Bir Başkadır: Orada başka bir Türkiye var
Bir Başkadır’daki Türkiye, ilk karelerinden itibaren yakıcı bir sahicilikte, başrolde oynuyor. Dizi bir türlü olmamış Türkiye’yi anlatmıyor. Dizi anlatısını bir türlü olmamış Türkiye üzerine inşa ediyor. Ve güzelliği de olmamış Türkiye’nin sakinlerini, sürüklenen yaralı ruhlarını anlatmaya, tanımaya çağıran, seyircisini o dünyanın en berbat köşesine çekiveren dili.
Ali Rıza Taşkale
Seren Yüce’nin 2010 yılında çektiği Çoğunluk filmi, Türkiye’nin her türlü zulmün suç ortağı orta sınıfıyla, aile kurumu üzerinden taviz vermeden yüzleşmişti. Berkun Oya’nın Bir Başkadır’ı, Çoğunluk’un başlattığı yüzleşmenin bir devamı kanımca. Dizi bu anlamda Türkiye’nin kolektif özne olma iradesini kaybetmiş toplumuyla taviz vermeden hesaplaşıyor, bu ülkenin olmamışlığını sınıfsal ve kültürel eleştiriyi harmanlayarak etkili bir şekilde ifşa ediyor. Bu toplumdan kırıklı çıkıklı, ölümcül yaralar almadan çıkmanın mümkün olmadığını, dışında kalana hayatı zehreden bir yapı olduğunu cesurca gösteriyor.
Bir Başkadır, çoğul karakter örüntüsüyle Türkiye’nin kültürel, sınıfsal, dinsel fay hatlarını sarsmaktan korkmuyor. Bu sayede ruhları bu topraklarda örselenmiş insan hikayelerine değinerek, kolektif davranan bir halk mümkün mü sorununa odaklanıyor. Hikayede başörtülü ve sınıfsal olarak en altta yer alan Meryem’den Robert Kolejli soğuk ve mesafeli psikiyatrist Peri’ye, o psikiyatristi tedavi eden yaralı Kürt psikiyatrist Gülbin’e, Gülbin’in başörtülü ve sonradan zenginleşmiş acımasız kız kardeşine, eşi öldükten sonra içine düştüğü yalnızlığı aşamayan, bu dünyaya olan inancı azalan emekli cami imamı Ali Sadi Hoca’ya, rezidansta kalan, kadınlara sadece beden olarak bakan, “fikirsiz yaşayan” Sinan’a, uğradığı tecavüz sonucu dilsizleşen, deliren Ruhiye’ye, kadınlarla sadece bağırarak ilişki kuran bar fedaisi Yasin’e ve birbirine aşık kadınlara kadar çok katmanlı, katmanlı olduğu ölçüde sorgulayıcı, birbirlerine değerek, birbirlerini değişmeye yönelten, bu yolla ne eski Türkiye’yi ne de yeni Türkiye’yi aklayan, ikisini de aynı oranda sorgulayan samimi ve çoğul bir Türkiye anlatılıyor. Başka bir deyişle, Bir Başkadır’daki Türkiye, ilk karelerinden itibaren yakıcı bir sahicilikte, başrolde oynuyor. Dizi bir türlü olmamış Türkiye’yi anlatmıyor. Dizi anlatısını bir türlü olmamış Türkiye üzerine inşa ediyor. Ve güzelliği de olmamış Türkiye’nin sakinlerini, sürüklenen yaralı ruhlarını anlatmaya, tanımaya çağıran, seyircisini o dünyanın en berbat köşesine çekiveren dili.
Ancak dizi, olmamış Türkiye’yi resmederken, mevcut sorunları teşhis ederken basitçe “bir başkadır benim memleketim” sığlığıyla, var olan sorunların üzerini örten bir sinizmle değil, ortakça halklaşmak ve yeniden halk haline gelebilmek için halka ve kendine inanmaya vurgu yapıyor. Yani yıllardır kendi kendisiyle savaşan Türkiye toplumunun sorunlarının bireyler birbirini severse ortadan kalkacağını söylemiyor, bizi birbirimizle bir çeşit “liberal empati” yapmaya götürmüyor. Aksine, hayatın farklı katmanlarında yaşayan, birbirini hor gören, birbirinden nefret eden kuşaklarının usulca toplanıp, baş başa verip birbirine el uzattığı, konuşmayı birbiri sayesinde öğrendiği bir dünya yaratıp bizi bir göreve çağırıyor. Fakat bunu seyirciyi bir an olsun şımartmadan, onun bir kez olsun başını okşamadan, derin mi derin, harlı mı harlı bir Türkiye cehenneminde ağırlayarak yapıyor. Bu toplumun kılcal damarlarına yayılmış her türlü suçu, şiddeti, mikro-faşizmi, riyayı ifşa ediyor karakterleriyle, zıtlıklarıyla, karşılaşmalarıyla, müzikleriyle. Diziyi seyrederken, siz de kendinizi İstanbul’un o berbat apartmanlarında, çirkin sokaklarında, kimliksiz rezidanslarında, özetle “başka bir cehennem” olan Türkiye’nin ortasında yığılmış buluyorsunuz. Dolayısıyla diziyi şimdiden farklı kılan, kanımca seyirciyi bildiğiyle tedirgin etmesi. Seyirci, çok iyi bildiği çirkin kentlerin, çok iyi bildiği tacizlerin, çok iyi bildiği tecavüzlerin, çok iyi bildiği şiddetin, çok iyi bildiği sıkıntının kucağında gevşeyemeden uğursuz bir uğultuyla ürperiyor. Seyretmekte olduğumuz, kolektif davranma yetisini kaybetmiş Türkiye’nin sakat bıraktığı kurbanlarının, olmamış halkının hikâyesi. İşte o an o olmamış halkın bir üyesi olduğunuzu fark ediyorsunuz. Ve alnınızda bunun ağırlığı, utancı, sorumluluğu ışıldıyor. Ayna yüzümüze tükürüyor. Bu toplumun zehirli yanlarıyla yüzleşmeden yeni bir halk yaratmanın mümkün olmadığını anlatıyor bizlere. Tam da bu yüzden, başka bir Türkiye’nin inşası yolunda bir kapı açıyor. Artık hiçbir suçu korumaya, saklamaya mecali kalmamış, çift kanatlı, dilleri gevşemiş, kapandıkça kendiliğinden açılan kapılar.
Sinemanın büyük bütçeli bir göz boyama “sanatı”na dönüşmüş, boyası akan bir ticaret olduğuna inananlara sözümüz yok. Ancak sinemanın “dünyaya olan inanca”, “gelmekte olan halka” vurgu yapması bize hâlâ bir şeyler anlatıyorsa, Bir Başkadır’ın bize sunduğu tartışmadan kaçmayalım. İyileşmenin, bir halk olmanın, bir toplum olmanın öz diline varmak için göze alınanın büyük bir kazanç olduğundan neredeyse eminim. Bir Başkadır, Türkiye üstüne aynı anda hem en umutsuz hem de en umutlu resmi çiziyor. Hem bu toplumun en zehirli, en suçlu yanlarıyla taviz vermeden yüzleşiyor, hem de bu yaptığıyla bizi ürküterek “gelmekte olan başka bir Türkiye”ye dair inancı tazeliyor. Bu ülkeye başka bir halk lazım. Bu inanç bu halkı yeniden kurmanın başlangıcı olacaktır.