Bir deprem politikası: Bırakınız gitsinler…

Deprem bölgelerindeki bazı kentlerde insanların hayatlarını asgari ölçüde bile olsa düzene koymasına dair ağırkanlı tutum yalnızca beceriksizlikle ilgili değil, bilinçli bir politikanın ürünü.

Google Haberlere Abone ol

Şenay Aydemir

ADIYAMAN - Birkaç gün önce dört gazeteci, depremin yıktığı kentleri görmek üzere çıktığımız yolun ilk bölümüne dair izlenimlerimi aktarmıştım. Antakya, İskenderun, Maraş ve Pazarcık’ı kapsayan bu izlenimde bütün dikkatin enkaz kaldırma faaliyetlerine verildiğinden bahsetmiştik. Aradan geçen zamanda Antep’in ilçeleri ve Adıyaman’a da gittik. Bu izlenimi kaleme almak için notlar aldığım ve yazacak uygun bir yer aradığım sırada, dün akşam Hatay merkezli 6,4 şiddetindeki depremin sarsıntısı hissedildi her yerde.

İktidar bloğu, aynı gün Hatay’a giderek bütün yaraların sarılacağını, her şeyin kontrol altında olduğunu söylemişti ama öyle olmadığı görülüyor. 4-5 günlük gözlemler ve sohbetlerden sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki, deprem bölgelerinde insanların asgari bir yaşam kalitesine kavuşmasına yönelik bu ağırkanlı tutum, yalnızca beceriksizlik, organizasyonsuzluk ya da basiretsizlikle ilgili değil. Bilinçli bir politikanın ürünü aynı zamanda.

Sondan başlayarak, birkaç örnek vererek açıklamaya çalışayım. Dün, yani 20 Şubat 2023 tarihinde Adıyaman’a ulaştık. Felaketin boyutlarına hakim olmak imkansız. O yüzden tekrar uğramak üzere ayrıldık ama orada kaldığımız iki saat boyunca görüştüğümüz insanlar büyük bir göç olduğunu kenttin neredeyse yarısının başka yerlere göç ettiğin söylediler. Adıyaman’dan önce uğradığımız ve hiç abartmadan ‘tamamen’ yok olduğunu iddia edebileceğimiz Gölbaşı ilçesinde ise durum daha vahim. Valiliğin verilerine göre 2022 yılında 50 bin kişinin yaşadığı kentte, kalan insan sayısının on bini geçmediği ifade ediliyor. Önceki gün Antep’in Nurdağı ve Islahiye ilçelerine uğradık. ‘Tamamen’ tanımı bu iki ilçe için de rahatlıkla kullanılabilir. 2022 rakamlarına göre 41 binin üzerinde nüfusu olan Nurdağı ile yaklaşık 70 bin nüfuslu Islahiye de birer hayalet kent görünümünde. Ishaliye’de birkaç çadır kent kurulmuş durumda ama konteynır kentin daha ‘temeli atılıyordu’ aheste aheste!

Ishaliye’de dikkat çeken görüntülerden birisi, depremin hemen ertesinde kenti terk edip başka yerlere giden insanların, buldukları nakliye araçlarıyla geri dönüp her türlü riski alarak eşyalarını ağır hasarlı binalardan alarak taşıma çabalarıydı. Bu kentte, hasarsız bina neredeyse yok denecek kadar az. Yeniden nasıl inşa edileceği, dikilen binaların bir kent haline nasıl geleceği ise tam bir muamma olarak duruyor. Teşbihte hata olmaz sözüne sığınarak; iktidarın dün Hatay’da başlamayı vaat ettiği inşaat furyası, ağaç dikme kampanyasına benziyor biraz. Ama yan yana diktiğiniz ağaçların orman vasfına kavuşması için onlarca yıl geçmesi gerekiyor. Her türlü canlının hayat bulduğu bir habitat olmak o kadar kolay değil çünkü. Kentler de biraz öyledir. Yan yana duran binalardan değil, o binalarda oturan insanların inşa ettiği kültürden kuruluyor biraz da kentler… Buralarda asıl kaybolan şey binaların değil, insanların yan yan durma kültürü.

“Bunları yazmazsan ahımı alırsın” dediği için buraya not düşeyim: Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesinde sohbet ettiğimiz Ali, AFAD’ın 3. günün akşamı geldiğini ama çalışmalara ancak dördüncü günde başlayabildiklerini söyledi. Kitapevi ve kafe sahibi olan Ali’nin dükkanına ait 25 bin liralık doğal gaz faturası depremin sekizinci gününde tahsil edilmiş banka tarafından. “Kime şikayet edeyim” diyor. Burada konuştuklarımız her kentte söyleneni de tekrarlıyor: “Devlet gelene kadar ölülerimizi biz kendimiz gömdük. Kayıt falan tutulmadı. Açıklananın çok daha üzerinde”.

Bütün bu kentlerdeki depremzedelerle, orada bulunan kitle örgütü temsilcileriyle yaptığımız sohbetlerden herkesin şaşmaz bir biçimde vardığı tek bir sonuç var.  Bu kentlerde depremzedelerin durumlarının iyileştirilmesine yönelik ağırdan alma halinin, yalnızca beceriksizlik, organizasyonsuzluk ya da basiretsizlikle ilgili değil, bilinçli bir politika olduğu. Devletten umudumu kesmiş geniş bir kitlenin, olanağı olanların, başka kentlerde bağlantısı bulunanların kendi başının çaresine bakması, başka yerlerde yeni düzenler kurması bekleniyor belli ki. Çünkü gittiğimiz hiçbir kentte, depremzedelere orada kalmalarına dair bir motivasyon ya da teşvik söz konusu değil. Hatta terk etmek isteyenlerin önünü açıldığını, kolaylık sağlandığını söylüyorlar. Kuşkusuz, böylesine büyük bir yıkımın ardından insanların o kentti bir an önce terk etmek istemesi anlaşılabilir bir motivasyon. Buna destek olunmasında da sorun yok. Ama gördüğümüz manzara, gidenlerin sorumluluklarından kurtulmaya dair bir beklentinin kendini açık etmiş olması.

Deprem, kuşkusuz herkesi vuruyor. Bazı kentlerde orta üst sınıfların bulunduğu ‘lüks’ binalar daha çok hasar görmüş. Ama hayatta kalanlar durum hala sınıfsal. Zengin olan, biraz birikimi olan, başka kentlerde yeni bir hayat kurabileceğini düşünenler her şeyi geride bırakıp devam gitmeyi göze alıyor. Antakya’da, daha turumuzun ilk günlerinde yemek kuyruğunun önünde sohbet ederken, sıradaki insanlara bakıp “en yoksullar ve mülteciler kalmış bir tek” diye dile getirdiğimiz gözlem somut bir gerçeklik olarak kendisini iyice belli ediyor her yerde artık. Gözlem olmaktan çıkıp, gerçekliğe dönüşen bir diğer şey ise ‘bir kuru ekmeye muhtaç, çadır kente, konteynıra mecbur’ insanlardan mürekkep bir ortamda ‘yeniden inşası’nın sorunsuzca yapılabilmesi için bu gidişlerin de “Allah’ın bir lütfu” olarak görüldüğü gerçeği.

Etiketler adıyaman deprem