Neyiz? Kimiz?
Bizi diğer her şeyden ayıran herhangi bir fiziki, kimyevi ve/ya biyolojik ayrıcalığımız yok. Bizler, 3.8 milyar Dünya yılını kapsadığını tahmin ettiğimiz bilinen canlılık öyküsünün kısacık bir satırıyız.
Tolga Yıldız*
İnsanın kendisine “Ben neyim?” diye sorması mı daha zor bir sorudur, yoksa “İnsan nedir?” diye sorması mı? Bu iki soru, dikkat ederseniz, ciddi derecede farklıdır. Çünkü soruyu soranın merak ettiği şeye karşı duruşu farklılaşmaktadır. Bir özne olarak insanın, bir özne olarak kendini sorması bir acayiptir. Bir özne olarak insanın, bir nesne olarak kendini sorması ise daha acayip değil midir? Bir de soruyu “ne” değil de “kim” diye sorarsak? İnsan kimdir, ben kimim?..
Evrenin herhangi bir yerinde bu soruları kendine soran başkaları da var mıdır? Varsa, acaba bize benziyorlar mıdır? Bu yüzden evrene mesajlar gönderip durmuyor muyuz? Akıllı bir yaşam formuyla karşılaşma olasılığımızın olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu evrende bu soruları soran tek türün, şu küçücük gezegendeki canlıların bile sadece yüzde 0.01’ini oluşturan biz insanlar olması, Sagan’ın deyişiyle, gerçekten büyük bir yer israfı olmaz mıydı?
CANLILIK
Canlılık nedir? Canlı, temelde kimyevi bir oluşumdur. Karmaşık bir moleküler sistemdir. En az bir hücreden oluşur. En bariz özelliği kendini tekrar üretmesi, yani çoğalmasıdır. Bir yere bir taş koyup bir asır sonra gelip bakarsanız o taşın pek değişmeden orada öylece durmaya devam ettiğini görebilirsiniz. Çevresi pek değişmeden kalmışsa, o da pek değişmeden öyle kalacaktır. Fakat yaşayabileceği bir ortama canlı bir varlık koyup bir asır sonra ona bakmaya gelirseniz; görecekleriniz, taş örneğine göre oldukça şaşırtıcı olacaktır. Orada canlı bir şey göremeyebileceğiniz gibi, tamamen farklı bir canlı/lar kümesi de görebilirsiniz. Tek emin olduğumuz husus, o canlının orada öylece kalmayacağıdır. Çevre pek değişmemişse bireylerin formu da pek değişmeyecek olabilir, ancak hiç olmazsa çevrenin el verdiği ölçüde fazlalaşmış olacaklardır.
Canlılığın nasıl doğduğunu bilmiyoruz. Ama nasıl form aldığını ve nasıl değiştiğini biliyoruz. Geliştiğini değil değiştiğini. Belki nasıl karmaşıklaştığını da diyebiliriz ancak gelişip gelişmediğini belirleyebileceğimiz bir nihai ufuk yok ortada. Mesela, evren gelişmekte midir? Modern evren modelimize göre, bugün 46 milyar X 9.5 trilyon kilometrelik gözlenebilir küresel yarıçapa ulaşmış olan evrenin 13.5 milyar Dünya yılı önce bir toplu iğne ucu kadar olduğunu hesaplamak, evrenin başlangıcını teorik olarak daha basit bir hâle mi getirmiştir? Hiç sanmıyorum. Büyük patlama teorisi, evrenin geliştiğini değil, en fazla, genişlediğini söyler. Değişim muhakkak ancak bir gelişmeden söz etmek bilim namına imkânsız.
Evrenin de nasıl doğduğunu bilmiyoruz. Ama nasıl değiştiğini artık kavrayabilmeye başladık az biraz. Bu bize mesela zamanın aslında mekânın bir boyutu olduğunu ve mutlak olmadığını öğretti. Kütlenin aslında enerjinin bir formu olduğunu da öğretti. Peki, canlılığın nasıl değiştiğini, çeşitlendiğini kavrayabildik mi? Bu konuda da ciddi bir paradigma oluşturabildik. Bu paradigma, bilinen tüm canlıların birbirleriyle akraba olduğunu öğretti bizlere. Bu paradigmanın adı, evrim.
EVRİM
Evrim, Darwin’den önce de üzerinde çalışılan bir paradigmaydı. Muhtemelen iki bin yıldan daha eski bir fikirdir. Canlıların değiştikleri çıplak gözle izlenebiliyordu. Ancak açıklanamıyordu. Canlılar nasıl değişmektedir? Değişimin kaynağı nedir? Darwin, bugünkü moleküler biyoloji bilgimizden bihaber olmasına rağmen yıllar boyunca uzun uzun coğrafi gözlemler yaptı ve nihayetinde bir mekanizma önerdi: Doğal seçilim. Bu mekanizma, her bir canlı bireyin hayatta kalma ve üreyebilme olasılıklarını çevresel şartların belirlediğini söyler. İkinci önemli çıkarım ise; her bir canlı birey, diğer tüm canlı bireylerden az ya da çok farklıdır, biriciktir. Tabii ki en çok türdeşine benzer ama iki türdeş da birbirinin tıpkısının aynısı değildir.
Olmaması da iyidir. Çünkü tür içi benzerlik artarsa, herhangi bir çevresel değişime popülasyon olarak uyum sağlama olasılığı azalacağı için o türün (bireylerin değil) formunu koruma olasılığı da azalır.
Canlıların diğer bir özelliği ise kendi entropilerini geciktirmeleridir. Yani ölümlerini ertelemeleri. Kendilerini tamir etmek için çevrelerindeki enerjiyi kullanırlar ve bu kullanım sırasında oluşan enerjiyi de çevrelerine geri atarlar. Böylece hemen dağılmaz, bir müddet (ömür) dayanırlar. İşte o sırada ürerler. Tabii burada ölümün de istisnasız bir canlılık emaresi olduğunu pas geçmeyelim. Her canlı ölür. Ya da, popülasyon bazında düşünürsek, çoğalır. Ölümle çoğalma ilişkilidir. Çünkü çoğalma popülasyonun artmasıyla birlikte yenilenmesidir de. Ölmezsek yenilenemeyiz.
Evrim teorisine göre üreme, bireyler arası varyasyonları çeşitlendirerek o türün hayatta kalma olasılığının artmasını sağlar. Bu nedenle önceki jenerasyon ölmek, yani sahneyi yeni jenerasyona bırakmak zorundadır. Zaten, aksi durumda; eski jenerasyon, yeni jenerasyona göre eski bir çevresel uyarlamanın sonucu kalacağı için istemeseler de kendi dölleri karşısında zayıf düşecek ve tükenecektir. İşte bu jenerasyon ömrünü, çevresel şartlar ve türün o şartlara uygun jenerasyon yenileme hızı belirler. Örneğin, biz insanların doğal yaşam süresi ortalama 40 yıldır. Bu sizi şaşırtabilir ancak bugünkü 100 yaş beklentisinin sebebi doğal süreçler değil, tıp kültürüdür. Buna da yapay seçilim denir.
Türler, kimi zaman çevresel şartlara bağlı olarak azalabilirler de. Azalmaları, çevresel şartlara en uygun üyelerin ortaya çıkma olasılığını da azaltacaktır. Ancak bu durum, popülasyon ortalamasına daha az benzeyen ve fakat yeni çevresel şartlara daha uyumlu olan bireylerin de zamanla popülasyonu domine etme olasılığını arttıracaktır. Böylece değişen çevreye uyumlu kalacak bireyler, popülasyon içindeki sayılarını görece yükseltecek ve zamanla popülasyon havuzunu kendilerine daha fazla benzeyen dölleriyle dolduracaktır. Bunun üst üste onlarca, yüzlerce, binlerce jenerasyon sürmesiyle de popülasyon yeni türlere evrilebilecektir.
DAVRANIŞ
Canlılar, temel fizik-kimya yasalarına aykırı bir şekilde var olamazlar ancak temel fizik-kimya teorilerinin ilgi alanına girmeyen tuhaf bir şey yaparlar: Davranırlar. Tüm canlılar davranır. Yani, basitçe, belirli bir uyarana tepki verirler. Kimi çok yavaş, kimi ani. Neye nasıl bir tepki verileceğini belirleyen süreç, canlıyı bir şekilde hayatta tutup onun üremesini sağlıyor olduğu için o tepkinin tekrarlanma olasılığının kuşaklar boyunca artmasıdır. Bir davranış, bir bireyin ya enerjisini dengeleyecek ya üremesine yardımcı olacaktır, ya da genellikle her ikisini birden yapacaktır. Davranışlar, çok basit olabileceği gibi çok karmaşık da olabilirler. Peki, fiziğin temel hareket yasalarına indirgenemeyecek bu etki-tepki mekanizması nasıl oluşmuştur?
Bu soru, canlılığın nasıl doğduğunu sormakla aynı şeydir. Neden bazı moleküler yapılar, geri kalan kimyevi ve fiziki yapılara göre makro düzeyde farklı hareket ederler? Bunu bilmiyoruz. Şu anda bilim camiasını çılgına çeviren iki büyük meselemiz var; bir, enerjinin nasıl kütleye dönüştüğü, iki, belirli birtakım moleküler yapıların nasıl canlılık gösterdiği. Bunları tam olarak bilmiyoruz. Ancak Profesör Higgs sayesinde ilk sorunun cevabına ikincisine göre bugün daha yakın sayılırız. İkinci soru ise tamamen muamma. Çünkü çok az olgusal bilgimiz var. Ya da henüz doğru bir perspektifimiz yok.
Evrim teorisi ise canlılığın nasıl doğduğuyla ilgilenmez. Canlılık doğduktan sonra ne olduğuyla ilgilenir. Teori, canlıları birbiriyle ilişkilendirerek tarihsel bir akış içinde sınıflamayı başarmıştır. Canlılar âlemine bakışımıza bir bütünlük kazandırmıştır. Bu bakışa göre, insanı da içeren hayvanlar âlemi, form-davranış ilişkisiyle diğer canlı kümelerinden hemen ayırt edilebilirler. Hayvanlar, çok hücrelidirler. Ancak, mesela diğer çok hücrelilerden biri olan bitkilerden farklı olarak, hayvan bireylerin (türün değil) genel formları çevresel şartlara göre değişmez. Bitkiler belirli bir alanda dururken o alana uygun olarak bir form alırlar. Mesela dalları ve yaprakları ona göre uzar. Hayvan bireyler ise doğuştan kazandıkları formlarını değiştirmezler ama bitkilere göre gayet hızlı bir şekilde yer değiştirebilirler.
Hayvanların dinamik olarak yer değiştirebilmelerinin arkasında sinir sistemi yatar. Neredeyse tüm hayvanların sinir sistemi vardır. Bu sistem, özelleşmiş bir hücreler silsilesidir. Yani bir organdır. Bedenin dışından ve içinden gelen sinyalleri duyumsar, işler ve her hâlükârda bu sinyallere bir tepki verir. Bedenin çevresindeki belirli enerji formlarına duyarlıdır. Örneğin fotonlara (ışık), hava moleküllerinin titreşmesine (ses) vs. Onları okur ve bir tepki verir. Böylece bireyin onu ölümden uzaklaştıracak ve üremeye yakınlaştıracak ihtiyaçları karşılanabilir. Beden yaşamak için harcadığı enerjiyi geri yerine koyabilir. Mesela beslenebilir.
Sinir sistemi, nöron denen sinir hücrelerinden oluşur. Bu hücrelerin çalışma prensibi tüm hayvanlarda ortaktır. Birbirlerine aslında hiç değmemelerine rağmen birbirleriyle sıkı sıkıya bağlantılı-dırlar. Başka bir nörona bağlı olmayan bir nöron yoktur. Birbirlerinden gelen elektrokimyasal tepkileri okur ve ya yeni bir elektrokimyasal tepki oluşturarak aldıkları sinyali bağlı oldukları diğer nöronlara iletir ya da susarlar. Yaptıkları başka bir şey yoktur. Ama tüm hayvanlar âleminde gördüğümüz envaiçeşit davranışın arkasında bu sade mekanizma vardır.
İNSAN
Evrim teorisi, “insan nedir” sorusuna da belirli bir bakış açısı kazandırmıştır. İnsan, bir canlıdır. Bilinen 8.7 milyon türden sadece biridir. Hayvanlar âlemindendir. Omurgalıdır. Memelidir. Bu noktada genellikle şempanzeyle akrabalığa takılınır ancak ben hâlen muzla nasıl akraba olduğuma şaşırmaktayım. Bal gibi de akrabayız oysaki. Muzla genom ortaklığımız yüzde 60 civarında. Yani bir muzun DNA’sı ile benim DNA’m yüzde 60 aynı! Biyolojik olarak sivrisinekle yüzde 40, ekmek mayasıyla bile yüzde 24 aynıyız. Çünkü geçmişimiz ortak. Aynı kökten geliyoruz. Zaten o yüzden birbirimizle enerji değiş tokuşu yapabiliyor, birbirimizi tüketebiliyoruz. Bu da insanın biyolojik bir sistemin bir parçası olduğu anlamına geliyor. Bizi diğer her şeyden ayıran herhangi bir fiziki, kimyevi ve/ya biyolojik ayrıcalığımız yok. Bizler, 3.8 milyar Dünya yılını kapsadığını tahmin ettiğimiz bilinen canlılık öyküsünün kısacık bir satırıyız.
Fakat “insan nedir” ya da “ben neyim/kimim” sorusunu sorduğu belli olan tek tür de biziz. Biyolojik olarak bir ayrıcalığımız olmasa da, davranışlarımız, diğer türlerden, hatta yüzde 98.5 oranında DNA ortaklığımızın olduğu şempanzelerden bile şaşırtıcı ölçüde farklılaşıyor. Özellikle niteliksel olarak. Demek ki tüm davranışları, hele ki insan gibi katmanlı bir öğrenme yeteneği olan ve karmaşık sosyal davranışlar sergileyebilen bir tür için, salt biyolojiye indirgeyemeyiz. Anlaşılan o ki davranışlarımızı biyoloji yasalarını ihlal etmeden farklılaştırmanın bir yolunu bulmuşuz. Peki bunu nasıl başarmış olabiliriz?
Oluşumumuzun 7.5 milyon yıl sürdüğünü tahmin ediyoruz. Fakat biz homo sapiensler sadece 200 bin yıldır bu gezegendeyiz. Bu 7.5 milyon yıllık sürenin uzunluğunu, bu sıradaki bir jenerasyon ömrünün kısalığını ve tüm bu sürede biz henüz ortalarda yokken jenerasyonlar arasında olup bitenlerin bizim oluşumumuzu hazırladığını kavramamız önemli. Çünkü öyle gökten düşmedik. Adım adım olduk. Mesela 6 milyon yıl önceki öncüllerimiz (bunlar insan değillerdi), bugünkü şempanzelerin de öncülleri (onlar şempanze de değillerdi). Ona bakılırsa bizim 3.8 milyar yıl önceki öncüllerimiz, bugünkü pırasanın da öncülleri. Bitki olsun hayvan olsun fark etmez, bugünkü herhangi iki türün ortak öncülleri bugüne ne kadar yakınsa, o türlerin benzerliği, yani DNA ortaklığı da o kadar fazla olacaktır. Hani “en yakın akrabamız şempanzeler” deniyor ya, işte bu yüzden. İki farklı tür olarak en fazla onlarla genom ortaklığımız var çünkü. O da yüzde 98.5 kadar. Fakat ne biz onlardan geldik, ne de onlar bizden geldi.
2.5-3 milyon yıl boyunca bu mavi gezegenden birçok insan türü geçmiş. Bildiklerimizden bazıları homo habilus, h. erectus, h. heidelbergensis… Hepsinin izleri var. Biz homo sapienslerin en eski izi 200 bin yıl evvele kadar gidiyor. O sırada bu gezegende tek başımıza değildik henüz. Başka insan türlerinin de olduğunu biliyoruz. Mesela homo erectus’lar, 200 bin yıl önce bu gezegende son demlerini yaşıyorlardı. 2 milyon yıldır eski Dünya coğrafyasına yayılmış olarak hem de! Bizse Afrika’nın doğusundaki bir vadide kümelenmişiz. O alanda göçebeymişiz. Mevsimler boyunca belirli bir hattı dolaşarak toplayıcılık ve avcılık yapıyormuşuz. Herhangi bir dil konuşmuyormuşuz. Ama o zamanki bir homo sapiens ile mesela ben yüzde 99.6 aynıyız yine. Bu oran, bu yazıyı okuyan sizinle benim genomlarımızın da minimum ortaklık oranı. Yani o insanlar da en az sizin benim kadar homo sapienstiler. Sadece tamamen aynı şekilde davranmıyoruz. Hoş, bugün bile sizinle ben ne kadar aynı şekilde davranıyorsak, işte onlarla da o kadar.
Afrikalı atalarımızın en az bizim kadar insan olduklarını, bugün aramızda olsalardı sizin benim başka bir kültüre girdiğimiz zaman yaşadığımız şoklara benzer şoklar yaşayacaklarını ve en az bizlerin uyum sağlayabildiği kadar bugüne uyum sağlayabileceklerini anlamamız önemli. En az bizim kadar akıllıydılar. Onlardan kan alabilirdik, organlarımızı onlara naklettirebilirdik. Çocuk yapabilirdik. 200 bin yıl önce de bu gezegende vardık. Bundan kesinlikle eminiz.
DİL
Bu 200 bin yıllık sürenin ilk yarısında insanların hiç konuşmadıklarını düşünüyoruz. Çünkü buna ihtiyaçları yoktu. Birbirlerini çok iyi tanıyan küçük grup üyelerinin iletişime girebilmeleri için dört başı mamur bir dile ihtiyaçları yoktur. O zamanlar en ayırt edici özellikleri, grup içi bağlılıkları, yani sosyal davranışlarıydı. İşbirlikçi bir türüz. Birbirimize yardım ederiz, toplu şekilde yaşarız. Birbirimizin zihninden geçenleri kestirebiliriz. Toplu şekilde avlanırız, çalışırız. Birbirimizden öğreniriz. Tüm bunları yapmak için bir dil konuşmaya ihtiyacımız yoktur. Bunları doğal olarak yapabiliriz. İlk 100 bin sene boyunca da öyle yaptık. Bugün anne, baba ve kardeşlerimizle de istediğimiz zaman konuşmadan anlaşabiliriz. Her bebek de öyle yapıyor.
Peki bizi bugün diğer her şeyden ayırt eden en bariz özelliğimiz olan konuşmayı nasıl becerdik? Nereden çıktı bu dil? Dilin ortaya çıkma sebebi, iletişim ihtiyacımız değildi. Muhtemelen, birlikte yaşayan insanların sayısının artmasıydı. Güven üzerine kurulu olan bu grup hayatının nörolojik nüfus sınırı 150’dir. Bizler 150’ye kadar insan yüzünü hatırlayabiliriz. Her biriyle ortak geçmişimizi anımsayarak her birinin bir kaş göz işaretiyle bize ne demek istediklerini genellikle isabetli tahmin edebiliriz. Ama çevremizde tanımak zorunda olduğumuz 150’den fazla insan olduğunda herkesle aynı düzeyde yakınlık kuramayız. Bunu yapmaya kalkarsak aç kalırız. Bir yabancıyla av ortağı olamayız. Ahengimiz olmaz. Tehlikeye gireriz.
Bunların üstesinden gelebilmek için birbirimizde gördüğümüzde, duyduğumuzda bizi birbirimize tanıdık kılacak ortak ve kestirme bir şeylere ihtiyacımız olmuş. Bu noktada semboller yaratmışız. Sembolleri hem kolyelere, başlıklara, kıyafetlere, duvarlara işlemiş, hem de sesle, müzikle, dansla göstermişiz birbirimize. Böylece aynı büyük grup içindeki iki yabancı, birbirleriyle karşılaştıklarında bu ortak sembolik düzeni işaret ederek birbirlerine otomatikman angaje olup güvenebilmişler. Bu paylaşılan temsili sisteme mit diyoruz.
İşte insanlığın şafağı orada atmış. Temel ve doğal olan evrimsel davranış eğilimlerimiz üzerine sembolik bir dünya inşa etmişiz. Böylece nüfusun çoğalmasının birbirimizle kurduğumuz ilişkilerde yaratacağı dengesizliği ekarte edebilmişiz. Geniş ölçekli gruplardaki yabancılar arasında işbirliğini sürdürebilmek için sembolik bir ortak zemin oluşturmuşuz. Bunun sofistike hâline dil diyoruz. Diller, mitlerden doğmuştur. Mitlerin temsili yapılarının zamanla soyutlanması ve kurallaşmasıyla oluşmuşlardır. Bu soyutlama, gitgide genişleyerek karmaşıklaşan toplumsal organizasyondaki esnek etkileşimlere uygun olacak bir işlevselleşme ihtiyacının bir sonucudur. Bugün yoldan geçen birine adres sorduğum zaman yaptığımız şey, tam olarak budur aslında.
KİMİZ?
Yukarıda “insan nedir” sorusuna modern bilimin verdiği cevabı, en berrak şekliyle aktarmaya çalıştım. Bu soru, zaten modern bilimin sorusudur. Birkaç asırlık olduğunu tahmin ediyorum. Daha eski olan asıl soru ise “biz kimiz” sorusudur. Fakat bu soru da ancak dil kadar eskidir. Dil, bir kimlik meselesinden doğmuş, zamanla bir iletişim ve düşünme aracına da dönüşmüştür. Dolayısıyla bizler ilk defa dil aracılığıyla kendimize soru sorabilmişiz. Bu sorulardan biri de kim olduğumuzdur. Bu, o kadar “felsefi” bir soru zannedilmemelidir hemen. Kim olduğumuz, engin kalabalıklar içindeki pusulamızdır. O yüzden bu pusulayı ayarlı tutmak, hepimizin her günkü en sıradan işidir.
Bugün kim olduğumuzun cevabını modern bilimden beklemek gibi bir gaflete düşüyoruz. Bilimin öyle bir cevabı yok ve olmayacak hâlbuki. Çünkü bilimin işi, kim olduğumuzu, neden ve niçin sorduğumuzu anlamaya çalışmaktır, kim olduğumuz sorusuna cevap vermek değil. Bu, sosyal bilimler için de böyledir. Kim olduğumuzun bilimsel bir cevabı yoktur. Kim olduğumuzun cevabı, hâlâ sadece mittedir ve hep orada kalacaktır.
Eğer bir gün bizim gibi kim olduğunu sorgulayan bir başka türle karşılaşırsak, birbirinden farklı biyolojik öykülerimiz olduğunu görebiliriz. Fakat eğer bu soruyu soruyorlarsa, bizimki gibi salt biyolojiye indirgenemeyecek bir zihniyetleri olmasını bekleyebiliriz. Yani sembolik bir kültürleri olmasını. Bugünse bu gözlemi, aynı biyolojik geçmişten ve fakat farklı sembolik kültürlerden (tarihlerden) gelen insanlarla yapabiliriz.
*Dr., İstanbul Üniversitesi Psikoloji
Bu yazı ilk olarak academia.edu'da yayınlanmıştır.