YAZARLAR

Bir Başkadır karşısında tereddüt imkanımız

Bir Başkadır bir mozaik sunuyor. Bir toplum mozaiği. Belirgin karşıtlıkları bütün canlılığıyla sergileyen bir mozaik. Ama bu mozaik dizi anlatıyı bir zemin olarak düşünürsek bu zemin üzerine ince ince işlenerek yerleştirilmemiş, adeta leğenle boşaltılmış, ya da saçılmış bir mozaik. Her şeye rağmen, bu saçılmışlık nedeniyle diziyi önemsizleştirmek de gerekmez. Mozaiğe tereddütle bakabilir ve ortaya çıkan resimdeki anlamları yoklayabiliriz.

(Spoiler içerir)

Bir Başkadır dizisi hepimizi sanıldığından da karmaşık bir soruyla baş başa bıraktı. Soru şu; popüler bir dizi, bir hikaye ya da başka herhangi bir sanatsal kültürel üretim karşısındaki dağınık düşüncelerimizi bir karara bağlamak yerine o dağınıklıkla ve o tereddütle kalamaz mıyız? Bir Başkadır dizisini içine sürüklendiğim tereddütler ışığında düşünmeye çalışmak bana önemli görünüyor.

Bu Netflix dizisi grafik, müzik ve görsel malzemelerle yaratılan 80’ler ve 90’ların nostaljik atmosferini adeta bir fon gibi kullanarak bu fona bir toplumun neredeyse bütün güncel huzursuzluklarını ve çatışmalarını yerleştiriyor. Bu fonu ya da dokuyu iyi değerlendiren çeşitli yazılar halihazırda yazıldığından ben daha çok hikaye ve temel çatışma konuları üzerinden ilerlemek istiyorum. Yine hak ettiği övgüyü zaten herkesten cömertçe alan, televizyon bakımından neredeyse fazla olacak kadar muhteşem oyunculuklar için de yeni bir şey söylemeyeceğim. Öykü Karayel, Fatih Artman, bütün oyuncular gerçekten mucize gibi bir performans çıkarıyor. Dediğim gibi ben hikayeye odaklanacağım.

Gece yarısı izlemeye başladığım Bir Başkadır’ın ilk bölümü bende bu anlamda gerçekten büyük bir heyecan yarattı. Bu kadar orta yerde duran ve film ya da televizyon anlatısının bildiğim kadarıyla merkeze yerleştirecek biçimde hiç eğilmediği bir konuyu “hikaye” olarak seçmek çok heyecan verici bir işti doğrusu. Susan Sontag’ın söylediği gibi hikayeler her zaman orta yerdedir. Onları seçen bir göz gerekir. Neydi peki bugüne dek tozun toprağın arasına eğilerek popüler bir anlatının ortasına yerleştirecek biçimde “seçilememiş” o hikaye? Başörtüsü ve başörtüsü karşısındaki paniklemenin hikayesi elbette. Fakat sadece bu da değil, aynı zamanda “başını özgürce açamamanın” da hikayesi. Başını örttüğü için okul kapılarından döndürülenleri biliyoruz. Fakat başı açtırılacak diye okula hiç gönderilmeyenleri, zorunlu eğitim sonrasında kendi arzuları hilafına okuldan alınan milyonlarca kız çocuğunu yeterince bilmiyoruz. Gerçek hayatta da hikayelerde de onlar gözlerden uzak kalıyor.

Bunu biraz düşünelim. Bu ülkenin kadın nüfusunun yarısından fazlasının (yüzde 58) başı örtülüyken başörtüsü karşısında “irkilmek” gerçekten çok acayip ve büyük bir yabancılaşma sorununa, ayrımcı bir perspektife işaret ediyor. Fakat başörtülü kadın nüfusunun önemli bir kısmının da başını örtmemek gibi bir şansının hiç olmadığını konuşmuyor ve düşünmüyor olmak da aynı ölçülerde acayip ve ikiyüzlü bir tutum. Toplumu ve toplumun dönüşüm dinamiklerini kavramaya direnmek anlamında bu da bir “yabancılaşma” ayrıca. Başı zorla açtırılan kesimin, iktidar kendine geçtiğinde, başı zorla örttürülen lehine söylediği güçlü bir sözü yok maalesef. Okul ve işyeri gibi kamusal alanlardaki başörtüsü yasağına boyun eğmeyeceğinin ifadesi olarak başörtüsü üzerine peruk takmış, başörtüsü yasağını ve zorla baş açtırmayı absürtleştirmiş bir neslin üyelerinden kaçı “Yalnız Yürümeyeceksin” hareketine destek veriyor bugün? 

Neyse işte böyle çift yönlü bir zulüm olarak hayatın ortasında duran başörtüsü, kurmaca dünyanın bucak bucak uzağında kaldı. Bir Başkadır’da annesinin psikiyatrist Peri’ye söylediği gibi her diziye başörtülü bir kadın adeta “yerleştiriliyor”. Fakat “başörtüsü sorunu” etraflı bir çatışma konusu olarak kurmaca anlatıda kendine hâlâ yer bulamıyor. Şimdi işte Bir Başkadır’da karşımıza bütün cüssesiyle çıkmasını, bastırılmışın geri dönüşü olarak da okuyabiliriz. Fakat toplumsal bir uzlaşma -bu çerçevede de bir hakikat- arayışını açıkça dışa vuruyormuş gibi görünen bu geri dönüş, paradoksal biçimde toplumsalın çöküşüne de işaret ediyor. Bunu bir tür “içe patlama” (implosion) olarak görebiliriz. Anlamın, bilginin, toplumsal olanın içe patlaması, birbirini nötralize etmesi ve nihayetinde çökmesi. Bir hiper gerçeklik durumu. Gerçekliğin yerini bir tür simülasyon evrene bırakması... Baudrillard’ı ziyaret etmişken şunu da ekleyeyim, bu aynı zamanda ötekiliğin cerrahisidir. Ötekinin ötekiliğini de elinden alır.

Bir Başkadır’daki o matruşka gibi tıkış tıkış hikayeleri bir “anlatı” kurma zaafı, ya da senaryo matematiğinden bihaber olmak dışında, bir de böyle düşünebiliriz. Bir içe patlama... Bu patlamanın tozundan toprağından sıyırarak seçilen başörtüsü hikayesine bakalım şimdi. Kaç tane başörtülü kadın hikayesi var? Mütedeyyin kesimin geleneksel başörtüsü (Meryem). Başörtüsü karşıtı sekter bir laikliğin tiksinti veya panikle başörtüsüne bakışı (Peri). Bu paniğin ayrımcı ve elitist niteliği karşısındaki öfke ya da dehşet (Gülbin). Dışlayıcı hatta neredeyse militan bir Müslümanlık (Gülan).

Başörtüsü etrafında konuşulmuş ve konuşulmamış bütün ötekileştirmeler mevcut. Bir diziyi baştan sona sürükleyip götürecek fazlasıyla güçlü bir temel çatışma konusu “başörtüsü”. Bu çatışmayı Meryem’den diğer karakterlere taşıyarak boyutlandıran mükemmel hikaye çizgileri. Gel de kıskanma. Fakat işte matematiğin bozulmuş gibi göründüğü o yeri de geçemiyoruz. Tereddüt devreye giriyor. “Ötekilik karşılaştırılamaz şeylerin alanına girer. Genel bir eşdeğerliğe göre bir değiş tokuşa konu edilemez.” (s.149). 

Bu yüzden de dizide başörtüsü etrafındaki toplumsal çatışmayı çok yönlülüğü içinde görüyor olmanın verdiği heyecanla, onları “karşılaştırarak” nötrleştiren diğer bir deyişle ötekiliği elden alan süreçlere tanık olmanın hayal kırıklığı bir arada işliyor. Bu tümüyle dizinin gerçekleştirdiği bir komplo da değil. Bu hepimizi içine çeken, hep birlikte içinde olduğumuz ve oluşturduğumuz bir hâl. “Başörtüsü” gibi güçlü bir temel çatışma konusunun sekiz bölümlük bir mini diziye bir türlü yetememesi de bu içe patlama ve çökme hâli çerçevesinde düşünülebilir.

Kürt-Türk çatışması gibi devasa ve yine boyutlandırmaya çok müsait bir hikaye de başörtüsü çatışmasına bitişir. Oysa mesela Gülbin, muhafazakar dindar bir Türk ailenin okumuş kızı olarak da temel çatışma konusuna soldan bir pozisyon alacak biçimde eklenemez miydi? AKP’nin muhafazakar dindar Kürt tabanını temsil eden bir ailenin üyesi olması neden gereksin? Bu basitçe hiç mi muhafazakar, bağnaz bir Türk ailesi yok demek anlamına gelmiyor. Bir gerçekçilik sorunu değil, ötekiliği derinlemesine anlamak yerine, çoğaltarak ötekinin elinden almakla ilişkili bir sorun. Kısacası hikaye etme yeteneğindeki bir sorun değil ya da sadece bu değil, politik bir sorun.

Üst üste yığılan ötekilikler üst üste yığılan büyük tesadüfleri de zorunlu olarak getirir. Ötekinin mütevazı fantezi alanını bile aşındıran ve elinden alan tesadüfler. Meryem’in ifade etmeye bile dilinin dönmediği ve gücünün yetmediği bir heyecan ve fantezi alanı olarak Sinan’ın evi, ondan başka herkesin “hayat” alanındadır. Gülbin’in, Melisa’nın ve dolayısıyla Peri’nin hayat alanı. Bu da bizi bu tesadüfler karşısında da tereddütte bırakır. Bir kolaycılıktan değil de sanki zorunluluktan kaynaklanan tesadüfler. Öteki hakkında hiç konuşamamaktan, birdenbire “çok konuşmaya” sıçramış olmaktan kaynaklanan tesadüfler.

Bütün bunların yine de diziyi beğenip beğenmemekle ilişkisi yok. Televizyonun, diğer bir deyişle eğlence kültürü içindeki “popüler” bir anlatının işinin bu olup olmadığı konusundaki tereddüdü bir yana bırakırsak, bu kadar düşündürmek bir maharettir.

Dizinin “sinematografisi,” görsel kompozisyonu ve estetiği konusundaki beğeni daha net dile getiriliyor olsa da orada da aynı türden bir tereddüde sürüklenmek mümkün. Dizi aracılığıyla enikonu bir çukura bakıyorken, sahne sahne, açı açı, plan plan en iyi kompozisyonu kurmak için çırpınan bu denli estetize bir dünyada da bir fazlalık var. Oysa bir devlet hastanesindeki psikiyatrist odası da biraz gri kalsın, duvarlar boş olsun, tavandan ampul sarksın diye bekliyor insan. Fakat ne yapalım, İngilizcede dizi mizi demek yerine genellikle düpedüz “şov” olarak adlandırılan bu seriyallerin dünyasında, bu çelişkili estetik ya da kompozisyon da oluversin artık. Esas olarak, devlet hastanesinde çalışan bir psikiyatristin, başörtülü Meryemcik karşısında şirazesinin kayması sorunlu. Fakat burada da bir tereddüt kuşatmıyor değil insanı. “Başörtüsü” gördüğünde eş zamanlı olarak burnuna kötü bir koku da çarpmış gibi ağzını burnunu şekilden şekle sokan, üstüne üstlük de ideoloji, ötekileştirme filan çalışan “akademisyenler” geliyor aklıma. Boğaz'daki yalıdan dünyaya bakarak yetişmiş Peri’ye mi şaşıracağım?

Gelelim Sinan’a. Bu Türk tipi Oblomov karakterini, “çağının ölü adamını” bütün yolların kendine çıktığı bir merkez olarak baş köşeye oturtma konusunda da bir fazlalık var ama onun da farklı anlamlandırmalara açık bir “fazlalık” olduğunu belirtip geçeyim.

Mütedeyyin dünyanın olumlandığı iddiaları karşısında da tereddütteyim. Her iki din görevlisinin de iyi adamlar olması meselesine bakalım önce. Ne kadar iyi adamlar bunlar? Biri bir plastik çiçek üzerinden bilgelik taslayan ve derinliği aslında din adamlığında değil bildiğin Anadolulu iyi adam tiplemesinde kurulan biri. Sıradan bir Anadolu insanının basit kurnazlıklarını da dışlamayan bir iyi adamlık hali. Üstelik psikolojisi bozulmuş çaresiz insanların terapi ihtiyacını bile belirli bir denetim altında tutan ve engelleyebilen biri. Genç din adamı zaten biraz Rus romanlarından, biraz Nuri Bilge Ceylan’dan sıyrılıp gelmiş. Onun iyiliği de din adamlığından değil, belirgin bir sosyopati de içeren saflığından, dünyaya büyük bir açlıkla yönelen meraklılığından kaynaklanan bir iyilik. Böyle özel bir vurgu olmasa da, İstanbul’da yaşayan AKP seçmeni genç kadınlardan biri olarak düşünebileceğimiz Meryem’in de o donuk bakışlarının ve tek düze, vurgusuz konuşmalarının ardındaki parlak karakterini adım adım açığa çıkarmak mütedeyyin dünyayı olumlamak şeklinde görülemez bence. Genç kadının yavaş yavaş beliren sarkastik zekasına, dünyayı yorumlama ve idare etme yetisine rağmen ya da tam da bu nedenle sürüklendiği psikolojik rahatsızlıklara ayna tutmak da öyle.

Dizide laik/seküler kesimin Peri ve ailesi üzerinden anlatılması da söylendiği gibi temsil gücünün zayıflığı ve diğer birçok bakımdan oldukça problemli. Sekülerliğin illaki böyle bir donma haline tekabül etmediği gerçeği bir yana, bu yönüyle anlatılacaksa da başka bir aile profili kurgulanabilirdi. Mesela öğretmen bir anne ve baba da Peri’yi aynı kastre edilmiş, eleştirel düşünce anlamında çubuğu bir kere büküp ikinci kez bükemeyen o donuk hâllerle yetiştirirdi yani. Boğaz'daki yalısında viskisini yudumlayan yabancılaşmış elite, böyle bir seküler camia klişesine hiç gerek yoktu. Fakat bir yandan da Peri ve ebeveynleri de “kötü” insanlar değil, bunu da atlamamalı. Onları din adamlarından ya da mütedeyyin karakterlerden daha kötü yapan hiçbir şey yok dizide. Belki Peri ve ailesininki kadar patetik bulunmasa da, mütedeyyin karakterler de onlara yabancı. Onlar da toplumun en az dörtte birinin içkisine, giyim kuşamına, hatta psikiyatriste gitmek gibi pratiklerine ve zihin dünyasına dehşetle bakıyor. Dizide bunu gördüğümüz çok yer var. Kısacası dizinin hangi kesimi nasıl temsil ettiğine bakarken netleşmeye hazır bir bakış değil tereddüdü terk etmeyen bir bakış yöneltmek şart.

Tereddütte kalmak belki de hep anlamaya çalışma noktasında kalmaktır. “Kitabı hatmetmiş” olmaktan daha iyi bir şey.

Dizide pek tereddüde düşmeden ideolojik olarak sorunlu gördüğüm iki yer var. Biri Ali Sadi Hoca’nın, kızının evlatlık olduğunu açıkladığı yer. Son derece gereksiz bir sahne. Neredeyse, bir imamın evinden başörtüsünü reddeden ve eşcinsel yönelimleri olan bir evladın çıkma ihtimalini dışlayan ve başka bir biyolojik bağı devreye sokan bir son dakika yerleştirmesi gibi.

Onca çatışmanın arasına eklenen tecavüz travması da benzer biçimde çok çok sorunlu. Ruhiye’nin çocuk yaşta maruz kaldığı bu tecavüz olayı Çanakkale’nin bir köyünde yaşanmış. Ruhiye ve arkadaşına tecavüz eden de o dönem muhtemelen yirmili yaşlarda olan bir Kürt genci. Bir Kürdün Batı’da, yeni göç ettikleri bir köyde, iki kız çocuğuna tecavüz etmesinin inandırıcılıktan tamamen uzak olduğunu iddia edemeyiz. İnsana inandırıcı gelmeyen birçok olay her gün ve her yerde yaşanıyor. Ama eğer gerçeklik alanında değil de hikaye dünyasındaysak, Çanakkale’de geçen bu ağır travmatik cinsel şiddet olayında fail niye Kürt bir göçmen olsun ki? Üstelik o köyde de onu yaşatsınlar, hatta sonradan kızlardan biriyle evlenmiş olsun! Ta ki Ruhiye’nin kocası intikam için gidip onu ağır sakatlayasıya, köy meydanında döverek ölmekten beter edesiye kadar da hiçbir bedel ödetilmemiş olsun! Barışmak için söylenecek sözlere vesile olsun diye mi? “Ben cahildim, sana tecavüze ettim ama sen de beni linç ettin, ölmekten öldürmekten beter ettin. Ya şimdi tamamen öldür ya da affet.” Böyle mi barışılacak? Daha vahim olan kısmı da zaten bu tecavüzcüyle evlenme meselesi. Fakat maalesef bunun münferit bir olay olmaması, anlatılarda da karşımıza bu korkunç durumu çıkarıyor sık sık. Fakat böyle mi olmalı? Bir çocukluk ve bir cahillik olarak açıklanmakla, tecavüz mağduruyla evlenmekle bu denli normalleştiren bir söylem mi kurulmalı etrafında?

Hasılı, Bir Başkadır bir mozaik sunuyor. Bir toplum mozaiği. Belirgin karşıtlıkları bütün canlılığıyla sergileyen bir mozaik. Ama bu mozaik dizi anlatıyı bir zemin olarak düşünürsek bu zemin üzerine ince ince işlenerek yerleştirilmemiş, adeta leğenle boşaltılmış ya da saçılmış bir mozaik. Her şeye rağmen, bu saçılmışlık nedeniyle diziyi önemsizleştirmek de gerekmez. Mozaiğe tereddütle bakabilir ve ortaya çıkan resimdeki anlamları yoklayabiliriz. Başkalarının bu anlamları nasıl yokladığı üzerinden toplumumuz hakkında düşünebiliriz.

Bu kadar düşünmeye, konuşmaya ve tartışmaya sevk ediyorsa bu da bir şeydir. İyi bir şey.


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.