'Bir aradalığın sinemada varoluşu': 'Bilûra Nişo', Surp Giragos’ta gösterildi
Yönetmen Sedat Kıran’ın yapımcısı ve yönetmeni olduğu "Bilûra Nişo", Surp Giragos Kilisesi'nde izleyicilerle buluştu.
Ben seni beklerken bir yanım sende
Bir yanım Ergani’de
Bir yanım Ergani istasyonunda
Küçük bir kız bir de hafız vardı.
Kız alev alev saçlı, kavruk yüzlü
Bahar renkli gözleri çipil çipill
Yüreği ise kıpır kıpırdı
Bir eli hafızın ceketinde
Bir eli umutlarda
Vagonların önünde
Umutla uzanırdı elleri
Umutla açılırdı eteği
Amca-teyze diye
Bir gün yolun düşerse Ergani’ye
O küçük kızı görmeden
Hafızın kavalını dinlemeden
Sakın Ha!..
Cemilpaşa Kent Müzesi’nde sergilenen Nişo’nun kavalının yanındaki çerçevede yazılan Mitat Üzülmez’e ait bu şiir, iki büyük ustanın hikayesini barındırıyor. Aynı dönemde yaşamış bu iki sanatkardan biri aslen Eğilli olan marangoz ve kaval yapımı ustası Dikran Nişan diğeri ise güçlü nefesiyle kavala ruh veren bilûrvan (kaval çalgıcısı) Erganili görme engelli Zülfi Yokuş. Nişan, çocuk yaştayken 1915’teki Ermeni tehcirindeki göç yolunda aile fertlerini kaybeder. Annesiyle birlikte tekrar Diyarbakır’a dönerek bir marangoz ustasının yanında çırak olarak çalışır. Nişo alarak bilinen Dikran Nişan burada öğrendiği meslekle Ermenistan’a kadar nam salan bir marangoz ve aynı zamanda kaval ustası olur. 1970’lere kadar Suriçi’ndeki atölyesine Suriye, Ermenistan, İran ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinden kaval yaptırmaya gelenler olur. Aralarında kendisinden kaval almaya gelen görme engelli biri de vardır. Bu kişi Bozkırın Vivaldisi olarak bilinen, Diyarbakır ve çevresinde güçlü diyaframıyla çaldığı kavalı dillere destan olan Hafız Zülfi Yokuş’tur. Yokuş’un hikayesi de Nişo’nunkine benzerdir. Yokuş’un babası seferberlik sırasında gittiği Kurtuluş Savaşı’ndan geri dönmez. Yokuş babasına çok üzüldüğü için hastalanır ve üzüntüden gözlerini kaybeder. Ailesi onu teselli etmek için bir tüfeğin borusuna delikler açarak çalgı haline getirip eline verir. Oyalanmak için çalmaya başladığı bu aleti bir daha elinden bırakmaz. Nişo’nun ismini duyar ve kaval almak için kapısını çalar. Bu ki ustanın yollarının kesişmesi de bu şekilde olur.
'KARACADAĞ, İLK TARIMIN YAPILDIĞI DERİN BİR KÜLTÜRE SAHİP'
Hikayenin bundan sonraki kısmı için Yönetmen Sedat Kıran’a kulak verelim. Urfa’nın Siverek ilçesi Karacadağ eteklerine kurulu Otlu köyünde doğup büyüyen Sedat Kıran, Karacadağ’da çiftçilik yaparak kazandığı parayla belgesel filmler çekiyor. Liseyi Siverek’te bitirdikten sonra Kıbrıs Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde İletişim Fakültesi'ni bitirip İstanbul’da ticaretle uğraşır. Babası dengbêj olan Kıran, Karacadağ’daki köyüne geri döner. Karacadağ’ın mistik ortamından aldığı ilhamla hobi olarak fotoğraf çekmeye başlar: "Yazları köye geldiğimde bana sıkıcı gelirdi. İstanbul’da kalıp ticaretle uğraşmaya devam edebilirdim ama bu kez farklı bir gözle bakmaya başladım. Karacadağ ilk tarımın yapıldığı derin bir kültüre sahip."
Köydeki kadınların kendilerine özgü giyimleri, yüzlerindeki ifade, çeşitli simgelerden oluşan dövmeleri ilgi alanına girer. Önceleri arşiv niteliğinde kadın ve çocuk portreleri çeker. Sonra da bu fotoğraflardan oluşan 'Zılgıtın Sesi' adlı bir sergi açarak fotoğraflarını çektiği insanları burada buluşturur:
"Karacadağ’da yaşayan insanlar feodal yapı, adet, gelenek gibi yaptırımların etkisinden dolayı o özünü kaybetmiş diyebiliriz. O sergiyle ben aslında feodal yapının insanların baskı altında tutmasının dışında aslında bu insanların sanatla çok içli dışlı olduğunu da göstermeye çalıştım. İnsanların kendi fotoğraflarını sahiplenmesi o sergiye coşkuyla gelmeleri ve o duyguların onların özü olduğunu gördüm". Karacadağ, sanatsal üretimi için bir kapı açar Kıran’a.
Ardından her şeyin sanayileştiği bir dönemde orada hala tarımsal ve hayvansal üretimin geleneksel metotlarla yapıldığını gösteren Koçerlere ilişkin bir çalışma yapar: "Karacadağ hala bu derin kültürü yaşıyor doğadan kopmadıklarını gördüm. Bu süreçte yavaş yavaş onlar da bitecek. Teknoloji oraya girdiği zaman o da bitecek. Hala kadınlar süt ürünlerini meşk dediğimiz bin yıllık bir aletle yapıyor ama beş on yıl sonra maalesef o yaşam biçimi de yok olacak. Bu örnekler üzerine bin yıllık koçerliği ve o yaşam biçimini barındıran 'Abur' (Göçmen Kuşlar) isimli kurmaca belgeseli yaptım. Daha sonra bereketi simgeleyen bir coşkuyla pirinç hasadı yapılan 'Mirkut' belgeselini çektim."
BÜTÜN ÇOBANLAR NİŞO'DAN BAHSEDİYOR
Çocukluğunun geçtiği köyde sabahları duyduğu kaval sesleri giderek azalır. Bununla ilgili az sayıda kalan çobanlarla konuşurken kaval ustası Nişo’nun ismini duyar: "Kaval sesine çocukluktan beri aşinayım. Halaylar da kavalla oluyordu. Şimdi çok az kaldı kaval çalanlar. Yaşlı kaval çalanlar bana kavalın hikayesini anlatırken Nişo’dan bahsettiler. Diyarbakır’da Ermeni biri olduğunu ve muazzam kaval yaptığını söylüyorlardı. O dönemde çocuk ya da genç olan bu çobanlar biriktirdiği harçlıklarla Nişo’dan kaval yaptırdıklarını anlatıyorlardı. Hatta biri kaval çalarken 'Bu Nişo’nun kavalıdır, bunun üzerine melodisi iyi olan bir kaval olamaz' diye Nişo’nun ustalığından söz ettiler. Bu ilginç geldi bana ve Nişo’nun izini sürmeye başladım."
Kıran, yaptığı araştırmalar sonucunda Nişo’nun ailesinin 1980’lerde İstanbul’a taşındığını öğrenir. Aileyle kontak kurarak İstanbul’a gider. Nişo’nun oğlu İbrahim Nişan’la tanışır. İbrahim Nişan da çocukken babasının yanında çalışmıştır: "Diyarbakır özlemi ve hasretiyle İstanbul’da yaşayan bir aile. İbrahim Bey bana kendi ailesinin ve babasının hikayesini anlatırken Zülfi Yokuş’tan bahsetti. Ben o ismi ilk defa orada duydum. Diyarbakır’da kaval çalan biri olduğunu ve kavalını babasına yaptırdığını söyledi."
Bunun üzerine Kıran, belgeseli zenginleştirmek üzere bu iki hikayeyi birleştirmek için bu kez Zülfi Yokuş’un ardına düşer: "Ulaşmak biraz zor oldu. Diyarbakır’da aileyi buldum. Kızı Hatice Yokuş’la görüştük. Zülfi 1995’te, Nişo’da 1998’de vefat etmiş. İkisi aynı dönemlerde yaşamış. Zülfi 90’lara kadar kaval çalmış. Diyarbakır’da en iyi kaval ustası olan Nişo’yu duyuyor ve onun yanına gidiyor ve kendisinden kaval yapmasını istiyor. İbrahim Bey, ‘Zülfi geldiği zaman ona özel kalıplara dökülmüş kavallar yapıyorduk çünkü çok iyi bir diyaframı vardı onun için ayrı bir döküm yapılıyordu’ diye anlatıyor. Nişan ailesi 80’lerde siyasal hareketler ve inanç boyutuyla baskılardan dolayı burada barınamıyorlar. İbrahim Bey kiliseye gittiklerinde kendilerine ‘gavur’ denildiğini ve özgür hissetmediklerinden söz etti. Ailenin bir bölümü de Kanada ve Los Angeles’a gitmiş."
Filmde İbrahim Nişan’ın çocukluğunun geçtiği sokaklara geri dönüşü, doğduğu eve gitmesi ve babasını tanıyan tek tük kalan kişilerle görüştüğü görülüyor.
"İbrahim Bey'le sohbette 50 yıllık bir Diyarbakır özlemini gördüm. Burada sistemli olarak bu coğrafyada yaşamış farklı inançlara mensup insanlara göçertme politikası dayatıldı. Daha çok Ermeni bir ailenin hikayesini anlatıyor ama bu filmi izleyince Kürtlerin de eleştirel olarak kendilerini sorgulaması gerektiğini düşünüyorum. İnanç boyutunda Kürtlerin Müslüman, Ermenilerin Hıristiyan olması da ayrı bir trajedi. Çünkü sonraki süreçte Ermenilere dayatılan Kürtlere de dayatıldı. Belgeselde çeşitli karakterler aracılığıyla Kürtlerin sanatının, kültürünün de baskı altında olduğunu görüyoruz."
ESKİCİYE SATILAN KAVAL ŞİMDİ MÜZEDE
Belgeselde Zülfi Yokuş’un kızı Hatice Yokuş’un anlatımlarıyla babası ustalıkla çaldığı halay makamındaki ezgilerle bilûrvan olarak düğünlerin, törenlerin aranılan isimlerinden olur. Ergani tren istasyonunda yanında kızı Hatice’nin kendisine refakat ettiği Zülfi Yokuş bir nevi sokak müzisyenliği yaparak geçimini sağlar. Trende asker uğurlamaya gelenler ve dengbêjlerle yaptıkları düetler dillere destandır. Ömrünün son demlerinde artık çalamaz olduğundan ve geçinmekte zorlandığından kavalını satmaya karar verir. Çoğu kişi onu tanıdığı için "Sen bu kavalla milleti coşturmuş, hüzünlendirmiş, neşelendirmişsin" diyerek kavalı satın almak istemez. Sonra bir eskici cüzi miktarda bir parayla kavalı alarak dükkanında sergiler. Hamza Ayna isminde bir berber, eskici dükkanında Nişo’nun yaptığı ve Zülfo’nun çaldığı bu kavalı görünce eskiciden satın alarak Cemilpaşa Konağı’ndaki Kent Müzesi’ne getirip hibe eder.
Sedat Kıran dört yıllık bir çalışmanın ardından bu kaval üzerinden iki ailenin 1915’lerden başlayan hikayesini kalıcı hale getirerek izleyiciyle buluşturur. İstanbul, İzmir, Diyarbakır ve Bursa’da çekimleri yapılan filmin ilk gösterimi geçen yıl Duhok Film Festivali’nde yapılır. Film, Almanya Düsseldorf Kürt Film Festivali (DKFF) ve Hollanda Amsterdam Kürt Film Festivali'nde gösterilir.
SURP GİRAGOS'TA BÜYÜK BULUŞMA
Filmin Diyarbakır’daki gösterimi ise Nişan ve Yokuş ailelerinin katılımıyla Diyarbakır’daki Surp Giragos Kilisesi’nde gerçekleşti. Dünyanın çeşitli yerlerine dağılan Ermenileri bir araya getiren gecede duygu dolu anlar yaşandı. Nişan ve Yokuş ailesi burada buluşurken Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Serra Bucak, sivil toplum kuruluşu temsilcileri ve sanatseverler yüz yıllık bir trajediyi anlatan filmi yalnız bırakmadı. Filmin ardından yapılan söyleşide seyirciler ve Nişo’yu tanıyanlar duygularını dile getirdi.
Yönetmen Kıran, "Dağlar hala benim yaptığım kavalların perdeleriyle inler" diyen Nişo’nun sözlerini hatırlatarak, filmin pek çok yerde gösterimi olduğunu ancak bu atmosferde yapılmasının kendisini çok heyecanlandırdığını söyledi.
Dikran Nişan’ın oğlu ve aynı zamanda filmin danışmanı olan Murat Nişan, Yönetmen Kıran’a teşekkür ederek, "Bu filmi yaparak babamı ölümsüzleştirdiniz. Bu filmdeki evrensel mesajın herkese ulaştığını düşünüyorum. İki ayrı insan. Başlarına ne geldiği önemli değil ama onların ne yaptığı önemli. Babam iyi bir kaval ustası ama çok iyi yapan bir kaval çalan olmasa olmazdı. Ne mutlu bize ki bu kilisede bir aradayız. Sana ne olduğu önemli değil senin ne yaptığın önemlidir. Bugün çok güzel bir şey ortaya çıktı. Bu iki insan yan yana gelerek bize bir mesaj verdi. Biz etnik kökenimiz, fikirlerimiz ayrı olabilir ama bir arada yaşayabilir ve çok güzel şeyler yapabiliriz" dedi.
Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Serra Bucak, "Yüzyıllık bir yolculuğa götürmüşsünüz. Ne mutlu size ki o güzel birlikteliği, dostluğun ve bir aradalığın sinemada varoluşunu ifade etmişiniz. Çok önemli bir hakikate dikkat çekmişsiniz. Bu bizim coğrafyamızın, Diyarbakır’ın bir hakikati. Kadim halkları, kendini Diyarbakırlı hisseden herkesi bu filmde, bu mekânda görmek çok kıymetli. Burada ve diasporadaki tüm Ermeniler, bu coğrafyada yaşanan katliamın acısını yaşayan tüm Diyarbakırlılar ve o dönemin tüm yöneticileri bu kiliseye emek verdi. Aslında bir birlikteliğin ve bundan sonra da barış içinde yaşanması gereken bir mekan burası" diyerek Kıran’ı tebrik etti.
YENİ PROJE YOLDA
Kıran, topraktan üretip kaynak yaratarak özellikle markajına aldığı Kürt kültürü ile ilgili daha çok film yapmak istediğini belirtti: "Bu zorluklar içinde bir şeyler yaratmak gerçekten zor. Maalesef doğu toplumlarında sanat imkansızlıktan doğuyor."
Kıran, şu sıralar Fadile Kufragi, Abdülkadir Kızılkaya ve Sofi Şeyhmus üzerinden görme engelli dengbêjler projesi ile uğraşıyor. Onu bu çalışmaya yönlendiren sebeplerden biri de bu sanatçıların yaşadıkları koşullara dikkat çekmek:
"Şakiro çok iyi bir yorumcu ve dengbêjlerin şahıdır. Maalesef kötü koşullarda İzmir’de ekonomik sıkıntıları yaşayarak öldü. Buna örnek olarak da halen böyle yaşayanlar var. Fadıle Kufragi. Mardin’de yaşıyor. 83 yaşında. Aşk ve kahramanlık üzerine ciltlerce roman olabilecek dengbêjlik makamları var. Kimse bu insanın koşullarının iyileştirilmesi müzikal anlamda daha iyi bir hizmet sunabilmesi anlamında yardımcı olmuyor. İkinci bir Şakiro varsa o da odur. Hakkari’de Abdulkadir Kızılkaya’nın şiir divanı ve çok iyi tarihi bilgisi var. Diğeri de biraz dervişlik yönü olan Sofi Şeyhmus. Bunlar yaşama nasıl bakıyorlar? Bunlar için görmeyle ilgili bir sorun var mı yok mu? Dengbêjlik bunlar için nedir, nereden öğrendiler, bu kötü koşullarda yaşama nasıl bakıyorlar, müzik onlar için nedir, bu tür sorular üzerinden dünyaya nasıl baktıklarını o perspektifte yapmaya çalışıyorum. Önümüzdeki yıl bitecek."