Bir deprem fotoğrafı
Enkazdan çıkarılan aileyi de, başında bekleyen yakınlarını da tanıyordu. “Komşuyduk biz,” dedi bana “Bu insanların ellerinde büyüdüm ben.”
Bülent Kale
Bundan iki ay kadar önce Adıyaman’da bir enkazın başındaydım. Yanımdaki kaldırımda altı kişilik bir aile cansız yatıyordu. Bir anne, bir baba, dört kız çocuk. Büyük kızlar 16-17 yaşlarındaydılar, aralarında bir yaş vardı. Küçükler ikizdi, daha üç yıl altı ay yaşamışlardı. Anne babanın yaşlarını sormadım ama çocuklara bakarak kırk yaşlarında genç bir çift olduğu söylenebilir.
Depremden birkaç gün sonra, perşembeyi cumaya bağlayan geceydi. Saat sabahın üç buçuk dördüydü. Ben Adıyaman’a birkaç saat önce AFAD’a jeneratör getiren bir kamyonla Gölbaşı’ndan gelmiştim. Şehir karanlık, hava soğuktu. Çalışma yapılan enkazlar projektörlerle aydınlatılıyordu. Sağda solda irili ufaklı ateşler yanıyor, insanlar bu ateşlerin etrafında ısınmaya çalışıyordu.
Ben enkazın başına geldiğimde baba ve büyük kızlar çıkarılmıştı. Birkaç saat içinde önce anneyi, sonra da ikizleri çıkardılar. Çıkarılan cansız bedenler enkazın üzerinde torbalara konulup öyle getiriliyordu aşağı. Enkaz başında bekleyen yakınları feveranla üzerlerine atılıp onları son kez görmeye çalışıyordu yine de. Bu ilk acı dalgası dinip yakınlar biraz sakinleşince içindekilerin isimleri yazılıyordu torbaların üzerine.
Bulvar boyunca enkazlarda çalışmalar vardı. Çorba, battaniye dağıtanlar geziyordu arada. Askerler odun takviyesi yapıyordu ateşlere. Meraklılar özellikle yerlerdeki dürülmüş battaniyeleri, siyah torbaları çekiyordu telefonlarıyla. Bir cenaze arabası iki uzman çavuş eşliğinde çalışma yapılan enkazları dolaşıyor, çıkarılan cansız bedenleri topluyordu. Benim bulunduğum enkaza da geldiler, yol kenarında bekleyen aile üyelerini almak istediler. Daha ikizler çıkarılmamıştı. Yakınları müsaade etmedi. Aileyi bölmeden götürüp bir arada defnetmek istediler.
Baba muhtemelen deprem olduğunu anlar anlamaz büyük kızların yanına koşmuştu. Bu sıkça duyduğum yaygın bir tepkiydi. Depremde ebeveynlerin ilk yaptıkları çocukları paylaşmaktı. Anne ikizlerin yanında kalmış ya da onların odasına koşmuştu.
Birlikte enkazın başında beklediğim arkadaş içeride çalışan ekiple aile arasındaki iletişimi sağlıyordu. Arama kurtarma eğitimi almış Adıyamanlı bir akademisyendi. Abisiyle beraber depremin olduğu gün yine Adıyamanlı bir arkadaşlarıyla Ankara’dan gelmişlerdi. Enkazdan çıkarılan aileyi de, başında bekleyen yakınlarını da tanıyordu. “Komşuyduk biz,” dedi bana “Bu insanların ellerinde büyüdüm ben.”
Deprem anında çocukları aralarında paylaşan ebeveynler vakit bulurlarsa yine birleşiyorlardı. Bu aile iki grup halinde birkaç saat arayla çıkarılmıştı ama aynı gece, aynı yerden çıkarılacak kadar da bir aradaydı. Öyleyse bina hemen yıkılmamıştı. Onlara evin içinde ikiye ayrılıp yeniden bir araya gelecekleri kadar bir zaman tanımıştı. Baba ve kızlar tekrar anne ve ikizlerin yanına koşabilmişlerdi.
Ailenin yakınları yolun diğer tarafında bir ateşin başında oturmuş sessizce bekliyordu. Oturdukları yerde belli belirsiz salınan kadınlardan yine belli belirsiz bir sızlanma, bir mırıltı yükseliyordu. Orada için için ağıtlar yaktıklarını görebiliyordum. O gece bu sessiz ağıtlardan ancak bir iki cümle seçebildim. Teyzelerden ya da halalardan biri lise çağlarındaki kızlara yakıyordu: “Siz buralara mı yaraşırdınız?” diyordu. “Siz üniversitelere, fakültelere yaraşırdınız.”
Anneden sonra ikizleri çıkarmaya giriştiler enkazda. Bu esnada ben yerde yatan cansız bedenlerin yanında bekliyordum. Evet, bir koku geliyordu burnuma ama öyle dayanılmaz bir koku değildi. Ölü bedenlerden yükselen kokuların ağırlığı ya da şiddeti ölümün ne zaman olduğuna dair bir fikir verir mi, bilmiyorum. Ama eğer veriyorsa, bu insanlar yaklaşık dört gün sonra o kadar da kötü kokmuyorlardı. Depremden çok daha sonra ölmüş olabilirlerdi.
Lise çağındaki kızların yine onlarla aynı yaşlarda bir teyzeleri ya da halaları vardı. Onlardan en fazla bir iki yaş büyüktü. Belli ki akrabadan öte yakın arkadaştılar. Ağlayamıyordu, oturamıyordu, ne yapacağını bilemiyordu. Doğrusu ben de bilemiyordum, bilenin olduğunu da sanmıyorum. Sırayla kızlardan birinin yanında diz çöküyor, bir elini üzerlerine koyuyor, başı önde öylece bekliyordu. Sanki ellerini tutuyor, onlarla son kez konuşuyordu.
Ne olmuştu depremden sonra? Bir anda hep birlikte ölmedilerse eğer, hangi kahrolası sırayla ölmüşlerdi? Bu insanlar depremle enkazdan çıkarılmaları arasında geçen zamanın ne kadarında hayattaydılar? Depremde hayatını kaybeden insanlardan kaçını enkaz altında yardım beklerken kaybettik? Nefessiz mi kaldılar? Korkudan, soğuktan, umutsuzluktan mı öldüler? Eğer bunları bilmezsek, bu insanların ölümünde kimler, ne kadar suçlu, nasıl bileceğiz? Nasıl hesap soracağız?
İkizleri çıkardıklarında yeniden hareketlendi ortalık. Küçük kızları aynı torbaya koymuşlardı. “İkisini bir mi koymuşlar?” diye şaşırdı teyzeleri, halaları, neneleri. Bu çok duygulandıran, ağlamaklı bir şaşırmaydı. Sarılıp ağlaştılar. Ailenin tüm fertleri çıkarılınca babayı da yolun diğer tarafından getirdiler. Onu bir battaniyeye sarmışlardı. Şimdi hepsi bir aradaydı. Anne, ikizler, baba yan yanaydı. Onların ayakuçlarında kızlar vardı. Gözlerimizi kaçırmaya çalıştığımız kareden yükselen aşağılık bir ölüm kokusu hepimizin ciğerini yaktı.