Bir 12 Eylül kitabı: ‘O gece idamın cinayet olduğunu idrak ettim’

Avukat Fethiye Çetin’in yeni kitabı ‘Zulamdaki Şiir- Parça Parça Anılar’ çıktı. Kitapta cezaevindeki anılarına yer veren Çetin, idama bakış açısının o dönem değiştiğini anlattı.

Fethiye Çetin (ilk sıranın ortasında) Ankara TKP davasında. Fotoğraf: Gazete Duvar
Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Fethiye Çetin'in ‘Zulamdaki Şiir- Parça Parça Anılar’ adlı kitabı okurlarıyla buluştu. Kitap, 12 Eylül dönemi Türkiye'sinde yaşanan insan hakları ihlallerini ve cezaevi deneyimlerini derinlemesine ele alıyor.

Kitapta, 12 Eylül rejiminin hukuksuzlukları ve temel insan haklarının nasıl ihlal edildiği anlatılırken, sistemin işleyişinin arka planı da ortaya konuluyor. Böylece günümüzde yaşanan benzer hukuksuzluklarla 12 Eylül rejimi arasındaki bağlantılara işaret ediliyor.

İletişim Yayınları’ndan çıkan eser, 12 Eylül döneminin karanlık yüzünü ve bu dönemde yaşananları anlamak isteyenler için önemli bir kaynak niteliğinde. Çetin, kitabında işkencenin sadece bir cezalandırma yöntemi değil, ömür boyu sürecek hasarlar bırakmak için uygulanan sistematik bir yöntem olduğunu vurgularken, cezaevi ortamında insani değerlerin ve direnişin nasıl sürdürüldüğünü de gözler önüne seriyor.

Barış akademisyeni Nilgün Toker, kitabın önsözünde tam da bu gerçeğe göz kırpıyor; "...Kötülüğün, zulmün, şiddetin hikayelerinin anlamı sadece 'benim yaşadıklarımı duyun' çığlığında değil, 'kötülüğün, zulmün ve şiddetin varlığını görün ve tanıyın' talebinde aranmalıdır.”

Avukat Fethiye Çetin’le kitabında yer verdiği hapishane anılarından yola çıkarak, işkenceyi, zulmü, cezasızlık hafızasını, aynı zamanda zulme karşı umudun ve dayanışmanın nasıl sürdürüldüğünü konuştuk.

Fethiye Çetin, tutuklandığında hukuk fakültesi öğrencisiydi.

‘ZULAMDAKİLER BENİ HAYATA BAĞLIYORDU’

Kitabınıza verdiğiniz, ‘Zulamdaki Şiir’ ismi oldukça etkileyici. Bu ismi seçmenizin nedenini kitabı okuduğumuzda anlıyoruz. Ancak dilerseniz bu başlığı seçmenizin nedenini ve yüklediğiniz anlamı bir de sizden dinleyerek başlayalım...

Bu soruya cevap verebilmek için önce kitaptaki bir hikayeye kısaca değinmeliyim. Bu anlatacaklarım bir yaz günü, adli tatil nedeniyle duruşmalara ara verildiğinde koğuştan alınıp karga tulumba atıldığım pis ve karanlık hücrede yaşadıklarımla ilgili. Duvarları sıvasız, börtü böceğin cirit attığı, karanlık ve pis bu hücrede eski, kirli bir tahta ranza, küçük plastik bidon su ve tuvalet ihtiyacını gidereceğin paslı bir tenekeden başka bir şey yoktu. Daha önceleri de bu hücrelere atılmışlığım vardı ama bu defa bir başımaydım ve diğerlerine oranla hayli uzun bir süre burada kalacaktım.

Zulamdaki Şiir - Parça Parça Anılar, Fethiye Çetin, 159 syf., İletişim Yayınları, 2024

Aradan günler geçti, sonra adli tatil bitti, duruşmalar başladı ve hücreden alınıp duruşmaya götürüldüm. Tahliye olduktan sonra feci bir kaza sonucu kaybettiğimiz sevgili arkadaşım Gülsüm, duruşma sırasında, dürüp büküp küçücük bir hale getirdiği kağıt parçasını elime tutuşturdu, ‘senin için’ dedi. Çorabımı düzeltiyormuş gibi yapıp ayağımın altına yerleştirdim ve kağıdı ayakkabımın burnuna doğru ittim. Duruşma sonrasında yeniden hücreye götürüldüğümde ilk işim ayakkabımın burnundaki kağıt parçasını çıkarmak oldu. Bu bir şiirdi. Defalarca okuduğum bu şiiri  her sayım sırasında saklıyordum, zulamda artık bir de şiir vardı. Daha önce bir kadın polisin gizlice verdiği sabun parçası vardı. Sabunu ihtiyacım olduğunda çıkarıyordum, şiiri ise sayım aralarında...

Zulamdakiler beni ayakta tutuyor, umudumu ve direncimi artırıyordu. İnsanca olana, insan olana güvenin, dayanışmanın gücünün simgesi gibi. Karanlık ve pis bir ortamda yapayalnız değildim artık, dünyada hala ışıltılı bir şeyler vardı. Zulamdakiler beni hayata bağlıyordu. Bu hikayenin de içinde yer aldığı bölümün adını ‘Zulamdaki Şiir’ koydum. Kitap yayına hazırlanırken sevgili editörüm Tanıl Bora, kitabın adı ‘Zulamdaki Şiir’ olsun dedi ve ben de hemen kabul ettim.  Her ne kadar alt başlığa dikkat etmeyen okurlar için kitabın bir şiir kitabı olduğu yanılsaması yaratsa da ben hala kitabın adını çok seviyorum. Hem zindanı hem de onun içinde umudu anlattığı için…

‘GEÇMİŞ, GEÇMİŞ OLAMIYOR, UNUTULAMIYOR’

Zulamdaki Şiir, bireysel bir tanıklığın ötesine geçerek toplumsal bir hafıza oluşturuyor. Sizce, bireysel hikayelerin bu hafızadaki rolü nedir?

Bu tanıklıklar sadece geçmişi hatırlamak, anıları dile getirmek; ‘ah biz ne acılar çektik, duyun’ gibi bir şey değil. Bir türlü geçmiş olamayan geçmiş üzerine yürütülen bir adalet ve hakikat mücadelesi esasında. Geçmişi unutturmaya ya da geçmişin başka türden temsiline, başka türden hikayelere dönüştürülmesine karşı yürütülen politik bir mücadele amaçlanan. Çünkü esasında unutturmak, inkar ya da geçmişin çarpıtılması nasıl politik bir mesele ise hafıza üzerinden yürütülen mücadele de tanıklıklar da politik bir mücadele.  

Üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen 12 Eylül, uzunca bir tarihsel akış içinde en çok hatırlanan, anlatılan ve üzerinde konuşulan siyasal olaylardan biri. Yaşayanlar biliyor ki, aradan 50 yıl da geçse zaman adaletsizliği unutturmuyor. Aksine yaşanan her adaletsizlikte, her işkencede kendini hafızaya yeniden dayatıyor. Geçmiş, geçmiş olamıyor, unutulamıyor.

Sevgili Nilgün Toker sunuş yazısında, “En önemlisi bir geçmişin geçmiş olması, onun gerçekten bir daha asla ilkesine uygun olarak geride bırakılması için ortaklık alanına sesleniştir bu anlatılar” diyor. Umarım bu seslenişler, ortaklık alanına ulaşır, dikkate alınır, tartışılır. En önemlisi, layıkıyla bir yüzleşme için güçlü bir talep oluşmasına küçük de olsa bir katkıda bulunur.

Fethiye Çetin, Cumartesi Anneleri'nin Galatasaray Meydanı'ndaki eylemlerine de sık sık destek oldu.
‘EN FAZLA SUÇ İŞLEYEN EN İYİ ŞEKİLDE ÖDÜLLENDİRİLİYOR’

Kitabınızın bir bölümünde, 12 Eylül’ün ‘mutlak bir kötülük’ olduğunu vurgulayarak “İşkenceciler o gün olduğu gibi bugün de eylemleri nedeniyle cezalandırılmayacaklarını bilmenin rahatlığıyla suç işlemeye devam ediyor.  Hatta suç olarak değil hak olarak görüyorlar" şeklinde ifadeler kullanıyorsunuz.  Yaşadığınız bu süreci cumhuriyetin kuruluş kodlarıyla da birlikte nasıl değerlendirirsiniz?

Bütün ulus devletlerin hedefinde ve temelinde homojenleştirilmiş bir nüfus oluşturma çabası olmuştur ve bu çabanın kendisi kuşkusuz şiddete gerek duyuyor. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin çok uluslu, çok dilli, çok dinli bir imparatorluktan ulus-devlete geçişi Müslüman olmayan nüfusa karşı devasa, vahşi bir şiddet kullanılarak gerçekleştirildi. Cumhuriyet ve kurumları halen bilinçaltı kurucu şiddetin süregiden etkisi altında. Katliamların, cinsel saldırıların, mallara ve servete el koymanın çok büyük çapta gerçekleştirildiği bu dönemde, işlenen bütün suçlar cezasız kaldığı gibi en fazla suç işleyen de en iyi şekilde ödüllendirildi. Suç işleyenleri aklamak için öncesinde yasa çıkarıldı ve bu yasa 12 Eylül döneminde de hala yürürlükteydi ve adı dahi değiştirilmemişti. 12 Eylül işkencecileri bu yasadan yararlandırıldı ve bu yasaya güvenerek pervasızca suç işlediler. Benzer düzenlemeler daha sonra da hayata geçirildi.

Devlete kutsallık atfedildi, devletin bekası için her suç ve her hukuk dışı eylemin failleri aklandı. İşte o gün bu gündür devletin bekası adına hareket ettiğini düşünen bütün failler aklanacakları hatta ödüllendirilecekleri bilinciyle suç işliyorlar. Irkçılık, bu yeni devletin temel bileşeni. Irkçılığın olduğu yerde elbette eşitlikten söz edilemez, eşit yurttaşlık bir hayaldir. O günden bu güne eşit yurttaşlık hala bu ülkenin en temel sorunu.

‘BASKI, İŞKENCE VE EZİYETE KARŞI BİRLİKTE DİRENİYOR, PES ETMİYORDUK’ 

Cezaevinde işkence, sadece fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir yıkım aracı olarak karşımıza çıkıyor. Bu dönemde içsel gücünüzü nasıl korudunuz? Direnme noktanız neydi?

Öncelikle belirtmeliyim ki bizi ayakta tutan inancımızdı. Başka türlüsünün mümkün olduğuna dair bir inanç. Bir de o zaman koğuş sistemi olduğu için cezaevinde senin gibi olanlarla bir arada tutuluyordun. Her birimiz koğuşa ağır işkencelerden geçerek üzerimizde, ruhlarımızda yara bere izleriyle gelmiştik ama yan yana olunca birbirimizden güç aldık, direnerek kişisel planda değerli olma duygumuzu onarıyorduk, hayatımızı yeniden yapılandırıyorduk. Baskı, işkence ve eziyete karşı birlikte direniyor, pes etmiyorduk. 

Ancak her zaman koğuşta arkadaşlarınla, yoldaşlarınla olamıyorsun, mesela hücrelere atıyorlar ve artık orada tek başınasın. İnsan olmaktan çıkarmaya çalıştıkları bu ağır tecrit koşullarında bile insanı, insani olanı görmek, umudunuzu ve inancınızı güçlendiriyor. Mesela, cam bardakta demli çay ikramı, gizlice verilen bir sabun parçası, elinize gizlice tutuşturulan bir şiir, yoldaşlarınızdan gelen temiz çamaşırlar ve daha pek çok küçük dayanışmalar küçük olarak kalmıyor, katlanarak büyüyor yüreğinizde geleceğe olan inancınızı körüklüyor, büyütüyor. 

Karanlık içinde ışığı da barındırır derler. Bu dayanışma örnekleri, karanlığın içindeki ışığı olanca netliği ile görmemi sağladığı için bu dokunuşları yapanlara minnettarım. Ben tanık olduklarımı yazdım ama biliyorum ki onlar, bu saydıklarımdan ibaret değil.

‘12 EYLÜL SOLU EZDİ, SAĞA YOL VERDİ’

Kitabınızın bir başka bölümünde cezasızlık hafızasının beslenmesinde 12 Eylül’ün katkısının altını çizerek bu suçları cezasız bırakmanın, kuşaktan kuşağa, geçmişten günümüze bir cezasızlık hafızası oluşturduğuna dikkat çekiyorsunuz. 12 Eylül rejiminin topluma bıraktığı en büyük miras ne oldu? Türkiye’deki toplumsal yapıda, hukukta ve siyasi yaşamda bu mirasın izlerini nasıl hissediyoruz? 

12 Eylül, kendisinden önce de var olan yerleşik bir cezasızlık hafızası ve kötülüğün hesap vermediği aksine ödüllendirildiği bir siyasal kültürü canlandırdı, yeniden ve uzun sürecek bir formda dizayn etti. Çok sayıda insan işkenceyle öldürüldü ama bunun cezasını çeken olmadı, aksine ödüllendirildi. Mesela benim işkencecilerimden biri önce emniyet müdürü sonra da bir ilin valisi yapıldı.

12 Eylül, çok travmatik ve çok yakıcı ama asla kendinden öncekilerden ve sonra yaşanacaklardan izole değil. Suçlarla yüzleşmemek, suçları cezasız bırakmak; kimin bedeninin değersiz olduğu, kimin haklarının ihlal edilebileceği, bu ihlalin hangi koşullarda meşru olabileceği bilgisini yaratan bir hafıza alanı oluşturuyor. Ve bu hafıza, kuşaktan kuşağa, geçmişten günümüze taşınıyor.

Bu hafıza neleri barındırıyor? Mesela ortada henüz bir suç olmasa da toplumu oluşturan bireyler, hangi suçların hangi koşullarda meşru görüldüğünü, hangi bedenler üzerinde suç işlemenin suç olarak görülmediğini, hatta hak olarak görüldüğünü biliyorlar. Çünkü her birimiz cezasızlık kültürünün içinden geliyoruz. 12 Eylül’ün bu kültüre katkısı inkar edilemez. 12 Eylül, politik olanı ezdi, hatta politik olmayı suç olarak sundu, apolitik olmayı özendirdi, birbirimizle karşılaşma alanlarımızı yok etti, solu ezdi, sağa yol verdi, bireylerin en derinlerine korkuyu ve devlete koşulsuz itaati yerleştirdi.

Devlete adanmış bedenler yaratarak Hitler’in deyimiyle ‘İnsanı devletleştirdi.’  Bunu yaparken zorlanmadı, devletin sınırsız gücünü içselleştirdi ve uyum sağlamakta zorluk çekmeyen bireylerden oluşan bir zemin üzerine inşa etti modelini.

‘BEN O GECE, İDAMIN CİNAYET OLDUĞUNU İDRAK ETTİM’

Kitabınızın yine başka bir bölümünde “İlk defa düşman kamptan faşist birinin idamı sarsıyordu beni. Çünkü artık sadece bizim çocukların idamına değil, idamın kendisine karşı olmam gerektiğini kavramıştım” diyorsunuz. Düşman olarak gördüğünüz bir insanın idamına karşı olmak nasıl bir duygu? Fikri ve vicdani olarak geldiğiniz bu noktayı biraz açabilir misiniz?

Tutuklandığımda hukuk fakültesi öğrencisiydim. Fakültedeki hocamız “idam, devletin taammüden adam öldürmesidir” derdi. Çok kolay kullandığım, idam cezasına karşı olmayı anlatmak için sık sık tekrarladığım bir sözdü ve anladığımı sanıyordum. Koğuşta nöbetçi olduğum bir gece, bütün koğuş uykudayken Piyangotepe katliamı sanığı Ali Bülent Orkan’ın idama götürülüşüne tanık oldum, ayaklarımın bağı çözüldü sanki. Olduğum yere çöktüm ve uzun süre yerimden kalkamadım. Kitapta bu olayı ve bu olayın üzerimdeki etkilerini anlatmaya çalıştım. Ancak kısaca söylemem gerekirse “idam devletin taammüden adam öldürmesidir” sözü o geceden sonra benim için gerçek ağırlığıyla dolu artık. Ben o gece, idamın cinayet olduğunu idrak ettim ve esasen anlamanın idrak etmek olmadığını fark ettim. Hak ve özgürlüklerin kimliğinden, kişiliğinden, inancından bağımsız olarak istisnasız herkes için olduğunu öğrendim.

‘GEÇMİŞ, OLMUŞ BİTMİŞ BİR ŞEY DEĞİL, DEVAM EDİYOR’

Belki çok klasik bir soru gibi olacak ama kitabınızdaki anlatımlar bu soruyu sanki yeniden zorunlu kılıyor. Cezaevinde bireysel olarak sizin yaptıklarınız son derece samimi ve hatta sert bir yüzleşme çabası. Bu bağlamda 12 Eylül’ün toplumsal hafızasıyla yüzleşmek Türkiye’nin siyasi ve toplumsal istikrarına nasıl bir katkı sağlar?  Kendi çabanız ve toplumsal durumumuzu yan yana koyarsak neler söylemek istersiniz?

Angolalı yazar José Eduardo Agualusa, Eylem Ümit’le söyleşisinde şöyle söylüyor: “Geçmişi unutursak, ona dikkat etmezsek, bize saldırmak için geri gelir. Geçmiş her zaman değişir. Biz ilerledikçe değişir, ona her baktığımızda değişir. Bir göz geleceğe, diğeri geçmişe bakarak ilerlemek gerekir. Geçmişin ölü olduğu düşüncesi bana her zaman tehlikeli gelmiştir.”

İşte biz de geçmişle yüzleşmediğimiz için geçmiş sürekli geri geliyor. Geçmiş, olmuş bitmiş bir şey değil, devam ediyor. Gerçek bir ‘geçmişle yüzleşme’, geçmişin bugündeki tezahürleriyle de uğraşarak mümkün. Şiddete, suça yol açan sistemin sorgulanması yapılmadan, geçmişle yüzleşilmeden, yani siyasi ve ekonomik bir dönüşüm gerçekleştirilmeden bugün şikayet ettiğimiz sorunlar çözülemiyor. Devlet suç işlemeye devam ediyor çünkü geçmiş, geçmiş olamıyor. Öte yandan toplum olarak biz de geçmişle yüzleşme konusunda kuvvetli bir talep oluşturamıyoruz.

Genel bir ‘12 Eylül kötüydü’ anlatısını dolaşıma soktuk ama bu kötülüğün mümkün olmasında ve bütün topumu esir almasında kimlerin rolü olduğunu sormadık. 12 Eylül anılarımızı anlattık ama bilinçli bir karar almasak da ortaklaşa sustuklarımız, halının altına süpürdüklerimiz var ve bunlar üzerine konuşmadık. Neden konuşmadığımızın üzerine de düşünmedik. Susarsak unutulur sandık belki de...

Bizde yüzleşmekten ziyade üzerini kapatma ya da seçerek hatırlama geleneği var. Kendi hatalarımızla da yüzleşemiyoruz. Hafıza gerçekten acayip bir şey, seçici, herkes kendi tarihini yaratıyor. Kötü olan her şeyi düşmanın gaddarlığına bağladık, belki başka türlüsünü de bilmiyorduk. Sonuçta ortada duran, layıkıyla anlatılamamış koca bir hikaye var. Birimiz açmaya çalıştığımızda kalanımızın can havliyle kapatmaya çalıştığı... Çok dinamik bir şey hafıza, sabit değil. Sürekli yenileniyor. Kendi geçmişimizi bile hayatta yeni şeyler öğrendiğimizde farklı yorumluyoruz.

Bazı şeyleri de unutmak istiyoruz çünkü onları hatırlamak acı veriyor. Unutmak istediklerimizi hatırlayarak, üzerinde sustuklarımızı düşünerek ve konuşmakla başlayabiliriz işe. Hem hatırlarken şimdiki zamana da önemli bir çizik atarız. Her çizik gibi bu da acıtır ama unutmayalım ki ışık da o çizikten sızar. Ben kendimle, örgütümle, genel olarak sol siyasal kültürümüzle kendi çapımda yüzleşmeye çalıştım. Şunu memnuniyetle fark ettim ki, yüzleşmeye çalışırken yeniden düşünüyorsun ve yeni şeyler keşfediyorsun.