YAZARLAR

Bilinçli şiddet nedir?

Türkiye Devleti artık dostunu ve düşmanını ayırt ederken dini referans almaktadır. Bazı mahkeme kararlarında aldığı gibi, devlet okullarda okutulan zorunlu-seçmeli derslerde aldığı gibi... Bilinçli-bilinçsiz şiddet ayrımını bu bağlamda da düşünmek gerekir. Düşünmek dehşet verici olsa da…

T.C. İletişim Başkanlığı Başkanı Fahrettin Altun, Fransa’nın Nice şehrinde gerçekleşen saldırının ardından “böylesi bilinçsiz bir şiddetin İslam ile de Müslümanlarla da hiçbir ilgisinin olmadığı”1 açıklamasını yaptı. Bir kadının kafasının kesilerek öldürülmesi sonucunu yaratan “bilinçsiz şiddet” Fahrettin Altun tarafından kınandı. Fakat 16 Ekim tarihinde başı kesilerek öldürülen Samuel Paty hakkında ne Cumhurbaşkanı’ndan ne de İletişim Başkanı’ndan bir kınama yayımlanmamıştı. Fransa toplumunu sarsan cinayetin Türkiye Devleti tarafından kınanmaması Fransa’da etki doğurmuş, Fransız Dışişleri Bakanı La Drian, “Samuel Paty'nin öldürülmesini kınamamak ve saldırının ardından Fransa ile dayanışma sergilememesinden duyduğu hayal kırıklığını”2 dile getirmişti. Samuel Paty’nin başı kesilerek öldürülmesi hakkında bir kınama yayımlanmaması ve ardından Nice’teki saldırı “bilinçsiz” şiddet olarak tarif edilmesi Türkiye Devleti’nin şiddet eylemlerini gerçekleştirenlerin “bilinçli” ya da “bilinçsiz” olmalarına göre haklı ya da haksız olabilecekleri konusunda resmi bir duruşunun olup olmadığını akıllara getiriyor. Zira Nice saldırısı hakkında “bilinçsiz şiddet” ifadesini kullanan Fahrettin Altun’un temsil ettiği makamın icra ettiği görev, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile şöyle tanımlanmış: “Stratejik iletişim ve kriz yönetimine ilişkin politikaları belirlemek, bu kapsamda ulusal ve uluslararası alanda yürütülecek faaliyetlerde tüm kamu kurum ve kuruluşları arasında koordinasyonu sağlamak”.

Dolayısıyla bilinçli-bilinçsiz şiddet ayrımının İslam’ı savunmak için birbirine yakın dönemde gerçekleştirilen iki terör saldırısı arasında yapıldığı imajını doğuracak bir politika izlenmesinin devlet katında politik bir anlamı olup olmadığı sorusu bu bakımdan kaçınılmaz hale geliyor. Erdoğan’ın izlediği dış politikanın dayanaklarını oluşturan dost-düşman ilişkilerinin bağlamını düşündüğümüzde bunu görmemiz mümkün. Fakat bunu Türkiye’nin uzun süren İslamcılaşma serüveninde aramak gerek.

Türkiye halklarının tarihindeki en önemli travmalardan biri Sivas Katliamı. Çoğunluğun inandığına inanmayan, çoğunluk gibi olmayana karşı yapılan bir katliam. Pir Sultan Şenlikleri için Sivas’a gelen 33 aydının ve iki otel çalışanının yakılarak öldürüldüğü bu katliamın planlı olduğuna ilişkin birçok kanıt bulunmaktaydı. Hepimizin gözlerinin önünde gerçekleşen katliamın yargılaması ise başka birçok skandalın kanıtı olarak yine gözlerimizin önünde cereyan etti. DGM’nin temyiz edilen kararında, öldürülmeye çalışılan bir aydın, Aziz Nesin bizzat mahkeme tarafından hedef gösterilmişti: “...Sivas olaylarının devlete ve laik düzene yönelik olmadığı, Aziz Nesin'in Şeytan Ayetleri kitabını yayınlamasına duyulan öfke, kin ve nefretin oluşturduğu tahrik sonucu ve Aziz Nesin'e yönelik bir eylem olduğu, kast edilen Aziz Nesin olmasına rağmen hedefte sapma sonucu 37 masum insanın ölümü ile sonuçlanan…”3

Temyiz süreçleri devam etti, 2012 yılında dava düşene kadar. İnsanlığa karşı suç olarak kabul edilmeyen davanın ikisi ölen ve beşi firari olan yedi sanık bakımından zamanaşımından düşmesi üzerine dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan “Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun. Yıllar yılı içerde olan vatandaş, içlerinde kaçak olanlar vardı”4 demişti. Sivas Katliamı’nın avukatları AKP döneminde bakanlık, milletvekilliği, belediye başkanlığı koltukları edindiler. Neredeyse bütün Türkiye sağı, katliamın gerçekleştiği dönemde, katliamı gerçekleştiren “vatandaşlar”dan yana tavır aldı. Başbakan Tansu Çiller otel dışındaki halka zarar gelmediğine ilişkin sevincini vurgulamış, İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu, Aziz Nesin’i hedef göstermişti.5

Peki neydi mesele? Türkiye’nin yasakladığı bir kitabın, anayasasında laiklik bulunan bir ülkede yasaklanmasının mümkün olmadığını savunan, açıkça bir anayasal mücadele veren Aziz Nesin’in hedef haline getirilerek bir katliamın gerçekleşmesiydi.

Türkiye o günden bugüne geçen süreçte artık laik bir devlet olduğu iddiasında bulunamaz. “Yurttaşlarının inançlarına karşı tarafsız olma” anayasal gereğine uyduğunu iddia edemez. Aradan geçen yirmi sekiz yıl ise, bunun İslamcı bir politikaya dönüşmesinin sürecidir. Türkiye Devleti artık dostunu ve düşmanını ayırt ederken dini referans almaktadır. Bazı mahkeme kararlarında aldığı gibi, devlet okullarda okutulan zorunlu-seçmeli derslerde aldığı gibi... Bilinçli-bilinçsiz şiddet ayrımını bu bağlamda da düşünmek gerekir. Düşünmek dehşet verici olsa da…

Fransa’daki cinayetler ile Sivas Katliamı arasında elbette çok önemli bir fark var. Fransa’daki cinayetler çoğunluğun inanmadığı bir dinin mensupları tarafından ve o din adına, çoğunluğa yönelik olarak işlendi. Yani kutsalına hakaret edildiğini düşünen, azınlığın inandığı dine inananlar tarafından katliamlar gerçekleştirildi. Türkiye’de çoğunluğun aklına estiğinde hakaret ettiği “azınlığın kutsalları”nı düşündüğümüzde farkın önemi görülecektir. İslamcı iktidarın böyle bir durumda alacağı tavrı öngörmek, dostunu-düşmanını nasıl belirleyeceği konusunda tahminde bulunmak çok zor değildir.

Fransa’da yurttaşlık kurumunun gelişimi laikliğin özel bir önemi var. Çünkü Fransız ulusunu bir politik birlik olarak var eden şey etnik-kültürel birlikteliğin ötesindeydi. Siyasal ve iktisadi koşullar Fransız modern devletinin oluşumu için bunu mümkün ve gerekli kıldı. Bu nedenle yurttaşlık kurumu Brubaker’in vurguladığı gibi asimilasyon ve entegrasyona açık bir ulus fikrini yansıttı. Etnik ve kültürel olarak farklı olsanız da 1789’da Konvansiyon toplanırken Sieyes’in söylediği gibi aynı yasama meclisi altında, aynı yasalara tabi olarak yaşamak ulusu teorik olarak tanımlayan şeydi.

İnsan ve yurttaş hakları arasındaki gerilim, haklara sahip olmak bakımından evrensel iddialar ve tikel gerçekleşmeler arasındaki gerilim varlığını bir açıklık iddiası üzerinden sürdürmüştü. Kadınlara, yoksullara, kölelere, göçmenlere ilişkin pratikler insan ve yurttaş; haklara sahip olmayanlar ve olanlar arasındaki gerilimli mücadeleler ekseninde şekillendi. Bugün Fransız cumhuriyetçiliği ve laikliği çevresinde olağan entegrasyon politikaları sürdürebilir olmaktan çıktı. Fransız bireylerin hakları ile Fransız Müslümanlarının cemaat hukuku arasındaki çelişme, özellikle yurttaşlık ve insan hakları bağlamında büyük değişimlerin yaratıcısı olacak gibi görünüyor. Tekil, tikel ve evrensel olan arasındaki çelişmeler, alışık olduğumuz birçok tartışmanın hiç bilmediğimiz biçimlerde yeniden ele alınmasını zorlayacak. Öğretmenler, derslerinde sansür uygulamak zorunda kalacaklar mı? Kız çocuklarının okula gitmesi konusundaki tutum nasıl belirlenecek? Birey hakları grup tarafından kısıtlanan kişiler bakımından devletin tavrı ne olacak? Dinin devlet tarafından reorganizasyonu mümkün mü? Müslümanlara karşı oluşan nefret yurttaşlık kurumu içinde, haklar ve özgürlükler çerçevesinde ortadan kaldırılabilecek mi? Ayrımcılığa karşı devletin tavrı ne olacak? Bunlar hâlihazırda, mevcut sorularımız. Avrupa’da 1555’te Augsburg Barışı ile ülke üzerindeki egemenliği kullananlar lehine çözülmüş, 1648’de modern devletler sisteminin oluşumuyla biçimlenmiş, 1789’da ulus/halk egemenliği ve insan hakları fikri ile meşrulaştırılmış siyasal düzenek yeni bir düzlemde tartışmaya açılacak gibi görünüyor. Cumhuriyetçi ve cemaatçi duruşlar bakımından sert bir dönemin eşiğindeyiz. Laiklik, bu dönemin temel kavramı olacak.

Anayasasında laikliği muhafaza eden Türkiye bu eşiğin neresinde sorusunun yanıtını verdiğimi düşünüyorum. Peki laikliği ve cumhuriyetçiliği temel ilkeleri kabul eden Cumhuriyet Halk Partisi böyle bir eşiğin farkında mı?

1 https://www.iletisim.gov.tr/turkce/haberler/detay/iletisim-baskani-altun-fransanin-nice-sehrinde-yapilan-teror-saldirisini-kayitsiz-sartsiz-kiniyoruz
2 https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-54673172
3 https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-44677994
4 https://www.ntv.com.tr/turkiye/erdogan-karar-hayirli-olsun,pRL_EK6gUkSmYjDp2mNVQA
5 https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-44677994


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.