YAZARLAR

Billur Kalkavan: Akışların içinde bir punk

Cinsellik de bir akıştır. Hem de çok sert bir akış. İdeolojik bentleri ve setleri yıkabilir ve yıktığında da artık ne sınıf ne kültür ne kimlik ne cinsiyet ne yaş farkı dinler, bütün kurumlara çarpa çarpa, etrafından dolanarak ya da delip geçerek yol alır. Böylesi bir akış, Bili’nin özgürlükçülüğüne ve özgüvenine çok uymuş olmalı. Kendisine çok yakıştırmış olmalı bunu. Hayatı boyunca diskriminasyona ve sosyal farklılıklara nanik yaparak yaşayan Bili’nin bu halini, hep çok sevdim.

Bili öldü. Sevenlerini, tanıyanları bu ölüme – ölene kadar bu, (onun tarafından da) hayatın sadece işaret edilebilecek geleceğiydi (aşama, orada bir yerde) - alıştırmıştı. Hayatın geleceği olarak ölüm, gerçekleştiğinde aşama olmaktan çıkar ve hayatın dışında bir yerde, yani hiçbir yerdedir artık. İşaret edilen ölüm dışında bir ölüm yoktur. Hayat vardır.

Billur Kalkavan, Buğra Bahadırlı

BİLİ VE HASTALIK

Hayat anı ve imge üretir. Hayatla edebiyat yapılır. Ölüm tanı ve ilan üretir. Ölümün fotoğrafı çekilir, bildirisi yazılır, raporu yazılır, haberi verilir.

Edebiyatçı hayatı yazar, gazeteci ölümden, ölüme dair yazar. Roland Barthes’ın yazar ve yazıcı (écrivains et écrivants) ayrımının tezahürü ve uygulayımıdır bu.

Ölüm üzerine konuşmayız aslında, ölen üzerinden kendi ölümümüzü düşlemler, kesinliğini kabullenir ve ölüm öncesini konuşarak hayata sığınırız.

Thomas Mann, Buddenbrooks romanında ailenin en genci (küçüğü) Hanno’nun ölümünü, Hanno’dan hiç bahsetmediği, sadece hastalığın belirtilerini ve ölüm öncesi gelişim protokolünü anlattığı, tifus hastalığına dair bilimsel ve nesnel, yaklaşık dört sayfalık soğuk ve özerk bir pasajla haber verir okura.

Bilimsel bir tanının bildirimleştirilmiş-bildirileştirilmiş ve dolaylı olarak haberleştirilmiş halidir bu ve dev romandaki tek haber metnidir.

Gazeteci alttan alta ölümü arzular haber yapmak için, romancı hayatın sürmesinden yanadır. Olayın ve kurgunun gelişmesi için.

Sevdiklerimizi, tanıdıklarımızı imgelerle hatırlar, anılarda yaşatırız. Fotoğraflarına sadece bakarız. Öldüklerinden bir kez daha emin olmak için. Sonra hatırlamaya, konuşmaya başlarız. Hayatlarını onların. Ve haliyle hayatta olduğumuzu konuşuruz. Ölenlerin fotoğraflarına bakmak egoizmdir.

Billur Kalkavan, haziran ayında taburcu olurken...

Hasta ve hastalıktan ölmesi kuvvetle muhtemel bir insanın, hastalığın izleri ve etkisi açıkça görülen fotoğraflarına empati ile değil, ilgi ile bakarız. İnceleriz. Kendimizle karşılaştırırız. Ama sevdiklerimizi, tanıdıklarımızı öldüklerinde o halde hatırlamayız. O fotoğraflardaki gibi yani. Bu estetik bir kaçınmadan çok, hepimiz için geçerli bir olasılığı ve aynı anda kesinliği unutmanın, ertelemenin gereğidir.

Bili’yi de sevgilisi, sevenleri ve tanıyanlar, fotoğraflarla, o fotoğraflarla değil, hayatıyla, hayatta, hayatla hatırlayacaklar.

Ağır bir hastalığa yakalanmış insan, hastalık fotoğraflarını daha ölmeden ölmüş kabul edilmemek için, hayatta olduğunu ve tek kıymetli olanın hayat olduğunu, ölümün bir kıymeti olmadığını, her halükârda hayatta, yine de hayatta olduğunu bildirmek için çeker. Gazeteciyi, haberciyi kendinden olabildiğince uzakta tutmak için. Hayatı olumlamanın en fedakârca yoludur bu fotoğraflar hasta açısından. Medyanın sabırsız vizyonuna karşı zamanın direnç belgesidir. Ölüme dair yüceltici ideolojilere cevaben hayatta kalma makinesinin inatçı ve cesur nesnelliği.

BİLİ VE SINIF

Billur Kalkavan’ın adını 1980’lerin ilk yarısında duydum. Daha doğrusu dikkatimi çekti. Yanlış hatırlamıyorsam dönemin yenilikçi gazetecilerinden Yalçın Pekşen’e verdiği söyleşide punk olduğunu söylüyordu. Ben de 1977-1978 yıllarında kendimi punk olarak tanımlardım. Okul yıllığımızda da yazılıdır bu. Rock müziğine sol bir damardan gelen ve işçi sınıfı ideolojisinden beslenen bu protest dalgaya kaptırmıştım kendimi. Ama gerek Türkiye’nin şartları gerekse okuldaki disiplin kuralları punk’çıların o renkli saçlı, çengelli iğne küpeli ve piercing’li stilini kafamda, yüzümde taşımama engel olmuştu. Punk’ın sloganlarını da dağarcığıma alarak sosyalist harekete entegre olduktan 6 yıl sonra ve punk dalgasının yavaş yavaş geri çekildiği bir dönemde, bir genç kızın punk’çı olması, olduğunu söylemesi bana ilginç gelmişti, hoşuma da gitmiş, bir heyecan da duymuştum önce. Billur Kalkavan’ın kim olduğunu öğrendikten sonra ise, onun punk’ın ideolojisi ve söylemiyle değil de, olsa olsa giderek moda endüstrisine eklemlenen giyim ve makyaj stiliyle ilgilendiğini düşünmüş, o zamanın kibirli bir sosyalisti olarak kızcağızı bir de küçük görmüştüm. Burjuva kızının tekiydi ne de olsa.

Genç Billur Kalkavan

Oysa sınıf bir kalıp, bir fanus değildir. Kişilere ne olacaklarını dikte etmez, büyük olasılıkla olacakları şey, olacakları kişi olmaları, olabilmeleri için gerekli koşulları sunar ve de tutabildiği kadar kendi içinde ve o koşullarda tutmak üzerinden işler. Marx’ın son tahlilde burjuvazinin baskı aracı olarak tanımladığı devlete, belli bir aşamada göreceli bir özerklik atfeden Poulantzas’a referansla diyebilirim ki, birey de sınıfın içinde bir özerkliğe sahiptir. Devlet, göreceli özerkliğiyle nasıl sınıfların, trafikteki araçların akışına benzer biçimdeki akışkan hareketliliğinde bir kavşak işlevi görüyorsa, sınıf da kişilerin içinde hareket ettiği bir sıvı gibidir. Burjuvazinin ahlâkı da, dünya görüşü de, yaşam tarzı da, kültürü ve sanatı da, sermayesi gibi bir akış halindedir. Sınıf olarak burjuvazi, son tahlilde sermayenin yatağında, paranın aksiyomunda bir akıntıdır. Bir akıştır. Bazen bir burjuva sınıfı mensubu da akıntının dibinde gördüğü bir şeyden ürküp, korkup, iğrenip yüze çıkabilir, akış içindeki bir rol modeline takılabilir, bir başka sınıf mensubuna rastlayıp tutulabilir, âşık olabilir, kıyıda bir şeye tutunabilir ya da çarpabilir, orada kalır ya da akıntıdan çıkar. Billur Kalkavan’ın babası bu akıştan, akıntıdan çıkanlardan, bu bir şeye tutunanlardan olmuş olmalı ya da tutunamayanlardan, akışta tutunamayanlardan, sınıfın akışında tutunamayanlardan.

Billur Kalkavan, annesi Nuyan Hanım babası Nazım Kalkavan ve kardeşiyle... 

2003 yılında Cem Boyner ile bir söyleşi yapmıştım ve ona, onun kuşağından burjuvaları (kapitalistleri) bir önceki kuşak burjuvalardan (kapitalistlerden) ayıran en önemli farkın ne olduğunu sorduğumda, şöyle bir cevap almıştım: “Bizim büyüklerimizde, babalarımızda bir sınıfsal varoluş kavgasını yürütme ve bunun yeterli olması anlayışı söz konusuydu. Bunun için çabalıyorlardı. Tutumları sınıfsaldı. İş âleminin varlığını kabul ettirmek savaşı söz konusuydu. Bir tarafta işveren sendikaları, diğer tarafta işçi sendikaları bulunuyordu. Devlet bulunuyordu.” Bili’nin babası da Boyner kuşağının babalarıyla hemen hemen aynı kuşaktandı, yani Boyner’e göre “sınıfsal varoluş kavgası yürüten” o bir önceki kuşaktan. Büyük bir armatörün oğlu, servet ve güç sahibi bir ailenin çocuğuydu ama gidip Oxford’da edebiyat ve felsefe okumayı tercih etmiş ve sonra da hayatında bir gün bile çalışmamıştı. Bili, babası Nazım Kalkavan’ı anlatırken, armatör bir ailenin oğlu olarak babasının bir kez bile olsun gemi yolculuğu yapmamış olabileceğini söyleyip gülüyordu. Her halükârda ben de, ilk sosyalistlik dönemimin şematizmini aştığımda, artık Billur Kalkavan'da, bir burjuva kızı değil, çoğul ve mütemadiyen dağılıp toplanma halinde, dinamik ve renkli bir kişi, bir birey, artık başka ve sınıflarüstü (ya da sınıflararası) bir akışta zaman zaman kulaç atan, zaman zaman da kendini akışa bırakan bir insan görür olmuştum.

Ölümünün ardından, Bili’nin Dersimli birçok gence burs verdiğini, çok sayıda gencin Bili’nin bursuyla okuyup meslek sahibi olduğunu öğrendim. TMMOB üyesi bir mühendisle görüştüm bu konuda. Birçok tanıdığının Bili’den burs alarak okuduğunu doğruladı bana. Bu ilişki, Bili’nin, bilgisayarın henüz Türkiye’de bugünkü yaygınlığının epey uzağında olduğu bir dönemde Dersimli gençlere bilgisayar göndermesiyle başlamış. Kentin genç nüfusundaki eğitim ve başarı düzeyinden etkilenen Bili, bu ilişkiyi sonraki yıllarda da sürdürmüş. Bili, bundan hiç bahsetmezdi. Aynı annesinin baba tarafından Abdülmecit’in torunu olduğundan bahsetmediği gibi. Osmanlı soyuyla bağlantısından bahsettiğinde de bunu hafife alıyor, abartmayı ise adaba aykırı ve çağdışı buluyordu.

Billur Kalkavan, 2 Kasım 1962 tarihinde İstanbul'da doğdu. Annesi Nuyan Hanım, 31’inci Osmanlı padişahı Abdülmecid'in en büyük oğlu Zülüflü İsmail Paşa'nın torunuydu. Billur, çocukken oynadığı birkaç filmi saymazsak, çalışmaya Güneri Cıvaoğlu’nun sekreteri olarak 1980’lerin başında Güneş gazetesinde başladı. Uzun yıllar belli aralıklarla televizyon sunuculuğu, sinema ve tiyatro oyunculuğu gibi işlerde çalıştı. Ancak bu işlerde de başarıdan çok eğlenmekle, hayatın tadını çıkarmakla ilgiliydi. Hiçbir zaman tam bir profesyonel gibi davranmıyordu iş hayatında. Daha çok bir akış halindeydi, akışına bırakıyor, gelişine vuruyordu.

BİLİ VE CİNSELLİK

Wikipedia’da bile Bili, birkaç kez cinsellik teması ile ilintilendiriliyor. Evet, Bili kamuoyu önünde cinsellikten son derece nesnel biçimde konuşurdu, programlarında cinsellik, temalardan bir tema olarak her zaman gündemde olurdu. 1980’lerde onun, giyim ve makyajındaki punk stili ve omzundaki dövmesi yardımıyla Türkiye geniş kesimlerine ezberlettirilen ve darbe sonrasının toplumsal söyleminde diskriminasyon ile radikal şıklık arasında bir yere yerleştirilen ‘marjinal’ sözcüğü sonraki yıllarda Bili’nin cinsel özgürlükçü tavrıyla da ilintilendirildi. Evet, cinselliğe ilişkin çok sık söz aldı Bili, bu konuda televizyon programı da yaptı, fazlaca giyinmeden dergilere estetik pozlar da verdi, tiyatro sahnesinde rol icabı striptiz ve direk dansı da yaptı. Zaman zaman kendime ilişkin şu şakayı yaparım ben: “Öldüğümde mezar taşıma şöyle yazsınlar: Aşk ve sekse dair öyle çok yazdı ki, bunları yaşamaya zamanı kalmadı.” Bili’ninki de o hesap olabilir.

Evet, cinsellik de bir akıştır. Hem de çok sert bir akış. İdeolojik bentleri ve setleri yıkabilir ve yıktığında da artık ne sınıf ne kültür ne kimlik ne cinsiyet ne yaş farkı dinler, bütün kurumlara çarpa çarpa, etrafından dolanarak ya da delip geçerek yol alır. Böylesi bir akış, Bili’nin özgürlükçülüğüne ve özgüvenine çok uymuş olmalı. Kendisine çok yakıştırmış olmalı bunu. Hayatı boyunca diskriminasyona ve sosyal farklılıklara nanik yaparak yaşayan Bili’nin bu halini, hep çok sevdim. Onun bu enfant sauvage (vahşi çocuk) halini, Türkiye medyası ve İstanbul gecelerindeki.

Bili’yi çok sevdim yani…

1980’lerdeki askeri darbe karanlığında, onun o gelişine vuran söylemleri ve rengarenk stili nasıl güzel bir ferahlık hissi vermiş olmalıdır birçok genç insana. O yıllar ki, sokakta el ele dolaşan genç çiftlere evlilik cüzdanı sorulur, göstermeyenler gözaltına alınır ya da dipçiklenirdi.

Şimdi Bili’ye dair yazdığım bu portreyi, tam da yeri gelmişken Michel Foucault’nun, Cinselliğin Tarihi yapıtının önsözündeki hem felsefi hem edebi açıdan muhteşem bir pasajıyla bitirmek istiyorum:

“(…) bu aydınlık gündüz döneminin ardından gelen kısa bir gün batımının sonrasında Viktoryen burjuvazinin tekdüze gecesine varılmıştır. İşte o zaman cinsellik titiz biçimde kapatılır. Yeni bir mekâna taşınır. Karıkocadan oluşan aile el koyar cinselliğe. Ve onu, üreme işlevinin ciddiyeti içinde bütünüyle yutar. Cinsellik konusunda çeneler kapanır. Yalnızca meşru ve döl veren çiftin borusu öter. Kendisini model olarak kabul ettiren, kuralı geçerli kılan, gerçeği avcunda tutan çift, sır ilkesini kendine saklamak koşuluyla söz hakkına sahiptir. Toplumsal uzamda olduğu gibi, her evin de merkezinde, resmen tanınan, aynı zamanda da fayda ve verim getiren tek bir mekân vardır; ana babanın yatak odası. Bunun dışında kalanınsa silinmekten başka çaresi yoktur. Tutumların edebe uygunluğu bedenleri yok eder, sözcüklerin ağırbaşlılığı söylemleri tertemiz yapar. Verimsiz olansa, eğer çok üsteleyecek ve ortalıkta görünecek olursa anormale dönüşür: O statüye girer ve bunun yaptırımlarına katlanmak zorunda kalır.”


Ahmet Tulgar Kimdir?

Ahmet Tulgar, İstanbul'da 1959 yılında doğdu. 35 yıldır gazeteci ve edebiyatçı olarak yaşıyor. Çalıştığı yayınların bazıları sırasıyla Sabah, Güneş, Nokta, Milliyet, Akşam, Vatan, Birgün, Cumhuriyet oldu. Makale ve denemeleri Şehrin Surlarındalar (1992), Tam Yakalandığımız Yerden (2004), Ne Olmuş Yani? Korsan Yazılar (2005), Ben Onlardan Biriyim (2007), Diller Çehreler Barış (2010), Henüz Zaman Var (2013), Bakışın Ritmi (2020), söyleşileri Mahallede Herkes Kahramandır (2004) adlı kitaplarda toplandı. Evsiz Ülke Hikâyeleri (1989), Birbirimize (2009), Duygusal Anatomi (2015), Trajik Nüans (2016), Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı (2018), Arzunun Serbest Dolaşımı (2021) adlı altı öykü kitabı, Volkan'ın Romanı (2006), Çocuklar ve Canavarları (2012) adlı iki romanı yayımlandı.