Descartes’ın dualizmi akıl sağlığımızı nasıl mahvetti?
Her ne kadar Descartes’ın dualizmi felsefi yarışı kazanmasa da, bizler, hâlâ hayal kırıklığı yaratan çelişkilerin içinde yaşayan Batı’nın çocuklarıyız. Deneyimimiz, Descartes tarafından örneklenen ‘zihin’ ve ‘doğa ' ayrışması ile biçimlenmiş bir halde kaldı.
James Barnes
Rönesans döneminin sonuna doğru yaşanan radikal bir epistemolojik (bilgibilimsel) ve metafizik değişim, Batı ruhunun üstesinden geldi. Nicolaus Copernicus (Kopernik), Galileo Galilei ve Francis Bacon’un öncüsü olduğu ilerlemeler, Hıristiyan inanç sistemi ve doğal dünya üzerindeki egemenliği açısından ciddi bir sorun yaratıyordu. Bacon’un tartışmalarının ardından, doğal dünyaya artık sadece etkin nedenler* (yani dış etkiler / ing. efficient causes) bağlamında bakılıyordu. Doğal dünyaya özgü herhangi bir anlam veya amaç (yani, ‘resmi’ ya da ‘nihai’ nedenler) gereksinimler karşısında fazlalık olarak değerlendirildi. Etkin nedenler açısından, ön görülebilir olduğu ve kontrol edilebildiği sürece, yalnızca bu anlayışın ötesindeki herhangi bir doğa kavramı gereksiz değildi, aynı zamanda bu fikir Tanrı meselesinde de etkili bir şekilde uygulanabilirdi.
17. yüzyılda, René Descartes’ın ortaya koyduğu ‘madde ve zihin’ dualizmi (ikiciliği), yaşanan bu soruna ustaca bir çözüm sunuyordu. “Bugüne dek doğanın özünde olan” ve “Tanrı’nın düşünceleri kadar kalıtsal olduğu anlaşılan fikirler ”, ilerleyen ampirik bilim ordusunun elinden kurtarıldı ve ayrı bir alanın, yani “zihnin” güvenli alanına geri çekildi. Bu, bir yandan Tanrı’ya has bir boyutu korumuş ve diğer yandan, Amerikalı filozof Richard Rorty’nin ‘Felsefe ve Doğanın Aynası’ (1979) adlı eserinde belirttiği üzere, ‘entelektüel dünyayı Kopernik ve Galileo için güvenli bir hale getirmeye’ hizmet etmişti. Birinde, baskın biçimde Tanrı’nın tanrısal özü korunurken, ampirik bilime ‘bir mekanizma olarak doğa’ üzerinde hükümranlık verildi ve böylece, tanrısal bir şey olmaması nedeniyle, onunla her türlü oyunu oynaması mümkün hale geldi.
RUHUNDAN ARINDIRILMIŞ BİR DOĞA
Bu yolla doğa yaşamsal özünden arındırıldı, duyarsız ve düşüncesiz bir hukukun sağır ve kör bir aracı haline getirildi ve insan türü, ruhunu -canlılığını, anlamını ve amacını- yalnızca hayallerinde yansıttığı, cansız ve anlamsız bir maddi dünya ile karşı karşıya kaldı. Ardından gelen Sanayi Devrimi’nin şafağında, Romantiklerin bu denli isyankâr ve ateşli bir şekilde karşı çıktığı şey, dünyanın bu hayal kırıklığı yaratan görünümüydü.
Fransız felsefecisi Michel Foucault, ‘Kelimeler ve Şeyler’ (1966) adlı eserinde, bu durumu ‘episteme’de** (kabaca bilgi sisteminde) yaşanan bir kayma olarak nitelendirdi. Foucault, aynı eserinde, Batı ruhunun geçmişte ‘benzerlik ve benzeşme’ ile tanımlandığını savunuyordu. Bu ‘episteme’de, dünyanın bilgisi, ortaklık ve benzeşimden (onun deyimiyle ‘dünyanın yazısından’) türetilmiştir ve ruh aslında dışa dönük ve dünyayla bağlantılıdır. Ne var ki, akıl ve doğanın çatallaşmasının ardından, ‘kimlik ve farklılık’ çevresinde yapılandırılmış bir ‘episteme’ Batı ruhunu ele geçirdi. Şimdi egemen olan ‘episteme’, Rorty’nin terimleriyle, yalnızca ‘yazışmalar olarak hakikat’ ve ‘temsillerin doğruluğu olarak bilgi’ ile bağlantılıydı. Ruh, bu nedenle, aslında içe dönük ve dünyadan kopmadan kaldı.
Yanı sıra, Foucault, bu hareketin başlı başına kendiliğinden bir kayma olmadığını, bundan ziyade önceki deneysel halin bir “ötekileştirmesini” oluşturduğunu savundu. Neticede, deneyimsel ve epistemolojik boyutlarının geçerliliği yalnızca deneyim açısından reddedilmedi, aynı zamanda bir ‘hata vesilesi’ haline geldi. İrrasyonel deneyim (yani, ‘nesnel’ dünyaya yanlış bir şekilde karşılık gelen deneyim) daha sonra ‘anlamsız hata’ oldu ve bu, hatanın sürekliliğini bozdu. İşte Foucault’nun modern “delilik” kavramının başlangıcını bulduğu yer burası oldu.
MEKANİK DÜNYANIN ‘HATA’ KODLAMASI
Her ne kadar Descartes’ın dualizmi felsefi yarışı kazanmasa da, bizler, hâlâ hayal kırıklığı yaratan çelişkilerin içinde yaşayan Batı’nın çocuklarıyız. Deneyimimiz, Descartes tarafından örneklenen ‘zihin’ ve ‘doğa ' ayrışması ile biçimlenmiş bir halde kaldı. Fikrin günümüzde vücut bulmuş hali (ampirik-materyalist [deneyci-maddeci] konum olarak adlandırdığımız şey) yalnızca akademide değil, kendimiz ve dünyaya ilişkin günlük varsayımlarımız üzerindeki baskınlığını koruyor. Bu, özellikle de zihinsel bir bozukluk durumunda açıkça görülüyor.
Zihinsel bozukluk eğilimleri hakkındaki ortak kanı, herhangi bir anlam ve etkiden yoksun bir mekanik dünyaya göre “iç işlev bozukluğu” olarak algılanır ve yalnızca ‘hata’nın ayrıntılandırılmasıyla yetinilir. Bu işlev bozukluklarının ya psikiyatrik ilaçlarla ya da hastanın dünyada var olan “nesnel gerçeği” yeniden keşfetmesine yardım edecek bir tedaviyle düzeltilmesi gerekir. Meseleye böyle bakmak yalnızca sığ değil, aynı zamanda önyargılıdır.
Bunun gibi irrasyonel (akıldışı / mantıksız) deneyimlerin ‘normal’leşmesinin değerli olduğu doğru olsa bile, bedeli çok büyüktür. Böylesi müdahaleler, asıl değerleri veya anlamları hakkındaki irrasyonel deneyimlerimizin içini (yapabildikleri ölçüde) boşaltarak çalışır. Bunu yaparken, bu deneyimler yalnızca dünyaya dair barındırabilecekleri ve bir sığınak olabilecek herhangi bir anlamla bağları kesmekle kalmaz, aynı zamanda bizim veya etrafımızdakilerin sahip olduğu herhangi bir aracı ve sorumlulukla da bağları keser; bunlar, yalnızca ‘düzeltilmesi gereken hatalardır.’
Daha önceki ‘episteme’de, akıl ve doğanın çatallanmasından önce, irrasyonel deneyimler yalnızca ‘hata’ değildi; rasyonel (akılcı / mantıklı) deneyimler kadar, belki de daha da anlamlı bir dil kullanıyorlardı. Doğanın anlamı ve ritmiyle iç içeyken, kendileri bunların getirdiği ıstırabın iyileşmesinin verdiği anlamla verimli ve yaratıcıydılar. Dünya bu yolla deneyimlenmişti: ‘Akıl dışılığımız’ için bir zeminimiz, rehberimiz ve yük sandığımız vardı; fakat bu hayati psişik durumlar, doğanın içsel yaşamının geri çekilişi ve ‘kimlik ve farklılığa’ yönelinmesiyle birlikte yok oldu.
KOLAYCA HARCANAN MİRAS
Deneyimimizi kendi zihnimiz dışında anlamlı kılmayı umursamayan, kayıtsız ve tepkisiz bir dünya karşısında (zira bir mekanizma olarak doğa bunu yapmak için güçsüzdür), zihnimiz bir zamanlar kaynağı ve varlığı olan bir dünyanın boş temsillerine saplanıp kaldı. Şayet onlara sahip olduğumuz için şanslıysak, elimizdeki tek şey, gerçekte olanı görmeye çalışan terapistler ve ebeveynler; kaybın büyüklüğü düşünüldüğündeyse bu imkânsız bir görev.
Yine de bir şekilde ‘geri dönmemiz’ gerektiğini savunmayacağım. Tam aksine, zihin ve doğanın çatallanması, sınırsız bir seküler**** ilerlemenin, mesela tıbbi ve teknolojik ilerlemenin, bireysel haklar ve sosyal adaletteki yükselişin kökeninde bulunuyordu. Aynı esnada tümümüzü doğanın belirsizliğine ve akışına bağlı kalmaktan korudu. Bize belli bir düzeyde -tıpkı bilime, doğa üzerinde ampirik bir kontrol gücü sunduğu gibi- her şeyi yapabilme gücü sağladı ve birçoğumuz haklı biçimde onun tarafından vasiyet edilen mirası seve seve kabullenip kolayca harcadık.
Öte yandan, bu tarihin çok daha az bir “doğrusal ilerleme” ve çok daha fazla diyalektik olduğu yeterince vurgulanamıyor. Birleşik ruh ve doğan maddi ilerleme alanında güdük kalırken, maddi ilerleme de artık insan ruhunun içini boşaltıyor. O halde, belki de bu sarkaçtaki yeni bir salınım hakkında tartışmalıyız. Madde kullanımına ilişkin dramatik artış ve gençlerin “zihinsel sağlık krizleriyle” ilgili son raporların yanı sıra, ABD, İngiltere ve başka yerlerde yükselen genç yaşta intihar oranları, sadece en göze çarpan konular; belki de (tartışmak için) gecikiyoruz.
TEDAVİYE İLİŞKİN EĞİLİMLER YÖN DEĞİŞTİRİYOR
Yine de birisi bunun ne anlama geldiğini sorabilir mi? Birçok disiplinde “tamamen deneysel” ve idealist yönelimli kuramların yeniden ortaya çıkışı, büyük oranda çok düğümlü çatallanmayı ve yaşayan bir doğanın aforozunu telâfi etme ve ardından yeniden bir şey yaratmakla ilgili. Bunun altında yatan neden, ampirist ve materyalist terimlerdeki öznel deneyimi açıklama girişimlerinin, aslında 1995 yılında Avustralyalı filozof David Chalmers’ın bilincin ‘zor sorunu’ diye ifade ettiği şey sebebiyle başarısızlığa uğraması. Metafiziğin “ölü” olduğu düşüncesi, gerçekten de bazı kesimlerde çok önemli değerlendirmelerle karşılandı; aslında, Kanadalı filozof Evan Thompson ve diğerleri tarafından Aeon’da yayınlanan yakın tarihli bir makalede aynı hatlar boyunca tartışıldı.
Unutulmamalı ki, bir ‘hata’ olarak ruhsal bozukluk, ampirist-materyalist metafiziğe ve ürünü olduğu ‘episteme’e bağlı biçimde artar ve azalır. Bu sebeple, zihinsel bozukluk kavramını bu kuramlarla olduğu gibi aynı terimlerle de yeniden değerlendirmeye başlamanın doğru olduğunu düşünebiliriz. Psikoterapötik*** kuram ve uygulamada, bireyin parça veya yapılarının değiştirilmesinden bir uzaklaşma ve iyileştirici olan terapötik (tedavi edici) karşılaşma sürecinin kendisinin sağaltıcı olduğu fikrine doğru kesin bir kayma gerçekleşti. Burada, ‘nesnel gerçeklik’ hakkındaki doğru veya yanlış kararlar anlamını kaybetmeye, açık ve organik olarak ruh yeniden odağa yerleşmeye başlar ama metafizik varlığını sürdürür. Sonuç olarak, zihinsel bozuklukla ilgili olarak yalnızca mevcut durumun sınırları içinde değil, metafiziksel bir seviyede de kafa yormamız gereklidir.
* Etkin neden; bir değişimin ya da devinimin etkin ya da hareketli nedeni, değişimin ya da devinimin bir organı olacak şekilde etkileşime giren, değiştirilen ya da taşınan şeyin dışındaki şeylerden oluşur. Aristoteles’e göre, örneğin, bir masanın etkin nedeni bir marangoz ya da sadece çalışan bir kişi olabilir ve bir çocuğun etkin nedeni bir babadır.
** Episteme, felsefe tarihindeki genel kullanımıyla, ‘bilgi’ anlamına gelir. Felsefenin alt disiplinlerinden biri olan epistemoloji de episteme kavramından türetilmiştir.
*** Psikoterapötik yaklaşım; ruhsal bozukluğun tedavisini (ilaç, elektro şok vb.) tıbbi araçlardan ziyade psikolojik yöntemlerle gerçekleştirmeyi savunan görüş.
****Sekülerizm ya da sekülarizm; toplumda ahiretten ve diğer dinî, ruhanî meselelerden ziyade dünya hayatına odaklanılması yönündeki düşünsel akım.
***** Yazının aslı Aeon sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)