Bir çatışma alanı olarak kent, kentsel mücadele ve kent yönetimi
Kent yönetiminin politika yapımından da önce üzerinde durması gereken soru, “Bir arada yaşamanın kuralları ne olmalı?” sorusu. Sınıfsal ve mekânsal fay hatlarını aşarak, farklı kimliklere yaşam alanı tanıyarak, “kent hakkı” olgusunu tüm kent sakinleri için öncelik sırasına koymadan, bir hiyerarşiye sokmadan sağlamak nasıl mümkün olabilir? Daha demokratik bir kent yönetimi, kentte yaşayanların tamamına yalnızca eşit oy hakkı vererek değil, aynı zamanda eşit söz hakkı vererek mümkün olacak.
Küreselleşme süreci, yoğunlaşan iletişim ve ulaşım ağları ve buna bağlı olarak insanların, malların ve bilginin sınır ötesi hareketliliği kentleri yeni sistemin kilit noktaları haline getirdi. Bu durum kentlerin ekonomik ve politik ilişkilerde öne çıkmasına neden oldu. Ekonomik açıdan bakıldığında çeperindeki kırsalı da yutacak biçimde genişleyen kentler bir taraftan yeni bir kır kent uzamı inşa ederken, diğer taraftan sermaye yoğunlaşmasının ve bunu besleyen emek sömürüsünün de merkezi haline geldi. Dolayısıyla küresel ekonominin sonucu olan eşitsizlik, yoksulluk ve ekolojik bozulma gibi sorunlar da kentlerde yoğunlaşmış durumda. Politik açıdan bakıldığındaysa yerel yönetimler çok yönlü baskılarla karşı karşıya. Yerel yönetimler bir taraftan kendilerini değişen piyasa koşullarına göre konumlandırmak durumunda. Kentsel kimlik inşası, marka kent olma ve küresel kent kategorisine uygun bir sosyo-kültürel zemin yaratma çabası bu piyasa boyutunun bir yansıması. Diğer taraftan yerel yönetimler, devletin özellikle sosyal politika ve bölüşüm alanındaki zaaflarına alternatif olarak da yerelde hizmet üretmek zorunda. Ulus-devletin krizine yönelik tartışmalarda iki alternatif öne çıkıyor, bunlardan biri küresel yönetişim diğeri ise merkezsizleşme ve yerinden yönetimin güçlendirilmesi. Mevcut küresel eşitsizlikler ve politik çatışmalar dikkate alındığında ikinci seçenek daha olası görülüyor ve bu da yerel yönetimler üzerindeki baskıyı artırıyor. Bu ekonomik ve politik dönüşümlerin ötesinde bir de yerelden gelen talepler, kent hakkı ve kent yurttaşlığı temelinde ortaya çıkan mücadeleler söz konusu.
Kentleşme sürecini modernleşmenin ya da kalkınmanın doğal bir sonucu, ilerlemeci bir örgütlenme biçimi olarak idealize etmeden önce kent hayatını, kentli insanın durumunu ve kentin türlü çelişkileri barındıran dinamiklerini anlamak gerek. Kent mekânsal bir kategori ya da idari bir birim olmasının ötesinde bir toplumsal alan olarak düşünüldüğünde yatay ve dikey olarak farklılaşmış kategorilerden ve katmanlardan oluşur. Bu kategori ve katmanların her biri kendi içinde de çeşitlilik gösteren toplumsal birimleri içerir. Ancak en önemlisi bütün bunların her zaman bir yapbozun parçaları, mozayiğin kareleri ya da gökkuşağının renkleri gibi bir bütüne denk düşmemesi, derin çatışmalar, çelişkiler içermesi ve kaotik bir yapıda seyretmesidir. Buradan bir model, tipoloji ya da net bir sınıflandırma çıkarmak ve genelleme yapmak oldukça zordur. Ama bugün kentsel çatışmayı çözümlemeye yarayacak bir takım ana hatlar izlemek mümkün.
KENTTE KİM NE İÇİN MÜCADELE EDİYOR?
Kent yaşamını karakterize eden en önemli mücadele sınıf temelli mücadele olmaya devam ediyor. Bugün bu mücadeleyi karmaşıklaştıran gelişmeleri iki hatta izlemek mümkün. Bir tarafta büyük sermaye, çok uluslu şirketler ve özellikle büyük şehirlerde rant ekonomisinin etkisi yalnızca emekçi kesimleri değil, daha yerel üretim yapan küçük ve orta boy işletmeleri, aile şirketlerini ve küçük üreticilerin piyasadaki yerini tehdit ediyor. Diğer taraftan iç göç ve mülteci akını da kentte gözlemlenen sınıf dinamiklerini, kentteki iş bölümünü dönüştürüyor. Dolayısıyla sınıf mücadelesi, sermaye-emek ikiliğinin ötesinde, her iki sınıfın da kendi içinde mücadeleler barındırdığı bir yapıya evrilmiş durumda.
İkinci bir mücadele konusu ise mekânsal mücadele; ancak burada da literatürde kabul gören soylulaştırma, gettolaşma tartışmaları, kentsel dönüşüm, rant ekonomisi ve yerinden edilme eksenindeki tartışmalar mekânsal mücadelenin bir kısmını yansıtıyor. Kentsel mücadelenin mekândaki yansıması derin fay hatlarıyla birbirinden ayrılıyor. Örneğin orta sınıf, eğitimli, kentli nüfusun mekân mücadelesi daha çok bir kent hakkı çerçevesinde şekillenirken ve bir takım sosyo-kültürel talepler içerirken, alt sınıf, yeni nesil kentlilerin mücadelesi kentte kalabilmelerine imkân tanıyacak varoluşsal bir isyan biçiminde ortaya çıkıyor. Buradaki temel sorun, kimin ne talep ettiğinden çok mekânsal mücadelenin bir bütün olmaması, daha çok küçük klikler biçiminde, küçük mücadele adacıkları içinde gerçekleşiyor olması. Bir arada yaşıyor gibi görünüyoruz ama aslında kendi adamızın ötesinde olanı biteni çok da takip etmiyoruz. Aynı kent sınırları içinde yaşadığımız insanlar hakkında çok şey bilmiyoruz. Yaşadığımız şehirde hiç gitmediğimiz, hiç bilmediğimiz ne çok yer var aslında.
Son olarak kentli nüfusun dinamik olması, farklı sosyal süreçlerle yeniden ve yeniden inşa edilmesi de farklı mücadelelerin kentin merkezine taşınmasına neden oluyor. Son yıllarda ulusal ve uluslararası göç süreçleri ve mültecilerin kent merkezindeki yoğunluğu çatışmalara, yükselen taleplere ve farklı mücadelelere yol açıyor. Sosyal dışlama ve ayrımcılığa maruz kalanlar, yoksullar, göçmenler, LGBT bireylerin kendi mahallelerinde sıkışması ve mekânsal dışlamaya maruz kalması da kentteki çatışma alanlarından biri. Turizm kentlerinde hem rant ekonomisinin ve emlak piyasasının yükselişi hem de aşırı turizmin etkisi ile yerliler ve yeni gelenler arasında bir çekişme yaşanıyor. Büyük üniversitelerin metropollerde yoğunlaşması öğrencileri de bu dinamik mücadele alanının bir parçası yapıyor. Geçtiğimiz akademik yılın başlangıcında öne çıkan “Barınamıyoruz!” hareketi bunun en önemli örneklerinden biri oldu.
Bütün bunlar tek bir alana ait, bir kent sınırları dahilinde ortaya çıkan talepler gibi görünse de aslında her biri ayrı bir mücadele alanı. O yüzden kenti bir bütün olarak görmek, kenti homojen bir toplumsal birim olarak değerlendirmek toplumdaki kırılmaların göz ardı edilmesine yol açabilir. Coğrafi olarak aynı yerde yaşamamız sosyal olarak birlikte yaşadığımız anlamına gelmeyebilir. Bir kenti yönetmek de belli bir alanın ya da belli bir kesimin taleplerini öncelemek değil farklı talepleri, küçük adacıkları birleştirecek şekilde uzlaştırmayı, farklılıkları içerecek bir ortak payda bulmayı gerektirir.
KENTİ NASIL YÖNETMELİ?
Yerel yönetimler piyasa ve devlet cephesindeki yapısal dönüşümlerin yanında bir de toplumsal talepleri, kentsel mücadeleleri dikkate alarak politika üretmek durumunda. Bunu yaparken sınıfsal, sosyal ve mekânsal fay hatlarının üstesinden gelmek, bir arada yaşamanın koşullarını inşa etmek zorunda. Bugün bir kenti yönetmek basitçe altyapı inşa etmekten, ulaşım ağını güçlendirmekten ya da yeşil alan düzenlemekten ibaret değil. Kent yönetimi barınmadan eğitime, enerji yönetiminden temiz suya kadar çeşitli alanlarda politika üretmeli, bunları yaparken de mekânın yanı sıra bu mekandaki sosyal ilişkileri de dikkat almalı. Ancak bu süreci zorlaştıran en önemli unsur kentin içerdiği çatışmalar, mücadeleler ve bunların yönetim tarafından nasıl karşılanacağı sorunu.
Yerel yönetimler, neoliberal ekonominin baskısıyla ulus-devletin krizinden kaynaklanan dinamiklere cevap verecek biçimde konumlanmak durumunda. Bu iki dinamikten birincisi yerel yönetimleri daha piyasacı, girişimci ve sermayeye uygun koşullar yaratacak politikalara yöneltiyor, böylece küresel sermaye akışlarıyla beslenecek kent dokusu altyapısı için gerekli kaynağa ulaşacak, üstyapısı da buna uygun olarak küresel kültürel trendleri yakalamış olacak; kısaca bir dünya kenti imajı dünya ekonomisiyle bütünleşerek mümkün olacak. Ancak diğer taraftan, ulus-devletin özellikle sosyal politika ve demokratik haklar bağlamındaki gerilemesi yerel yönetimleri daha sosyal demokrat bir çizgide yer almaya yönlendiriyor; kent yurttaşlığı, sosyal hizmetler ve sosyal güvenlik ağlarını besleyen uygulamalar, katılımcı yönetim anlayışı ve demokrasiye yapılan vurgu, yaşam tarzı siyasetiyle sıkı bağ kurulması da yerel yönetimlerin ulus-devletin açıklarını kapamaya yönelik adımlar. Ama kent yönetiminin en büyük paradoksu da bu oluyor: Ya piyasacı bir anlayışı bir varoluş nedeni olarak benimseyecek ve kitlesel talepleri ikinci sıraya atacak, ya da seçmenin taleplerini dikkate alacak ve daha adil, katılımcı ve demokratik bir yönetim anlayışını hayata geçirecek.
Kent yönetiminin politika yapımından da önce üzerinde durması gereken soru, “Bir arada yaşamanın kuralları ne olmalı?” sorusu. Sınıfsal ve mekânsal fay hatlarını aşarak, farklı kimliklere yaşam alanı tanıyarak, “kent hakkı” olgusunu tüm kent sakinleri için öncelik sırasına koymadan, bir hiyerarşiye sokmadan sağlamak nasıl mümkün olabilir? Yalnızca öne çıkan mahallelerin değil, tüm şehrin kaldırımlarını temiz tutmak, yalnızca sahil şeridindeki refüjleri değil, yoksul mahallelerinin parklarını da çiçeklendirmek, ya da kentin çeperindekileri yalnızca bayramlarda ve zor zamanlarda yardım yapmak için değil, aynı zamanda kentle ilgili kararlar alınırken de hatırlamak önemli. Daha demokratik bir kent yönetimi, kentte yaşayanların tamamına yalnızca eşit oy hakkı vererek değil, aynı zamanda eşit söz hakkı vererek mümkün olacak.
* Kapak fotoğrafı Banksy