YAZARLAR

Bir başkadır İbo Şov

İbrahim Tatlıses’in yolu hayli uzun, dolambaçlı. Mağaradan imparatorluğa yer yer masalsı, efsanevi. İktidarın, her durumda “güç” üzerinden inşa edilip sergilendiği bu anlatı, doğrudan şiddeti de içinde taşır. Arada silahlar konuşur. Kimse şaşırmaz. Şarkı sürer, şov devam eder.

18 yılın iktidarı daimilik, mutlaklık derdi ve iddiasıyla sürekli kendini öteliyor, ileri atıyor. 2023 yakın plan. Daha bunun 2053’ü var, 2071’i var şimdilik… Öte yandan son birkaç yıldır en tepeden dillendirilen “siyasal iktidar olduk ama kültürel iktidar olamadık” serzenişi eşlik ediyor bu mutlak-daimi iktidar çabasına.

Siyasal iktidarın 18 yılda yarattığı ekonomik dönüşümler, toplumun mutlak çoğunluğu için mutlak yoksulluk boyutunu aldıkça, kültürel iktidar meselesi daha yakıcı hale geliyor. Hesaplanıp planlansa olmayacak bir zamanda o yakıcı meseleyi içinde taşıyan Bir Başkadır adlı Netflix dizisi yayına girdi. Görüldü ki konaklar, aşiretler, yalılar, bol güvenlikli siteler, hemen dibinde yoksul mahalleler, çukurlar vs hattında kurgulanan dizilerin ötesine geçip şimdiki hal ve zamana hafiften yaklaşan işler hasretle bekleniyormuş. Memleket mahallesini, insanını konuşmaya can atıyormuş herkes.

Tam da reform, acı reçete falan derken, “memleketin bütün renkleri bizim” telinden çalmak, yorgun ve yılgın yığınlara “hadi inşallah” tesellisi veriyor olsa gerek.

Devasa billboardlardaki afişle haberdar olmuştum diziden. Dallı güllü beş türlü Sümerbank basmasını çağrıştırmıştı: Ucuz… her anlamıyla, renkli ve canlı. Hakiki.

Ne adı kaldı Sümerbank’ın ne de “basma” denen kumaşı. Dizi tam da her anlamıyla Cumhuriyetin sembollerinden Sümerbank’ın yerini Taç Perde’ye, A 101–BİM zincirlerine bırakma sürecindeki insan manzaralarını getiriyor önümüze. Taç Perde’nin Zorlu Center’la taçlanıp holdingleşmesi, o ve diğer zincirlerin her anlamıyla ve büyük harfle İktidar olması, dizinin meselesi değil elbette. Ama, evet, kurumların ve iktidar sahiplerinin, göstergelerinin değişimi, “bir başkadır” dedirtiyor daima.

Şimdilik burada duralım dizi bahsinde. O ortalığı kasıp kavururken aynı günlerde İbo Şov ekranlara döndü. Tam da “bir başkadır” dedirten bir küllerinden doğma hamlesi. Öyle ya da böyle kendisine “İmparator” dedirten, kırk yılın onca değişimi içinde her şeye karşı sahnede –iktidarda– kalabilen bir şov var karşımızda. Kültürel iktidarın –ve elbette siyasal, ekonomik iktidarın da– işaretlerini bünyesinde taşıyan, sergileyen bir şov.

Platon, 2500 yıl öncesinden işaret etmişti müziğin, devletin ve toplumun ayrılmaz öğesi, temel harcı olduğunu. O nedenle de yakından bakmayı hak ediyor İbo şov.

'ŞARKILARIMIZ BİZİM YASALARIMIZDIR'

İbrahim Tatlıses’in yolu hayli uzun, dolambaçlı. Mağaradan imparatorluğa yer yer masalsı, efsanevi. İktidarın, her durumda “güç” üzerinden inşa edilip sergilendiği bu anlatı, doğrudan şiddeti de içinde taşır. Arada silahlar konuşur. Kimse şaşırmaz. Şarkı sürer, şov devam eder.

Platon Devlet’te iktidar ve örgütlenmesini, devlet–yurttaş ilişkilerini kuramsallaştırırken şiirden resme, müziğe değin sanata kapsamlı olarak yer verir. Bu, 20. yüzyıl başlarındaki “rızanın inşası” formülünün, şimdilerde burada sıklıkla karşımıza çıkan “kültürel iktidar” meselesinin Platon’dan beri gündemde olduğunu gösterir.

Platon 80 yaşında kaleme aldığı Yasalar’la bir bakıma Devlet tasarımını, tezlerini revize eder. Ama müzik asli yerini korur onun kuramında. Şarkıları yasalarla eşdeğer tutar. Bu yönden bakıldığında müzik, toplumsal, kültürel, siyasal değişimlerin temel göstergelerindendir. Tatlıses’in serüveni de bunu örnekler. Urfa’dan İstanbul’a ve İmparator’luğa uzanan yolculuğunun hemen her evresi, Türkiye’deki dönüşümlerin izlerini taşır.

Tatlıses’in Adana–Ankara pavyonlarından İstanbul gazinolarına, 45’lik plaklar ve onlara eşlik eden filmlerle kitlelere ulaşması 1970’lerin sonlarına rastlar. 1980’lerde “star” kimliği kazanır, 1990’larda artık İmparator’dur. 1993’den silahlı saldırıya uğradığı 2011’e dek kesintisiz süren İbo Şov, imparatorluğu holding boyutuna taşıyacaktır.

Onun İstanbul’a transfer olduğu 1970’lerin ikinci yarısında kent, yoğun göç akınına sahne olmaktadır. Nüfus istatistiklerine göre 1975–1980 döneminde Anadolu’dan İstanbul’a göçenlerin sayısı 559.326 kişiyi bulmuştur. Bu aynı dönemde ülkedeki toplam göçün % 20.6’sına karşılık gelmektedir. 1980–90 döneminde bu daha da yükselen bir ivme kazanır. 12 Eylül diktasının Kürt coğrafyasındaki şiddeti 1987’den itibaren OHAL’le (“olağanüstü hal”) kalıcılaşır. Bu da İstanbul başta olmak üzere büyük kentlere göçleri hızlandırır.

1968’de çıkan Bir Teselli Ver plağıyla sembolize edilen büyük kent yoksullarının, göçmenlerinin efkarlı yakarış ve direnişini seslendiren yeni tür müzik; arabesk, on yıl sonra Tatlıses’in İstanbul sahnelerinde boy gösterdiğinde hayli aşınmıştır. Orhan Gencebay’ın kahırlı ve fakat vakur edasından çok Ferdi Tayfur’un yırtınmayla umursamaz yırtıklık arasında salınan feryadı duyulmaktadır. Dumanlı sesiyle ve arada hoyratları, türküleri de dahil ettiği repertuarıyla Müslüm Gürses eşlik eder ona.

Ayağında Kundura’yla çıkış yapan Tatlıses kendi yaşamıyla doğrudan tanıklık ettiği, içinde yer aldığı bu ses, eda, nağme, söz değişimlerinin bileşimini taşır. Onlara gençliği ve dinamizmi getirir. Türkülerle yerliliği–sılayı, terkedileni seslendirir, şarkılarla yersiz yurtsuzluğu. Her durumda erojen eda kendini duyurur.

Kadın dövmeyi sürekli ve aleni ilişki biçimine dönüştüren bir şehvet, sevgi seli!

AZINLIKTAN ÇOĞUNLUĞA

Çetin Altan, “İstanbul hünkarbeğendiyi Anadolu’ya götüremedi ama Anadolu kebabı, lahmacunu İstanbul’a getirdi” saptamasıyla özetler kültürel iktidarı ve değişimini.

İstanbul’un demografik değişimi, müzik dahil olmak yiyecek içecekten giyeceğe, ev–konut mimarisinden yerleşim düzenine, caddeler sokaklardan semtlere kentin ve hayatın tüm alanlarında gözlenir, kendini gösterir.

1960’lardan itibaren merkez yerleşimlerin çeperine konuşlanan gecekondularla kent içi ulaşımı sağlayan minibüs üzerinden kodlanan arabesk, başlangıçta aydınlar, seçkinler tarafından “yoz müzik” olarak nitelenir. 1980’lerdeki çeşitlenme ve yaygınlaşmayla “bunca kabul görüyorsa vardır hikmeti” denerek kabullenilmeyi, giderek “karşı kültür–alt kültür” türünden onanmaları da getirir. Barış Manço’nun 1985 tarihli albümünün adıyla Lahburger zamanlarıdır artık.

Bu zamanın bir öncüsü, temsilcisi aranacaksa, karşınıza Turgut Özal çıkacaktır.

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Özal zamanı devreden çıkar. O, “Semra’nım şurdan bir bant koy da neşemizi bulalım” dediğinde yükselen ses İbo’nundur. Gayrı resmi devlet sanatçısıdır Tatlıses. Yurtiçi konserlerden yurtdışı ziyaretlerde sahne almaya kadar uzanan protokolün fiili üyesidir artık…

Bu üyeliği 1991’de milletvekili olarak resmileştirmek ister. Adaylığı dönemin iktidar partisi ANAP’ta kabul görmez. Zaten ANAP iktidarı da sona gelmiştir. 2002’de Cem Uzan’la bir kez daha deneyecektir meclise girmeyi. Ardından AKP kapısını çalacaktır.

Her iktidarın yanındadır. Yeraltı dahil. Allah, Muhammet, dua, kader söylemini eksik etmez. Vekillikle edineceği “dokunulmazlık”, 1990’larda İbo Şov eşliğinde gelen holdingleşme ve “İmparator” için zorunlu gereksinim gibi görünüyor. 1998’de arabasının kurşunlanmasından başlayan kan davasının 2011’de ölümüne saldırıya dek uzanması gereksinimin boyutlarını ortaya koyuyor.

Ve şov ölümüne devam eder.

Evet, bir başkadır müziğimiz, şovumuz… kültürümüz, iktidarımız.