; tarihsiz bir bölge olmanın çok uzağında olan Sahra-altı Afrika’nın derin ve karmaşık bir geçmişi bulunuyordu. Uygarlıkları, Mısır, Kuzey Afrika ya da Avrupa etkisinden bağımsız biçimde gelişmişti.

Ayrıca, bu bölgenin bir geçmişi olmadığına ilişkin Avrupalı bakışı yalnızca cehalet ya da berbat bir romantizm değil, siyasi açıdan kullanışlı bir düşünceydi; çünkü Afrika halklarına “medeniyet” getirmeye aracı olmak amacıyla düzenlenen bir sömürgeleştirme kampanyasına dayanak sağlıyordu. Timbuktu resmi olarak 1894 yılında Fransız İmparatorluğu’na dâhil edildi.

ARAMAYAN BULAMAZ

Anlaşıldığı kadarıyla fasit bir mantık kullanılıyordu: Sahra-altı Afrika’da keşfedilecek bir tarih yoksa, onu aramanın da bir gereği yoktu; şayet aramazsanız, herhangi bir tarih de bulamazdınız. Neticede, İngiliz arkeolog ve Mısır uzmanı Sir William Flinders Petrie ilk defa 1880 yılında Mısır’da kazılara başlamış olsa da Sahra-altı Afrika Batı arkeologlarının dikkatini çekmeye başlayana dek yaklaşık yüz yıl geçecekti. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, kolonicilik sonrası (post-kolonyal) dönemin başlamasıyla beraber, arkeoloji, Afrika ulusçuluğu için bir dayanak noktası haline gelmeye başladı. Dahası, Mali’nin demokratik yöntemle seçilen ilk devlet başkanı olan Alpha Oumar Konaré, eğitimli bir arkeologdu.

Caillié Timbuktu sokaklarında gezinirken, o dönemin popüler Avrupalı fantezilerindeki gibi çatıları altınla kaplı zengin bir şehir görmemişti. Ancak ilgi çekici bir tarihi olan bir şehirde dolaştı. Timbuktu’nun mütevazı tasviri 19'uncu yüz yılda Paris ve Londra’da yaşayan insanların bazılarını hayâl kırıklığına uğratmış olabilir; ancak Batı Afrika’da gerçekleştirilen modern arkeolojik çalışmalar bizlere, büyük kent merkezlerinin, benzeri bulunmayan sosyal ve politik kurumların, uzak kentlerle kurulan ticaret ağlarının ve güçlü imparatorlukların bir tasvirini sunuyor.

Timbuktu gibi şehirler eşsiz bir Batı Afrika üslûbuna sahipti ve 19. ve 20. yüz yıllarda birçok Avrupalının inandığının aksine, “daha ileri” toplumların dış etkileri olmaksızın gelişmişti.

Timbuktu’nun sahip olduğu zenginlik artık altın kervanlarıyla tasvir edilmemekle birlikte, topraklarının altında gömülü olan zenginliğin farkındayız. Görmek için yalnızca bakmamız gerekiyor.

Yazının aslı Sapiens sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)