'Bir Başkadır'la derdimiz ne?
İçinde bulunduğumuz bu mozaik pastayı, arızalı bulamacı, sevmenin bir biçimiyle, seviyoruz da. İnsan güceniklik hakkını saklı tutarak da olsa sevdikleriyle bir noktada uzlaşmak ister. Berkun Oya’nın “Bir Başkadır”ının coşkudan öfkeye bunca duyguyu harekete geçirmiş olmasında bunun büyük payı var bence.
Toplumca gerçeklikle fena bir derdimiz var. Gerçeği olduğu gibi karşılayıp ağırlamak zor geliyor ki bu da epey anlaşılır. Uzak, orta, yakın tarihimiz birer yüzleşilememiş acılar ve haksızlıklar antolojisi. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Görünmediği gibi olduğunun da garantisi yok. Paramparça kimlikleri, kırk yama var oluşları bir arada tutabilmenin çok fazla öğrenilmiş yolu var. Sağlam bir dokunuşta pul pul dökülmeyecek pek bir yolu yok. Belki de bu nedenle bizi kendimizle yüzleştiren her güçlü karşılaşma, samimiyet buhranından talepler tufanına dönüşüyor. Bir insandan, bir romandan, bir diziden ya da filmden duyulan coşku ve heyecan hızla öfkeye tahvil edilebiliyor. Hayranlıkla nefret arasından ok bile geçmiyor.
Çocukluğumuzdan beri hepimize kim ve ne olursak olalım düşman ya da “hoşgörülen” ötekiler üzerinden kurgulanmış bir mozaik masalı anlatıldı. Aidiyetlerine sıkı sıkıya yapışırken ötekilerle görünürde barışçıl bir iletişim kurmanın kabul edilebilir yolları öğretildi. Derin bir yüzleşememe ve örtbas geleneğinden kaynaklanan kirli sarı bir riya perdesi tüm hayatların önünde gerili. Önemli konular hakkında konuşma ya da konuşamama biçimlerimiz, kendimizi var edişimizdeki büyük tıkanma ikili ilişkilere de, kurmacaya, anlatılan hikâyelere de yansıyor.
Zamanın ruhunun kişisel ilişkilerden popüler kültür ürünlerine, her şeyin çiğneyip tükürülme hızını belirleyen yanı var bunun üstüne. Gelecek kaygısı, salgınla ölüm korkusu, belirsizlik hissine tahammül konusunda doktora yapmışlığımız var. Var da var. Bin maskemiz vardı zaten ve sonunda hepimiz maskelendik. Gerçeğe tahammül etmek giderek zorlaşıyor ve baştan da (bazı açılardan) üflesen yıkılacak temeller üzerine kurulmuş o mozaikteki çatlaklar giderek belirginleşiyor. Ama buradan net bir çıkış yoksa, umut olmalı. Umutsuzluğa dayanmak çok zor. Gerçekliği yenilir yutulur hale getiren hikâyeler bu nedenle gücünü hiç yitirmiyor.
İnsan suya, çiçeğe, çaya, simide alıştığı gibi, günlük hayatın her anında deneyimlediği arızalara da alışır. İçinde yakınlık kadar suç ortaklığı da barındıran, eksiği gediği, kusuruyla hayata karşı en büyük bahanemizi oluşturan o bir başkalık imkanı, “coğrafya kaderdir” yarı klişesi elimizden alındığında, hayat adını verdiğimiz hatalar toplamında kendi hata ve eksikliklerimizle yüzleşmek daha zordur çünkü. Bu nedenle o bir başkalık halinden acısı, eziyeti dahil bir garip bir zevk de duyarız. Almancada bunun muhakkak bir karşılığı vardır.
Yani içinde bulunduğumuz bu mozaik pastayı, arızalı bulamacı, sevmenin bir biçimiyle, seviyoruz da. İnsan güceniklik hakkını saklı tutarak da olsa sevdikleriyle bir noktada uzlaşmak ister. Berkun Oya’nın “Bir Başkadır”ının coşkudan öfkeye bunca duyguyu harekete geçirmiş olmasında bunun büyük payı var bence. Gerçek hayatta değilse bile, kurmacada uzlaşma, birbirini dinleme, birlikte geçirilen vakitten keyif alma ve herkesin az çok içinde sakladığı suçluluk duygusunu bir nebze olsun gidermesi imkânı. Bunca ayrılık, bunca kuyruk acısı, travma varken gerçek hayatta çok zor. Ama bir umuttur. Marianne Moore demiş, “umut, umut için bütün sebepler yitip gitmeden umut değildir.” Hayatta değilse bile rüyalarda, hikâyelerde buluşuruz.
“Bir Başkadır” Netflix’te yayınlandıktan neredeyse saatler sonra en popüler sevgi/nefret nesnemiz halini aldı. Günlerdir “herkes konuştu, ben de kusur kalmayayım”ı aşan bir ruh haliyle, gerçek bir konuşma ihtiyacıyla dizi üzerine bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyoruz. Bir yıl içinde ikinci kez taşınmama denk gelmesinin de etkisiyle geciktim konuya. Dizi hakkında yazmak için ertesi gün bile çok geçti gerçi! Geç de olsa yazmadan durmak istemedim.
Dizinin bunca sevilmesinde yukarıda değindiğim türden umuda duyulan açlığın yanı sıra dişe dokunur hiçbir gerçek meselenin popüler kültür ürünlerinde yer bulamamasının da payı büyük. Dizide değinildiği gibi bir süs ya da yerleştirim öğesi olmayan başörtülü karakterler, şive ve tip düzeyini aşan düzeyde etnik temsiller ve sorunlar, LGBTİ+ karakterler dizilerimizde yok. Bütün hayata damga vurmuşken pandemi meselesi de yok. Tüm bunların sansür ve otosansürü de aşan, Yeşilçam’dan günümüze uzanan hikâye anlatma geleneklerimizle de ilgisi var. Gerçeklikten fazla hazzetmiyoruz. Bunlar dizilerin, popüler filmlerin değil “festival filmleri”nin konusu oluyor ki bunda da ayrı bir sıkıntı var. Hayat rengarenkken her alanı görünmez kategorilere ayırmışız.
“Bir Başkadır” dizilerde işlenmesine pek de alışık olmadığımız başörtüsü, başörtüsü fobisi, mütedeyyin ve seküler kesimler arasındaki bol bagajlı karşılaşmalar, bunun terapi süreçlerinden kadın erkek ilişkilerine her alana yansıması gibi temalar üzerinden ilerliyor. Bu anlamda hem bir paralel evrenler hem de kesişen hayatlar anlatısı.
Bilmeyen yoktur artık ama dizinin ana akslarını özetleyeyim: Başörtülü Meryem’in teşhis konulamayan bayılmaları nedeniyle gittiği psikiyatrist Peri ile olan diyalogu ekseninde kesişen hayatlar, dizinin ana temasını oluşturuyor. Öykü Karayel’in olağanüstü bir başarıyla canlandırdığı sevimli, cingöz, baş örtülü Meryem’le Defne Kayalar’ın konsantre yirmi dakika düşünseniz yerine “daha iyi olurdu” diyebileceğiniz bir alternatif bulamayacağınız başörtü fobik, ömrü Parislerde Perularda geçmiş, Robertli Peri’si arasındaki görünürde gayet olağan karşılaşma, memleketimden insan manzaralarının kapısını aralıyor. Peri’nin dert edindiği bu başörtüsü rahatsızlığı nedeniyle gittiği, terapistin terapisti Gülbin, yoksul bir Kürt ailesinin çok okumuş, “mavi gözlü” bireyi. (Hiç mavi gözlü Kürt görülmemiş gibi bu meselenin de altı amma çizildi.) Tülin Özen de eli sopalı, siyasal İslamcı ablası Gülhan’la zor ilişkisi, 35 yıl önce Kürt olduğu için hamileyken karnına tekme yiyen annesinin doğurduğu, değiştirilemez bir travmatik yazgının simgesi küçük erkek kardeşinin sorumluluğu, bir 40 yaş boşanması ve içlerinde gezindiği Perili Sinanlı ortamlarda Türkiye’ye özgü bölünmelerin en tipiklerinden birini yaşayan Gülbin’i şahane oynuyor. Gülbin kısık mavi gözleriyle tahammülfersa ablasına, Peri’nin ülkenin yarısının dua edeceği dertlerine, kaynağı belli olmayan şık bir hayat tarzı ve muhtemel Viagra sponsorluğundaki demode playboy Sinan’la gel gitli yatak macerasına “katlanıyor”. İşin komiği Meryem de haftada bir evini temizlediği Sinan Dalaylamasına gizliden tutkun, bayılmalarının sebebi de bastırdığı cinselliği. Nesrin Cavadzade’nin oynadığı, total kariyerinin zirvesindeki güzel dizi oyuncusu Melisa’nın da Sinan’ın haftalık döngüsünde yer alması ve spor salonunda tanıştığı Peri’yle arkadaş olması bu dört kadının hayatını birbirine teyelliyor.
Sinan’ın o ölü balık mavişliği, ucuz numaraları, iki lafı bir araya getiremeyen halleriyle birbirinden hoş üç kadının şöyle ya da böyle zihnini ve/veya yatağını meşgul etmesi dizinin asap bozucu noktalarından biri. Günümüz kentli kadınının bu ıssız yürüyen Viagra ile meşguliyeti maalesef gerçek. Ama bu sorunların ortaya konması kadar hikâyenin sonuç itibariyle bu kadınlara ve açmazlara dair ettiği ne dediği de önemli…
Meryem’in psikiyatriste gitmek için bile danışmak zorunda hissettiği Hoca (Settar Tanrıöğen), orada karşılaştığı Jung okuyan imam, hocanın açıkça belirtilmese de lezbiyen olduğu net kızının paralel hayatı, Meryem’in bir gece kulübünde çalışan namuslu, deli dolu (net öfke problemli, patlamasın diye altı sürekli kısık tutulan) ağabeyinin (Fatih Artman) çocukken uğradığı tecavüzün travmasını atamamış nevrotik, hülyalı eşi Ruhiye (Funda Eryiğit) ile zorlu ilişkisi ve hocanın kızıyla olan netameli teması diğer kesişen hikaye çizgileri.
Bu kadar çok meseleyi bir arada işlemeye çalışması dizinin bir zaafı olarak görülebilir ama bu zorlu görevi benzeri pek çok anlatıdan daha iyi gerçekleştirdiğini kabul edelim. Yine de ironik biçimde finalde dizi en büyük hatalarını, hassasiyetle ele almaya çalıştığı iki nokta, kadın ve Kürt meselesi üzerinden yapıyor.
“Bir Başkadır”ın farklılığı ve varsa cesareti, farklı kimlikleri bir araya getirip mayınlı bölgelere girmesinden çok, şu ana dek popüler anlatıda gereğince yer bulamamış bu temaları işlemenin zorluğunu kurmaca ve kültür harmanıyla aşma çabasından kaynaklanıyor bence. Kurmacada esas mesele gerçeklik değil inandırıcılıktır, bu da gündelik gerçekliği ele almak kadar karakter ve hikâyelerin kurmacadaki karşılıklarını içeren bir metinlerarasılık gerektirir. Bir dizide şu ana dek başörtüsünden rahatsız Robertli psikiyatrist benzeri bir karakter pek işlenmemişse, bu karakter ister istemez geniş kitlelerce tanınabilecek biçimde altı çizili, boldlu yönleriyle ortaya konmak durumundadır. Peri karakterinin de, mütedeyyin Meryem’in de günümüz Türkiyesi’nin değil bir on-on iki yıl öncesinin gerçeklerini yansıttığı yollu eleştirileri bu gözle değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum.
Dizinin gerçekliğini kurmacanın da desteğiyle kurmaya çalışan Ferdi Özbeğenli, 90’lardan 2020’ye uzanan arka planlı atmosferini genel olarak oldukça başarılı buldum. Oyunculuklardan çok söz edildi, diyalogların başarısıysa görece altı az çizilenler arasında. Meryem’in “buradan 24 numara geçiyor mu” türü laf çevirmelerinin, eksilti, suskunluk ve tekrarların çok inandırıcı biçimde kullanıldığı bir diyalog düzeni var. Bir sahnede Jung okuyan imam eşinin yasını tutan Hoca’ya pide getirmeyi teklif ediyor mesela. Burada Hoca’nın “ben çorba içtim, siz dönerinizi yiyin” demesi bile zekice. Hocanın yasla kesilen iştahındaki dil sürçmesinin bile yer bulduğu, pek rastlamadığımız inceliklerle örülü muzip diyaloglar dizinin cazibesinin önemli bir unsurunu oluşturuyor.
Kurmaca temsillerle gerçeklik arasında birkaç bölüm boyunca çok iyi bir denge tutturan dizinin final tercihlerinde direksiyonu Yeşilçam’a kırmasını ise sevmedim. Sorunların büyük kısmı dizinin kapatılması pek güç meseleleri yer yer Total izleyiciye de göz kırpma endişesiyle “mutlu son”a bağladığı finaliyle ilgili. Gülbin’in diğer hikâyelere oranla ortada bırakılan hikâyesi ilk sorun. Hocanın elektronik müzik dinleyen lezbiyen kızı Hayrünnisa’nın açılmaya karar verip pat diye başörtüsüz çıkma anının inandırıcılığını hadi geçelim, Hoca’yla bir yabancı arasında geçen diyalogda kızın evlatlık olduğunu söylemesinin yenilir yutulur yanı yok. Böyle temiz anne babadan böyle bir kızın çıkmayacağı muhafazakar mesajını verme riski bilerek değilse niye alınmış, anlamak mümkün değil.
Bölümler boyu travması gayet güzel işlenmiş ve şahane oynanmış Ruhiye karakterinin tecavüzcüsünün mezarıyla yüzleşmek için köyüne döndüğü kısımsa en sorunlusu. Dizi boyunca paldır küldürlüğüyle sevdiğimiz kocasının zamanında “kusurlu” kızı “kalbin bakire olsun” diye bağrına bastığı yetmemiş, meğer aslanlar gibi gidip tecavüzcüyü dövmüş, köy meydanında şerefini iki paralık etmiş, döndüğünde de kahramanlığından hiç bahsetmeden “ölmüş” yalanıyla rahatlatmış karısını. Tecavüzcü hayatın içinde belasını bulmakla kalmamış, kahraman da esas oğlan. Hikayenin hiçbir tür adaletin doğru dürüst gerçekleşmediği bu noktasında tecavüzcüyle empati kurdurma dayatması o denli rahatsız edici ki… Olaylar Batı’da geçerken tecavüzcümüz bir de Kürt ki, bu konuda da çok yazıldı çizildi ama “ne gerek vardı buna” diye değinmemiş olmayayım ben de…
Sonuç olarak hayatını tecavüzün gölgesinde geçirmiş bir kadının sempatik ve sadık ama öfke problemli eşinin adaletine razı olup geçmişi bir çırpıda geride bırakması isteniyor. Bir gün daha yüzü gülmese bu tamamen onun şımarıklığı olacak. Garibim Meryem’e kokmuş çapkın numaralı Sinan’ı yakıştırmıyorduk tamam ama gül gibi kızı sabah akşam tatlısından mansplaining'le kafa açan cazibesiz imamın (burada da oyuncu çok iyi, haksızlık olmasın) evlenme teklifiyle bu kez sevinçten bayıltmak da gerekmiyordu. Sinan karakterinin finalde cezası sonsuz ıssızlıkla öyle kesilmiş ki, öbür erkek karakterlere daha yumuşak davranıldığından neredeyse acıyorsunuz. Peri ve Gülbin, günümüzün donanımlı kentli kadını içinse şahsi mutluluğun izi, ihtimali bile gösterilmiyor. Erkekli, erkeksiz herhangi bir yüz gülme şansının altı çizilmiyor. Kadın karakterler arasında mutlu olma şansına sahip tek kişi şen şakrak, her nabza şerbet potansiyelli Melisa gibi görünüyor ki sırf bu kısım üzerine bile yazı yazılır aslında.
Pek çok açıdan başarılı, özellikle öykü bağlama ve final tercihleri açısındansa hem “politik” hem de dramaturjik nedenlerle sorunlu bir iş “Bir Başkadır”. Ama farklı ve iyi bir dizi, yine olsa yine izlerim. Bizi bunca gün ortak kuyularımıza daldırıp kendiyle meşgul edebilmesi bile başarısının kanıtı. Gerisi, yeni ve farklı hikâyeler gelsin, yol olsun.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024
'Geleneksel eş' akımı, kirli pembe bir kafes olarak ev 04 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI