Can Gürses: Çok ileride gibiyiz oysa en yakın yıldıza gidemiyoruz

Fizik ve Matematik bölümlerinde çift ana dal yapan Can Gürses, eğitim modeli olarak Norveç, Finlandiya örneğinin çok konuşulduğunu ama örneğin Finlandiya’nın nüfusunun 5 milyon civarında olduğunu dile getiriyor. Türkiye’nin ise 80 milyon nüfusu olduğunu hatırlatıyor. Mevcut şartlarda uygulamalı eğitimin yapılamadığını söyleyen Gürses, örneğin çocukların 2. Sınıftan liseye dek kesirli işlemler gördüklerini ancak kesir, yüzdelik dilim gibi kavramların ne işe yarayacağı, neden öğrendikleri konusunda en ufak fikirlerinin olmadığını ifade ediyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR- Sayısal derslerde duymaya alışkın olduğumuz “Hocam, bu öğrendiklerimiz ne işe yarayacak?” sorusu haklı bir soru mu? Ya da sorunun sorulma nedeni eğitim sistemindeki eksikliklere mi işaret ediyor.

2018, sınav sonuçlarına göre fizik bölümünü kazanan bazı öğrencilerin AYT (Alan Yeterlilik Testi) fizik netleri oldukça düşük. Bu sonuç Türkiye’deki eğitim ve sınav sistemi hakkında bir şeyler söylüyor.

2001 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fizik ve Matematik bölümlerinden çift ana dal yaparak mezun olan Can Gürses’le eğitim sistemini, sınavlara alternatif bulunup bulunmayacağını, sayısal alanlara ilgisi olan toplumların ayırt edici özellikleri olup olmadıklarını, medeniyet olarak nerede olduğumuzu ve “Çocuklar için oyunlarla matematik” atölyesini konuştuk.

'Eğitimin sınıfsal bir mesele haline gelmesi hemen her ülkenin bir gerçeği'

Bilhassa sayısal derslerde “Hocam bu öğrendiklerimiz ne işe yarayacak?” sorusu sorulur. Sizce bu soru niye soruluyor? Sadece bu memlekete has bir soru olmasa gerek…

Haklı bir soru. Evet, sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde sorulan bir soru olabilir. Benim tecrübem Amerika’dan. En üst eğitim kurumlarında dahi sorulan bir soru. Çocuklar anlamlandıramadığı şeyleri sevmiyorlar. Boş bir iştigal olarak görüyorlar. Doğa kanunlarını inceleyen ve açıklayan bilim dalıdır fizik. Bütün dili de matematiktir. Dolayısıyla nerede işe yarayacak sorusunun yanıtı aslında “Her yerde.” Sadece farkındalık yaratmak gerekiyor.

“Bireyleri 5-6 yaştan itibaren kara deliğin içine çeken eğitim sistemine tabi olan çocuk ve aileler üstün sabır madalyasını hak ediyor” demişsiniz sosyal medya hesabınızda. Kara delik benzetmesinden kastınız hayatların belirsiz olması mı?

Evet. Çocuk sahibi iseniz eğitim çok masraflı bir şey. En iyisi olsun diye özel okula gönderiyorsunuz. Özel okulların fiyatları belli. 40-50 bin liralardan başlayıp 150 bine kadar fiyatlar değişiyor. Çocukların okula başlama yaşı dahi 5-6 yıl içinde dört kez değişti. Sürekli bir şeyler değişiyor. Üniversite sınavı, liseye giriş sınavı, müfredat…. Çocuk ilkokulu bitirdiğinde ise sınavlar silsilesi başlıyor. Memuriyeti seçerse KPSS. Akademiye devam ederse ALES. Sınavların sonucunda ne olacağı da muamma. İlk aşama üniversite sınavında çocuğun istediği bölüme girebilmesi. Sonra o bölümü bitirebilmesi. Sonra kendi alanında iş bulabilmesi. Bu basamakların olasılığı belli Türkiye’de. İşsizlik rakamları belli. Üniversiteyi bitirenlerin istihdama katkısı belli. Aileler, bireyler belirsizliğin içine çekiliyor, kara delik tabirini o yüzden kullanıyorum…

‘ÖZEL OKUL DA OLSA AYNI MÜFREDAT’

Eğitimdeki kalite sınıfsal bir ayrıcalık haline mi geldi? Misal özel okulların müfredatı farklı mı?

Eğitimin sınıfsal bir mesele haline gelmesi hemen her ülkenin bir gerçeği. İmkan açısından özel okulun farkı öğrencilere sunduğu fiziksel şartlar. Müfredat aynı. Özel okul da olsa aynı şeyleri uygulamak zorunda. Zaten çocuklar belli bir sınavda başarılı olmak için eğitiliyor. Bu ister istemez öğretmeni, farklı şeyler yapmak istese bile, kısıtlayan bir durum.

Bütün eğitim sistemleri sınav odaklı değil mi?

Evet ama Türkiye’deki sınav sistemi eğitim sisteminin etrafında döneceğine tam tersi oluyor. Eğitim sistemi, sınav siteminin etrafında dönüyor. Belirleyici olan unsur, sınav başarısı. Öğrencilerin ve hatta okul ve öğretmenlerin başarısı sınavla ölçülüyor. Sınavın kendisi neredeyse neyin gösterilmesi gerektiğini yani müfredatı belirliyor. Geçen sosyal medyada da çok konuşuldu. Bu yılın üniversite sınav sonuçlarında fizik bölümüne giren çocukların fizik sınavında yaptığı ortalamaya bakılmış. Birçok üniversitenin fizik bölümüne giren çocukların fizikte çıkarttıkları net eksi.

'Öğrencilerin ve hatta okul ve öğretmenlerin başarısı sınavla ölçülüyor'

‘ATARAK İŞARETLESE İSTATİSTİKSEL OLARAK ŞANSI DAHA YÜKSEK’

Yani, ne demek bu?

Örneğin, 20 soruda 2 doğru, 16 yanlış, 2’de boş bırakınca, eksilere düşüyorsunuz. Atarak işaretlese istatistiksel olarak şansı daha yüksek. 4, 5 doğru çıkarma şansı daha fazla. Bu bize sınavın kendisi, öğrencilerin durumu ve genel olarak eğitim sistemi hakkında bir fikir verebilir.

Aynı zamanda yeteneğine, becerisine yönlendirilemeyen milyonlar demek bu…

Bu nerede tam olarak var? Onu da sormak gerekiyor. Türkiye’nin 80 milyon nüfusu var ve nüfus büyümesi olan bir ülke. Her yıl 2,5 milyon insan sınava giriyor ve bu rakam artarak devam ediyor. Bir yerden sonra herkesin üniversiteye girmesi imkansız. Zaten 4 yıllık okulların kontenjanı belli. Aşağı yukarı 550 bin civarında. Çok sayıda üniversite açmak da bir yöntem ama onun da getirdikleri yükümlülükler var. Tonla akademisyen yetiştirmek zorundasınız. Eğitim denen çarkın dünyanın her yerinde bu tip sonuçları var. Evet, zayiatı minimuma indiren ülkeler var. Norveç, Finlandiya örneği çok konuşulur mesela ama örneğin Finlandiya’nın nüfusu 5 milyon falan. Nüfus büyümesi sıfır ya da eksidedir. Orada isteyeni istediği alana yönlendirmek daha basit. Burada işler zorlaşıyor.

‘ÖĞRETMENLERİN ÇOĞU AY SONUNU DÜŞÜNÜYOR’

Nüfusu çok ülkelerde kaçınılmaz sonuç diyorsunuz… Alternatif eğitim modelleri düşünülebilir mi? Örneğin sınav sistemi kaldırılabilir mi?

Çok zor. Nüfusu çok ülkelerde sınava alternatif bir şey ben düşünemiyorum. Mevcut yapı değiştirilemez. İş dünyası da buna hazır değil. İnsanlar belirli referanslarla bir yerlere giriyor. Eğitimle ilgili yapmak istediğiniz en ufak değişiklik aslında ülkedeki başka birçok parametreye de bağlı. Dediğiniz gibi eğitim programını değiştirdiniz, sınavları kaldırdınız diyelim… Eğitim programına yeni dersler, konular eklemek ciddi bir öğretmen eğitim süreci gerektiriyor. Sınavları kaldırmak ise bu hızla büyüyen nüfusa sahip ve yüksek öğretim kontenjanı sınırlı bir ülkede imkansıza yakın. Diğer yandan eğitimle ilgili konularda genelde öğrenciler konuşulur ancak öğretmenlerin durumunu da ele almak lazım. Türkiye’deki öğretmenlerin %80’i kredi kartlı borçlusu  Öğretmenlerin kendilerini sürekli olarak yenileyip geliştirmesini bekliyoruz ancak Türkiye’deki mevcut ~900 bin öğretmenin çoğu ay sonunu nasıl getireceğini düşünüp temel ihtiyaçlarının derdindeyken “kendisini geliştirme” ajandası otomatik olarak ikinci planda kalıyor.

3 yanlışın 1 doğruyu götürmesi uygulaması sadece Türkiye’de mi yapılıyor? Sanki bu ülkeye özgünmüş, kültürel bir alt yapısı varmış gibi geliyor?

Çok emin değilim. Sınav Sisteminin acı bir gerçeği, bundan başka modeller de var ancak durum üç aşağı beş yukarı aynı. Ken Robinson‘ın, TED konuşması tam da bu sorunuza güzel bir örnek. “Yanlışı cezalandıran bir eğitim sisteminin içinde büyüyen birinden büyüyüp kurumsal hayata girince yaratıcı bir birey olmasını bekliyoruz.” Oysa hayatı boyunca 3 yanlışın 1 doğruyu götüreceğini bilen insan bir süre sonra hata yapmamayı, nötr kalmayı tercih eder. Boş bırakır, yorum yapmaz konu hakkında. Bu şekilde yetiştirilen bireyler için sonra neden yaratıcılık özelliği göstermiyor diye hayıflanmamız da bizim ikilemimiz.

‘BAŞARILI OLAN SADECE DOĞU AVRUPA, İSKANDİNAV ÜLKELERİ DEĞİL’

'Kodlamanın temeli algoritma ve mantık yani matematik'

Sayısal alanlara ilgisi olan toplumların ayırt edici özellikleri var mı sizce?

Ne neyin öncüsü tartışılır. İnsanlar belirli bir refah koşullarına sahip oldukları için mi daha başarılı olabiliyorlar yoksa zaten başarıya uygun genlere sahip oldukları için mi? Sadece Doğu Avrupa ülkeleri ya da İskandinav ülkeleri değil başarılı olan. Örneğin Uzak Doğu ülkeleri de başarılı. Mesela Çin, Singapur… Şimdi düşününce İskandinav ülkeleriyle, Uzak Doğu ülkeleri arasında ortak nokta göremiyorum. Araştırılması gereken bir soru. Şöyle anlatabilirim: Bu aralar Türkiye’de popüler olan STEM (science, technology, engineering, mathematics) akımının en öncelikli kısmı matematik olmasına rağmen biz önceliği işin mühendislik (kodlama, maker vb.) tarafına verdik. Oysa ki kodlamanın temeli algoritma ve mantık yani matematik. Algoritma bir işin gerçekleşmesi için atılmış olan adımları sıralı listelemek demek. Bunu yapabilmek için mantıksal bir kurgu becerisi gerekir. Mantığı gelişmiş bireyin bu becerisi sözel yeteneklerine de yansır. Argüman savunmayı, fikrini doğru şekilde ifade edebilmeyi öğrenir. Bu zincirleme bir reaksiyon gibi… Sorunuzun yanıtının bunda gizli olduğunu düşünüyorum.

‘MATEMATİĞİ GÜNLÜK BAĞLAMIYLA ANLATIYORUZ’

Çocuklar için oyunlarla matematik atölyeleriniz var. Okuldan farklı olarak ne yapıyorsunuz atölyelerde?

Bir akademi olma ajandasındayız. Alternatif matematik eğitimi denilebilir. Başta sorduğunuz: “Bu ne işime yarayacak?” sorusu… Çocukların normalde okul müfredatında görme fırsatı bulamadığı ancak bizim matematiğin en önemli konuları olduğunu düşündüğümüz konuları uygulamalı olarak günlük hayat bağlamıyla anlatmaya çalışıyoruz. Her hafta farklı bir konu işleniyor. En başta o haftanın konusu hakkında karşılıklı konuşuyoruz; ben anlatıyorum onlar soruyor, birbirlerine soruyorlar…. Kendi aralarında da tartışıyorlar. Bu en istediğim şey; sınıf ortamındaki “kendi aranızda konuşmayın” kuralı bizde hiç yok. Tam tersi istediğim şey; kendilerini en açık şekilde ifade edebilmeleri. Ayakta, dolaşarak, nasıl rahat olursalar o şekil takılıyorlar. Sonrasındaki aktivitelerde çoğunlukla grup şeklinde çalışıyorlar, Hepsinde temel amaç, öğrendiklerinin ne işe yaradığına dair farkındalık oluşturmak.

‘ASAL SAYILARIN BİR ÖRÜNTÜSÜ OLUP OLMADIĞI ÖDÜLLÜ PROBLEM’

Örneğin, neyi uygulamalı öğreniyorlar?

Örneğin çocuklar en erken yaşlardan itibaren sürekli olarak kesirlerle işlemleri görüyorlar. 2. Sınıftan liseye dek… Ancak kesir, yüzdelik dilim vb. kavramların ne işe yarayacağı, neden öğrendikleri konusunda en ufak fikirleri yok. Bu kavramları bir çocuğa en doğal şekilde gösterebileceğiniz “Olasılık” konusu da çok sonra işleniyor. Oysa ki “Olasılık” hem eğlenceli hem de doğrudan günlük hayattan bir çok örnek verebileceğiniz bir konu.

Bir başka örnek; müfredatta “Örüntüler” konusu hem sayısal hem de geometrik olarak üzerinde çok durulan bir konu. Örneğin Asal Sayılar… Eğitim sisteminden geçen her çocuk herhangi bir sayının asal çarpanlarına ayrıldığını bilir. Ancak Asal Sayıların bir örüntüsü olup olmadığı yaklaşık 160 yıldır bekleyen ve üzerine 1 milyon dolar ödüllü bir problem. Asalların örüntüsünün ne olduğunu bilmememiz bugün internet bankacılığından tutun bilgi /veri güvenliği gerektiren çoğu alanın temelidir. Asallarla ilgili kuralı bilmememiz şifre güvenliğini sağlar. Bu bilinmez çünkü sınıfta anlatılmaz. Oysa internet güvenliği her çocuğun anında ilişki kurup ciddiye alabileceği ve dolayısıyla işin matematik tarafını da ciddiye almasını kolaylaştıracak bir örnek.

‘DOĞADA ÖRÜNTÜLER VAR’

Kuralı bulunan, anlaşılan “Örüntüler”in günlük hayatta karşılığı var mı?

Fibonacci dizisi doğada çok görünen bir şeydir örneğin. Basit bir sayı dizisine örnek vermek gerekirse çift sayıları düşünün. Belirli bir kuralı vardır, 2’şer 2’şer artar. Bunun da belirli kuralı var. Her sayı kendisinden önce gelen iki sayının toplamı olacak şekilde devam eder. 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21…

Bunu bilmek ne işe yarıyor?

Doğada örneğin ayçiçeklerinin çekirdekleri bu sayı dizisine göre ilerliyor. Kozalakların taneleri de öyle. Hatta DNA yapısına kadar örnekleri var.

Einstein’in “Tanrı zar atmaz” sözü aklıma geldi. Hiçbir şey tesadüf değil. Ayçiçeği, kozalak…

Efsane değilse, evet, onu sözü. O tip şeylere bağlamayı sevmiyorum. Önemsiz söylediğim bir şey büyük bir sonuca bağlanabilir. Başlık mesela “Tanrı zar atmaz” olurmuş. Doğada matematiksel örüntüler çok var. Sadece Fibonacci örüntüsü yok. Geometrik örüntüler var. Arılar mesela peteklerini altıgen şeklinde yaparlar. Bir çok sineğin göz yapısı altıgen dilimler şeklindedir. Kurak çöllerde toprak genelde beşgen, altıgen şeklinde kırılır. Zebraların, zürafaların kamuflajlarına baktığınızda gene böyle beşgen, altıgen şeklinde şekiler görürsünüz.

Bu saydığınız örneklere tek tek “Niçin?” diye sorsam?

Örneğin arılar… Patchwork gibi düşünün. Dairelerle yapılsa arada boşluk kalır. Alanı iyi kullanmamış oluruz. Arılar için temel bir soru bu. Bir optimizasyon problemi çözüyorlar. Bir alana en az balmumu harcayarak en çok balı nasıl bölerek depolarım? Altıgen şeklinde bölmek en optimal cevap.

Fibonacci sayısına göre yapraklarını dizmek çiçekler için polenleşmeyi kolaylaştırıyor. Açısal olarak yapraklarını o şekilde dizmeleri prensipte polenleşmelerini kolaylaştırıyor. Yani bir anlamda hayvanlar ve bitkiler türlerinin devamı için geçirdikleri evrimsel sürecin sonunda optimal yolu buluyorlar. Daha doğrusu bu yolu bulanların türü devam ediyor.

‘KİMSE İLERDE BU OLUR MU DİYE YAPAY ZEKA ÇALIŞMALARINI BIRAKMIYOR’

Bilimin gelişmesi bir noktadan sonra tehlikeli bir eşiğe gelebilir mi?

Cambridge Üniversitesi’nden Mete Atatüre’yle son zamanlarda bir söyleşiye başladık. “Bu ne bilimsizliktir” diye. Tam olarak bu soru olmasa da üzerinde durduğumuz konulardan bir tanesi sorduğunuz bu soru. Önemli gelişmelerin her aşaması kaygı konusu olmuştur. Son 150 yıldır bu soru çeşitli zamanlarda sorulmuş. Şimdi de aynı şey yapay zeka için soruluyor. İşte dünyayı ele geçirebilirler mi vb.? Öbür yandan kimse acaba ilerde bu olur mu diye yapay zeka üzerinde çalışmayı bırakmıyor. Bilimin sınırı ve insanlık için tehlikeli olduğunu düşünmüyorum.

Medeniyet olarak çok başlarda olabilir miyiz?

Evet. Tabii ki. Uzay araştırmalarına bakıldığında çok ilerde gibi hissediyoruz oysa daha bize en yakın yıldıza gitmemiz şu an için bir ütopya. Son yıllarda dünya benzeri alternatif gezegen arayışları çok hızlandı. Sebebi iklim değişikliği ve dünyadaki doğal kaynakların tükenişinin birkaç yüz yıl içinde ciddi boyuta gelecek olması. Birkaç yüz yıl ise insanlık için oldukça kısa bir zaman birimi. Paniğe kapılacak birçok şey var. İklim koşulları milyarlarca insanı yüz yıl içinde etkileyecek duruma gelirse bir B planımızın olması gerekiyor. O yüzden mesela dünya benzeri gezegenlere gidebilmeyi başarmak gerekiyor. 4.5 ışık yılı örneğini bu yüzden verdim. Işığın saniyede 300 yüz bin kilometre mesafe aldığını düşünürsek aradaki devasa mesafeyi şu anki teknolojiyle almamız mümkün değil. Ancak bir konu umut verici. Bilimsel konular, dünyadaki hemen her ülkeyi ortak çatı altında birleştiren konular. Örneğin İsviçre’de CERN’de “parçacık hızlandırıcı” çalışmalarına bütün dünya ülkeleri ortak yatırım yapıyor.

Ne demek “parçacık hızlandırıcı?”

Kısaca anlatmaya çalışayım… Doğada dört tane temel kuvvet var. Bir tanesi yer çekimi. Einstein’in “genel görelilik kuramı” yani. Ne işe yarıyor? Örneğin gezegenlerin güneş etrafında dolaşımını sağlıyor. Diğeri, “elektromanyetik kuvvet.” Örneğin radyo dalgaları. Diğer kuvvetler de zayıf nükleer kuvvet ve kuvveti nükleer kuvvet. Üç tane farklı teori var ve dört tane de temel kuvvet. Hedef, dört tane temel kuvveti tek bir teori altında toplayabilmek. 1970’lerde Standart Model adı verilen teori kütle çekimi haricinde kalan 3 kuvveti tek bir kuram altında birleştirmeyi başardı.

‘KARA DELİKLERİN VARLIĞI YARIM ASIRDIR BİLİNİYORDU’

Röportaj boyuna “Bu ne işe yarayacak?” diye sordum. Son kez sorayım. Dört tane temel kuvveti tek bir teori altında toplama ne işe yarayacak?

Elinizde bir teori olması, artık bazı şeyleri tahmin edebilmenize yarıyor. Örneğin daha önce keşfedilmemiş bir atom altı parçacığın varlığını önceden söyleyebiliyor ve hatta nasıl bir deney sonucunda onu keşfedebileceğinizi de öngörebiliyorsunuz. Eğer yaptığınız deney, teorik olarak elde ettiğiniz sonuçla aynı çıkıyorsa o zaman insanlık olarak doğanın kanunlarını anlamak konusunda doğru yolda olduğunuzu anlıyorsunuz. Kuram doğruysa onun getireceği başka kuramlar da var.

Kara deliklerin varlığı kuramsal olarak neredeyse bir asırdır biliniyordu. Geçtiğimiz aylarda ilk kez fotoğraflanabildi. Teknolojinin, teorinin bazen çok gerisinden gelmesi bazı insanları kimi zaman bu kuramsal çalışmaların “gerekliliğini” sorgulamaya itebiliyor. Oysa tarih, başlarda gereksiz görülüp ne işe yarayacağını kimsenin anlamadığı teorik çalışmaların bir süre sonra medeniyeti toptan değiştirdiği örneklerle dolu. 1800’lerde Hertz, elektro manyetik dalgayı fark ettiğinde ne işe yarayacağını belki de tam olarak bilmiyordu.

Baştaki soruya geri dönecek olursak, tüm bunların ışığında belki de “3 yanlışın 1 doğruyu götürdüğü”, sürekli olarak yanlışı cezalandıran bir sistemin en önemli zafiyeti de burada ortaya çıkıyor… Tüm bu bahsettiğim gelişmeler aslında büyük ama güzel yanlışların üzerine inşa edilmiş, o yanlışlar sayesinde doğruya ulaştığımız yapılar.