Bir belgeselin belgeseli – The Beatles: Get Back
Bazen belli belirsiz bir satır arasından koca bir fikir, bazen saniyelik bir bakıştan, anlık bir yüz ifadesinden kocaman anlamlar sunan bu yapıt, hayatın tam kalbinden şeyler söylüyor. Ardı uçurum gibi görünen kritik virajlar, hiç beklenmeyen birtakım gelişmelerle alınıyor.
Senenin benim için bu son yazısını olağanüstü bir müzik filmine ayırmak istiyorum. Uzunluğu, tarzı, konusu, yönetmeni ve genel prodüksiyon yaklaşımıyla çok konuşulan, genelde ‘belgesel’ olarak nitelendirilen, ancak daha ziyade bir ‘belgeselin belgeseli’ olan, çok değişik, olağandışı bir yapımdan bahsediyorum. Dünyanın gelmiş geçmiş herhalde en büyük müzik grubu hakkında, dünyanın gelmiş geçmiş en yüksek üçüncü gişe hasılatının mimarı, usta yönetmen Peter Jackson tarafından ele alınan prodüksiyonu; The Beatles: Get Back.
Bu müzik filminin hammaddesi olan çekimler gerçekleştirildiğinde Peter Jackson henüz 7 yaşındaydı. The Beatles üyeleriyse gencecik: John Lennon ve Ringo Starr 28, Paul McCartney 26, George Harrison ise 25 yaşındaydı. İngiltere’nin batı kıyısında bir liman ve işçi şehri olan Liverpool doğumlu bu dört genç, bir araya gelip müzik yapmaya başlamalarından kısa süre sonra kendileri de dahil kimsenin öngörmediği boyutta bir başarı ve popülerliğe ulaşacaklardı. O kadar ki, bugün dünyada hâlâ pop ve rock tarzında grup müziği icra ediliyorsa, bunu az veya çok The Beatles’a borçlu olduğumuz rahatlıkla söylenebilir.
1960’ların başında kurulan grubun üyeleri yalnızca birkaç sene içinde birçok alanda zirveyi görmüşken, 1968 başlarında birlikte gittikleri Hindistan kampından sonraki ayları birbirlerinden ayrı ve müzikten uzak geçirmeye karar veriyorlar. 60’ların eğlence hayatına damga vuran ve The Beatles hayranlarını betimleyerek kendi başına bir popüler kültür terimi olan Beatlemania ile gelen şöhret ve paranın, sıkça rastlandığı şekilde muhatapları için yorucu ve boğucu hale gelmesiyle biraz durmak, her şeyden uzaklaşarak nefes almak için verilen zarurî bir aradan söz ediyoruz. Nitekim filmin başında tekrar bir araya geldiklerinde huzursuzlukları, türlü çekişmeleri ve ortamın tuhaflığı kolayca seziliyor. Yazının gerisinde filmden bahsedeceğim için burada bir ‘spoiler’ uyarısı vermem gerekir sanırım. Bu vesileyle, bu yapımın henüz ülkemizde yayına başlamamış ama yakında başlayacak olan yabancı bir dijital platforma ait olduğunu, her biri yaklaşık 2,5 saatlik toplam 3 bölümden oluştuğunu, 1969 yılının ocak ayındaki 3 hafta içerisinde toplamda 60 saati aşan görüntü ve 150 saati aşan ses kayıtlarından kurgulanarak derlendiğini belirteyim. Peter Jackson, kendisi küçük bir çocukken kaydedilen ve hiçbir zaman alenileşmeyen bu karmaşık malzemeyi 50 sene sonra bir hikâyeye dönüştürmekle çok zor bir işin altından büyük maharetle kalkmış.
Film alışılmadık, belki de hiç rastlanmadık bir plan sonucu ortaya çıkıyor. The Beatles, bir televizyon programı olmak üzere yapılması planlanan canlı kayıtlar için Londra’nın Twickenham banliyösündeki bir televizyon stüdyosunda bir araya geliyor. Seçilen bu mekân, büyük, soğuk, bomboş bir film platosu; içinde uçak bulunmayan bir hangar kadar ıssız, sessiz ve ruhsuz. Grup daha ilk dakikalarda bunun farkına varıyor ama kendileriyle birlikte birçok profesyoneli ve şirketi bağlayan proje uğruna ortama ayak uydurmaya çalışıyor. Aralarında yaptıkları konuşmalarda dönemin dev sinema filmi The Good The Bad and The Ugly’den (İyi, Kötü ve Çirkin), birkaç gün önce sonlandırıldığı ve devam etmeyeceği duyurulduğunda müzik sektöründe üzüntü yaratan, Fransa’nın tanınmış müzik fuarı/festivali MIDEM’den bahisler geçiyor. Bunca yıl sonra dahi var olan, yaşayan kültürel referans köprüleri bunlar. Yine de birbirleriyle sözlü ve tutarlı bir iletişim kurmaktansa, müzik üretimiyle uğraşanların, müzisyenlerle yakın çalışanların iyi bildiği gibi, çocuksu bir oyunbazlıkla, sürekli aletleriyle bir şeyler çalıp müzikal referanslar üzerinden paslaşmayı yeğliyor, hangarın ortasındaki koca pembe filden bu şekilde sıyrılmaya çalışıyorlar. Bu çaba yalnızca birkaç gün sürebiliyor ve George’un bir dizi tartışma sonucu platoyu ve hatta Londra’yı terketmesi, bununla yetinmeyip gruptan ayrıldığını açıklamasıyla beklenen kriz patlak veriyor. Bunun üzerine, aynı zamanda filmi ikinci bölüme taşıyan yeni bir plan devreye alınıyor; grup George ile konuşmaya karar veriyor ve proje, grubun tüm işlerini yürütmek amacıyla yeni kurulmuş olan Apple Corps’un meşhur Savile Row caddesindeki binasına taşınıyor. Burada kendilerini ilk defa evinde hissetmeye başlayan grup, kameralara ve mikrofonlara ilk defa ruhunu da açmaya başlıyor. Film de işte aslında burada başlıyor, neredeyse 3. saatinde!
Buradan itibaren yönetmenin plan seçimleri ve kurgu tercihleriyle hikâyeleştirme ivme kazanıyor. Bir senaryosu, bir veya birkaç zihinden çıkmış bir dramatik kurgusu olmayan, tamamıyla doğal ve kaotik bir akışın belgelenmesinden oluşan bu malzemeden böylesine dört başı mamur bir öykü çıkartmak hiç kolay bir iş değil. Bazen belli belirsiz bir satır arasından koca bir fikir, bazen saniyelik bir bakıştan, anlık bir yüz ifadesinden kocaman anlamlar sunan bu yapıt, hayatın tam kalbinden şeyler söylüyor. Ardı uçurum gibi görünen kritik virajlar, hiç beklenmeyen birtakım gelişmelerle alınıyor. Örneğin stüdyonun taşınmasıyla gelen yer değişikliği, tarihte herhangi bir The Beatles kaydında dört üye dışında müzisyen olarak ismi geçirilen tek kişi olan Billy Preston’un, George Harrison’un rastlantısal davetiyle piyanist olarak ekibe dahil olmasıyla grubun üzerindeki ölü toprağı dağılıyor ve grubu ilk defa derli toplu şarkı çalışırken görüyoruz. Bunun toplam 22 gün için planlanan kayıtların 13. gününde ancak olabildiğini ayrıca not ediyoruz.
Harrison, grup içinde çok özel bir rol üstleniyor. Genellikle Lennon ve McCartney’nin gölgesinde, daha az şarkı yazan ve söyleyen, ikinci planda kalan üye olmasına rağmen en kritik durumlarda sağduyunun sesi olmasıyla sorunları çözmesi, grubun var oluşu ve üretimine dair felsefî dokunuşları hayranlık uyandırıcı. Hindistan kampıyla ilgili söylediği şu sezgisel sözler aslında tüm filmin ana fikri olabilecek nitelikte: “… that is the biggest joke, to be yourselves. And if you were really yourself, you wouldn’t be any of who we are right now.” (“… kendimiz olmak, en büyük şaka bu. Ve hakikaten kendimiz olabilseydik zaten şu anda olduğumuz kişiler olmazdık”). Bu cümleyi bir dakikalığına bu bağlamdan çıkarın; çağımıza, dünyaya, ülkeye, kendi hayatlarınıza uygulayın. İlginç gelmiyor mu?
Gruplar bir vücut, grup üyeleri de o vücudun belirli organları gibi çalışırlar. Birbirlerini tamamlayıcı işlevleri vardır ve bütünü yaşatırlar. Bazen bir organ görevini yap(a)maz ve organizma aksar. Bu olduğunda o organ mümkün olduğunca dinlendirilir, iyileştirilmeye çalışılır. Genelde de iyileşir. The Beatles’ın bu projedeki işleyişi ve psikolojisi bu organizma metaforunu sarih şekilde ortaya koyuyor. Büyümeyle gelen mükemmellik ve profesyonellik baskısı fazla geldikçe grup inadına amatörce ve kusurlu şeyleri yansıtmak istiyor. Bu amatörlüğün projeye dair bazı çok temel plan ve kararlarda dahi görülmesi çok şaşırtıcı. Lakin bazen hem projeyi hem grubu sabote etme aşamasına kadar gelse de bir noktada durmasını biliyorlar. En başta gidilmek üzere yola çıkılan yere, gidilecek araca ve şekle dair defalarca değişen kararlar, ortaya atılan ve hatta uygulanan olmadık yeni fikirler, yaratıcı ama aklıselim profesyonellerle yetenekli ama sağı solu belli olmayan çocuklar arasında müzmin bir gerilim yaratsa da paylaşılan masumiyet hiç kaybedilmiyor.
Müzik işlerinin altın kurallarından biridir: Her şey, her zaman gecikir. Bunu iyi bilen kurt prodüktör ve grubun repertuvar sorumlusu, efsanevî müzik adamı George Martin (o zaman henüz ‘Sir’ unvanını almamıştı) perşembe yapılması gereken bir iş için çarşambayı hedefliyor ki iş hakikaten perşembe yapılabilsin. Bu denli yetenekli müzisyenlerin kaotik ve plansız evrenine, ne yaptığını bilen âkil profesyoneller dahil olunca müthiş eserler ortaya çıkabiliyor. Öyle ki, eşler kayıt alanının içinde oturur, hatta yerde yatarken, McCartney’nin büyük kızı küçük Heather ortalarda koştururken alınan Let It Be kaydı, grubun asistanı Mal Evans, Harrison’un burnunun dibinde bardağa şarap doldururken icra edilen Don’t Let Me Down performansı o haliyle albüme girebiliyor. Hayatın sıradanlığı, sıradanın zaferi ve tesadüflerin sihri bir kez daha birlikte yüceliveriyor.
Bu filmin ve bence her türlü film, dizi ve belgeselin niteliği, anlattığı evrenin duygusunu ve ruh halini izleyiciye geçirebilmesiyle doğru orantılı. Yazılı olmayan, düzensiz, doğaçlama ve genellikle üst üste konuşmalarla dolu, seyri hakikaten zor olan bu filmin de en büyük başarısı bu. Kalkışılan işin zorluğunun yarattığı huzursuzluğu, belirsizliği, üyelerin ayrı ayrı ayazda kalmış hallerini, pamuk ipliğine bağlı umutların mütemadiyen kayboluşunun kasvetini finaldeki unutulmaz çatı konserine kadar 7,5 saat boyunca istikrarlı biçimde yaşatıyor. Bu olurken, çekim aşamasında ortada planlı bir kurgu ve senaryo olmadığından, filmde olup bitenin içinde kalabilmek, konuları takip edebilmek izleyiciden yoğun konsantrasyon talep ediyor. Ama bu zor işi başarırsanız, filmin, The Beatles’ın tarihe geçen sürpriz çatı konseriyle taçlanan finali muazzam. Son dakikaya kadar olup olmayacağı belli olmayan bu konser fikri üzerinden grup, bütün ihtilaflarını ve sıkıntılarını bir çuvala doldurup, çuvalı da sırtına vurup kendini amansız bir köşeye sıkıştırıyor. The Beatles, bildiğim, tanıdığım, anladığım, anlayamadığım, anlaştığım ve anlaşamadığım bütün gruplar gibi, sırtlarındaki dert çuvalına ve içlerindeki düğümlenmiş dengelere, en iyi yaptıkları ve en sevdikleri şeyi yaparak başkaldırıyor: birlikte müzik çalarak; Londra’nın göbeğinde bir çatıda, ocak soğuğuna ve onca zorluğa rağmen, bir iş gününün ortasında kaldırımda ve çatılarda toplaşarak gündelik ve sıkıcı hayatlarına bir süre ara veren insanlara asla unutmayacakları bir konser vererek.
Bu finale dair birçok notum ve ayrıntılı şekilde anlatmak istediklerim var ama eğer hâlâ kaldıysa seyir hevesinizi yok etmemek adına yazmamayı tercih ediyorum. Yalnızca, çatı konserinin sonuna doğru, her daim güleryüzlü Billy Preston’un, tepesinde dikilen polis memurlarının gölgesinde çaldığı piyano solonun hayatımda gördüğüm en rock ‘n’ roll anlardan bir olduğunu belirtmek zorundayım. Filme de adını veren müthiş şarkının “get back to where you once belonged“ (“bir zamanlar ait olduğun yere dön”) şeklindeki nakaratında salık verildiği üzere, taş yerinde ağırdır, müzisyen de sahnede.