Bir çizerin fabrika işçisi olarak portresi
Guy Delisle'nin çizgi romanı 'Fabrika Günlükleri', Karakarga Yayınları tarafından yayımlandı. Çizgi roman, çizer olmak, okumak için para kazanmak zorunda olan bir gencin yaşadıklarını konu ediniyor.
Süper kahramanların dışındaki çizgi roman dünyasını ne kadar takip ediyorsunuz bilmem ama Guy Delisle bu dünyanın önemli isimlerinden biridir. Çizerlikle çok genç yaşlardan itibaren ilgilenmeye başlar Delisle. Güzel sanatlar lisesini bitirip üniversitede animasyon okur. Sonra da Montreal’deki CinéGroupe’ta ilk profesyonel işlerini üretmeye başlar.
Delisle’nin çizgi romanları ağırlıklı olarak yaptığı gezilere dayanır ve bu yönüyle biyografik olarak da tanımlanabilir. Gezilerinde okuru Kuzey Kore, Shenzhen, Burma, Kudüs gibi şehirlere götürür, oranın insanını, kültürünü, çelişkilerini anlatırken, “bir yabancı”nın yaşadığı trajikomik durumları da ekler. Ayrıca Sınır Tanımayan Doktorlar’dan Christophe André’nin 111 günlük kaçırılma hikâyesini çizdiği 'Rehine' adlı bir çalışması daha bulunur.
Delisle’nin Türkçeye çevrilmiş toplamda altı çizgi romanı var. İçlerindeki en yenisi olan 'Fabrika Günlükleri' geçtiğimiz günlerde raflara girdi. Kerem Yalçıner’in çevirdiği 'Fabrika Günlükleri', diğer Delisle kitapları gibi Karakarga Yayınları etiketine sahip.
BAŞKA BİR DÜNYA
Delisle diğer kitaplarında farklı şehirlere yolculuk yaptığı gibi, 'Fabrika Günleri'nde de geçmişe, 16 yaşındaki haline doğru bir yolculuğa çıkar. Henüz lisede okumaktadır. Maddi durumu pek iyi değildir. Bu yüzden yazın bir kâğıt fabrikasında çalışmaya başlar. Kitabın merkezinde de işte bu fabrika vardır.
Mekân Kanada’nın Quebec şehri, yıl 1982’dir. Delisle, babasının teknik çizer olarak çalıştığı bu “tükkan”a, “değirmen”e adım attığında onu ilk karşılayan şey gürültü olur. Evet, içerisi o kadar gürültülüdür ki işçilerin kullanması için girişte kulak tıkaçları bulundurulur. Molalardaysa dinlenebilecekleri ses yalıtımlı bir konteyner vardır. Sadece eski işçiler bu sese aldırış etmezler.
Gürültü işçilerin bütün ilişkilerini belirler. Çalışırken birbirlerine sesleri duyuramadıklarından bir vücut dili geliştirmişlerdir. Önce konuşmak istediği kişinin dikkatini el feneri yakıp söndürerek çeker, akabinde dertlerini el kol hareketleriyle anlatırlar. Çalışan herkes bu dili bilir.
Delisle burada devasa kâğıt silindirlerini kumandalı vinçle taşıma işi yapar. Ancak 1920’lerden, fabrikanın ilk açıldığı tarihten kalma kimi makineler sürekli arıza verir, bu da işleri hepten zorlaştırır. Gerçi Delisle’nin çalıştığı makine “yeni” olsa da sürekli problem çıkarır, o devasa silindirlerden taşan kâğıtlar bir anda ortalığa kaplayınca Delisle bir fırçayla kâğıt rulolarını geri dönüşüme süpürür.
İş kazaları meselesi de burada gündeme gelir. İşçilerden biri, vaktiyle bir arkadaşının geri dönüşüme düştüğünü ve o gün bütün kâğıtların kıpkırmızı çıktığını söyler. Delisle irkilir tabii ancak kimsenin de önlem almadığını, hatta baret bile takmadığını fark eder. Fabrikada bareti sadece mühendisler takar, işçiler de onlarla her fırsatta dalga geçerler.
VE BABA-OĞUL İLİŞKİSİ
Yaklaşık üç yıllık bir zamanı yazdan yaza, yani fabrikadan fabrikaya anlatan Delisle, işçilerle kurduğu ilişkiye odaklanır. Bin türlü insanla karşılaşır, çoğu da eğitimsiz ve mutsuz insanlardır. Hayattan pek bir beklentileri yoktur. Bu yüzden çizer olmak isteyen tıfıl bir çocuğu ciddiye almazlar.
Delisle büyük bir çizer olup böyle bir proje yapmayı aklına koyduğunda, tıpkı gezilerinde olduğu gibi, not almak ve fotoğraf çekmek için Quebec’e, fabrikaya gittiğini söyler Virginie Jannière’le yaptığı bir röportajda. Makinelerin azalması ve işçilerin baret takması dışında çok bir şey değişmemiştir. Geçmiş hâlâ yerli yerinde durur.
'Fabrika Günlükleri'nin işlediği temel bir çatışma da aile ilişkileridir. Aslında buna baba-oğul meselesi de diyebiliriz, zira ne anne ne de üç kardeşi doğru düzgün görmeyiz. Odakta Delisle’yle babası vardır. Anne babası boşandığı için babasıyla mesafeli büyüyen Delisle zaman zaman fabrikada babasını “uzaktan” görür, yanına gitmek ister ama koca fabrikada onu bulmakta zorlanır, ta ki babası gelip yolu tarif edene kadar. Akabinde onu görür ve ayaküstü sohbet ederler. Bazen de babası sandığı kimi insanların arkasından bakar. Yani baba her şekilde uzakta olan, oğulun sesini duyuramadığı bir yerde konumlandırılır.
Delisle babasını evinde ziyaret ettiğinde de durum değişmez. Doğru düzgün konuşamazlar. Babası konudan koyuya geçerek sürekli bir şeyler anlatır durur. Delisle müsaade isteyip kapıdan çıkacakken babasının aklına, “Sen neler yapıyorsun?” diye sormak ancak gelir. O kadar.
Kitaptaki renk kullanımına baktığımızda bunun da minimal düzeyde olduğunu görürüz. Bu tutum Delisle’nin diğer kitaplarında da sürdürdüğü bir estetiktir. Çoğunluğu siyah-beyaz olan paneller, zaman zaman vurucu kimi yerleri göstermek için sarı olur. Bunlar bulutlar, duman, ses balonları ve Delisle’nin tişörtü gibi kimi çizgileri kapsar. Genele bakınca, özellikle Delisle için, uyumsuzluğun yoğun olduğu yerlerde, kontrast yaratmak için böyle bir tercihte bulunulduğu söylenebilir. Sadece Delisle’nin tişörtünün renkli olması; duman, bulut, ses vs. gibi hareket halinde ve “kaybolan” şeylerin sarılanması da aynı uyumsuz akışkanlığa hizmet eder. Bu yönüyle siyah-beyazlık nostaljiyi çağrıştırdığı gibi melankoliyi, bunaltıyı, durgunluğu da akla getirir.
'Fabrika Günlükleri' yapay bir hikâye değil. Çizer olmak, okumak için para kazanmak zorunda olan bir gencin yaşadıklarını, gördüklerini konu edinir ve bunu içeriden bir gözle yapar. Fabrikadaki akıl almaz işleyiş, makinelerin 7/24 çalışması, bitmek bilmeyen gürültü ve işçilerin bütün o hayatları; asık suratları, korkuları, umutsuzlukları, belden aşağı muhabbetleri, çıkarcı tarafları… Her şeyi oldukça samimi bir şekilde aktarılır. Ancak ders verici değildir, bilakis dertleşmeye yöneliktir.