Bir ev, bir masa, kuşlar, taşlar, insanlar
Pınar Öğünç'ün ilk romanı 'Şu Anda Burada mıyız?', Kolektif Kitap tarafından yayımlandı.
Ursula Le Guin 'Çuval Kuramı ve Kurgu'(1) başlıklı yazısında insan türünün Neolitik öncesi yaşam ve geçim biçimlerinden bahseder ve günümüzde daha çok çalıştığımızı vurgular. Ona göre: "Tarımın icadından sonra başkalarının tarlalarında kölelik eden köylülerle ya da uygarlığın icadından itibaren ücret karşılığı çalışan işçilerle kıyaslanamayacak ölçüde az emek harcıyorduk bunun için. Tarih öncesinin ortalama insanı, haftada on beş saat kadar çalışarak gül gibi geçinip gidiyordu." Yazarın bundan bahsetme sebebi insanın zamanının bol olduğu dönemlerin, onları hikayeleri olan bir hayat yaşamaya götürmesini de vurgulamaktı çünkü mesela, ava giden bir grup aynı zamanda bir hikaye taşıyıcıydı çünkü zihnin hikaye kurmaya zamanı vardı.
Le Guin’in bu tespitinin insanın çalışmayla ilişkisinin tarihsel süreci hakkında da söyledikleri var elbette. İnsan türünün sözde ileriye ve daha iyiye doğru gittiği söylenen yaşamı, zamanımızda kapitalist araçlarla ve belki de en çok çalışma düzeniyle belirleniyor. Çalışma, tüm bedeni disipline eden bir anlam kazanıyor. İş, bedenin bir bütün olarak dahil edildiği, yaşamın denetiminin iş üzerinden sağlandığı bir durumun ifadesi haline gelirken zamanın da işle ilişkili bir şeyi tanımladığını görüyoruz. Bireyin gecesini-gündüzünü kaplayan, çalışma zamanıyla kendine ait zamanın iç içe geçtiği, özellikle evden çalışma gibi gittikçe yayılan kapitalist çalışma biçimleriyle, yaşamın her anının iş üzerinden tanımlandığı bir dönemdeyiz. Böylece beden bir iş döngüsünde anlamlı kılınıyor, yaşam bu döngüye uyumlu hale getiriliyor ve dışında bir durumu düşünemez hale geliyoruz.
Pınar Öğünç’ün, 'Şu Anda Burada mıyız?' romanının atmosferi en başta bu bahsettiklerimi düşündürdü bana. Yazar, böyle bir dünyada yaşadığını sezdiğimiz karakterleriyle kurguladığı metnine, zamanın sıkıntısını sızdırıyor ancak bunu gerçekliğin boğuculuğuyla değil onu kırarak başka şekillerde düşünmeye açık bir şekilde hikaye ediyor. Böylece, hikayesi olan iş-dışı bir zaman yaratıyor.
GERİ ALMALAR, MASA
Öğünç, bu bahsettiğimiz gerçekliği bükmek, onun dışına çıkan bir imkan yaratmak için en başta benim kendimce "geri alma" olarak yorumladığım bir yöntemle çatlaklar açıyor. Yukarıda bahsettiğim, yaşamın iş üzerinden tanımlanması, toplumsal ilişkilerin aşındığı, insanların bir araya gelip karşılaşmalar yaratmasının önünün kesildiği, yüz yüze konuşmaların, buluşmaların aksadığı bir zamanı da imliyor. Öğünç bana kalırsa, kitapta ilk önce bu durumu tersine çeviriyor. Metinde karakterlerin toplandığı bir masa var, anlatıda masa; kopmuş bağları yeniden kurma, sohbeti geri getirme, insanlara iş dışında başka cümleler kurdurma aracı haline geliyor ve masanın işle ilgili tınısı aşınıyor. Kısacası, masa hem imge olarak toplanmayı çağrıştırıyor hem de karakterlerin bir araya gelişleriyle iş-dışı başka bir zaman yaratmanın nesnesi olarak metinde yerini alıyor.
Metnin karakterleri; iş arayan, parça başı işlerde çalışan, iş buldukça çalışan, iş değiştirmek zorunda kalan sınıfsal olarak daha çok prekarya diyebileceğimiz kişilerden oluşuyor. Onları, zihninin bir köşesinde işin tahakkümcü tınısını duyanlardan oluşan bir grup olarak düşünebiliriz fikrimce. Kapitalist çalışma düzeninin insan bedenini bir bütün olarak kapsadığından bahsetmiştik. Bu masa aynı zamanda kişiye dayatılan dışında varlık gösterme, açılan muhabbetlerle başka bir dil bulma dolayısıyla, kendini sistemden anlık da olsa uzaklaştırmanın aracı olarak işliyor. Öğünç anlatısında, bir masa başında topladığı karakterlerle bedeni ve zamanı çalışmanın dışına çıkarıyor, "geri alıyor" böylece metin, seslendiği zamanın ve karakterlerin hikayesini distopik bir yöne sapmaktan kurtarıyor, kişiler arası bağlar tamir ediliyor onlarla bir masada kurulan ortaklık imkan kapısı açıyor.
EV
Bu "geri alma" olarak kavramlaştırdığım durumu gözlemleyebildiğim bir yer de metnin mekanı. Kitapta karakterlerin bir araya toplandığı bir ev var. Sahipleri Mazhar Bey ve Vesile Hanım öldükten sonra torunları Cihan’a kaldığını sezdiğimiz bir ev bu. Bu evde karakterleri toplayan belli bir neden yok çünkü onlar için, "sadece o an başka bir yerde olmamak önemliydi, kozmosun bir akşamüstü onları savurduğu yerden devam etmeye baktılar, bunu yapabilmek için nedenler uydurdular."
Bu ev; gelenin gidemediği, evdeki su sızıntısını, sırayla, karakterlerin yaşamlarının kendilerinde bıraktığı izleri temizler gibi temizledikleri, masa başında buluşup genelde paket yiyecekler (cips gibi) tükettikleri, hayatlarından çok o an masada açılan herhangi bir konudan anlık sohbet ettikleri, uykusuzluğu kabul edip gecenin zamanını geri aldıkları, kendilerini ait hissetmedikleri mecburi hayatın dışında yeni bir varlık şekli ve evren yarattıkları bir mekan şeklinde düşünülebilir. Evin sonradan etrafta çalışan farklı iş kollarından insanların uğrak yeri haline geldiğini ekleyelim bu nedenle sayılar devamlı değişebiliyor. Bu nedenle burası bir tür iş-dışı yaşam sığınağı, kurtarılmış alan belki de yer yer başka bir dünya anlamına geliyor.
Kitabı okurken, Walter Benjamin’in "…yalnız on beşindeyken bildiğimiz ya da yaptığımız şey sonradan bizi cezbedecektir. Dolayısıyla hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak"(2) cümlesini hatırladım ki bu cümle evden kaçışı olumlarken onu bir özgürleşme imkanı olarak düşünmemizi sağlar. Bu cümleyi hatırlamamın nedeni, Öğünç’ün masa ile ilgili düşündüğüm "geri alma" hareketini yarattığı mekânla da gerçekleştirmesi, burada evin, Benjamin’in cümlesinin aksine "kaçıldığında" özgürleşme sağlayacak bir mekanı değil tam tersine kaçışın yaratıldığı yer anlamına geldiğini düşünmem. Çünkü metin burada tesadüfen bir araya gelip toplananlar için mekanı ortaklık yeri olarak yeniden inşa ediyor. Bu ev; olabildiğince geniş, kan bağsız akrabalıkların yaratıldığı bir mekana dönüşüyor ki evdeki masanın zaman içinde ağırladığı bir sığırcık da var. Böylece, başka türden varlıkların da masada yerini almasıyla mekanda ve masada kurulan ortaklık genişliyor.
Ayrıca, metindeki ev düzensizliği imliyor, kimin girip çıkacağının belli olmadığı, başkasının kimliği sorulmadan dahil edildiği, bireylerin tekillikler şeklinde, toplumda "kusurlu" görülen yanlarıyla var olabildiği, başka akrabalık biçimlerinin hakim olduğu bir yer olasılığını çağırıyor. Böylece, nasıl olması gerektiği düzenlenmiş olan yaşamın, kişinin, evin ve kapitalist çalışma düzeninin yapısının bozulduğu bir kaçış yaratılıyor ve bana kalırsa bu da evin "geri alındığını" ve başka biçimde yeniden inşa edildiğini söyleyebileceğimizin başka bir göstergesi oluyor.
KARAKTERLER
Metnin karakterlerinden yani evin diğerlerine göre daha belirgin sakinlerinden bahsedelim. Bence metnin gerçekle kesişen yanı onların hikayeleriyle oluşuyor ama bu hikayeler metinde daha önce bahsettiğimiz unsurlarla birlikte işlediği için bana kalırsa okuru, gerçekliğe davet etmiyor daha çok bu hayatlardan çıkışa çağıran bir anlatıyla buluşturuyor. Aklımda yer eden karakterlerden kısaca söz edersem sanırım söylemeye çalıştığımı anlatabileceğim.
Suzan, bir coğrafyacı aslı bu ama aslını bulamamış, aile evine geri dönmüş, çocukluk odasında, ailesinin kullanmadığı eşyalarını da tıkıştırdığı odaya, o eşyalarla birlikte hayatta bir işlevi kalmamış gibi atılmış, diğer evde yeni bir yaşam bulduğu ana kadar orada bekliyor. Suzan N’ye mektuplar yazıyor, cevap alamadığı mektuplar ve bu mektuplarla kurduğu anlatma biçimi ona anlatacak bir hayat sunuyor.
Aslında Suzan’ın hikayesi ev bahsinde sözünü ettiğimiz toplumca "kusurlu" görülen yanların evde bir karşılığının olmadığını gösteren bir yan da taşıyor, şöyle diyor Suzan: "Evde kalsam bahaneler yaratıp annem odaya giriyor gün içinde, ansızın, teftişe gelmiş gibi, suçüstü yapmak ister gibi, beni bilgisayar başında gördüğünde yüzü değişiyor, seziyorum. Sezmeme kalmıyor, lafı dolaştırıp iş dışarıda bulunur diyor…"
Bir işi olmak kapitalizmin insanın işe yararlığını ölçtüğü bir duruma işaret eder. Toplumsal yaşamın aile gibi diğer kurumları da meseleye dahil olur varlığın bir işe sahip olup olmamana göre anlamlandırılır. Suzan için de böyle bir durumdan söz edebiliriz belki de onun, metnin evinde kendine yer bulmasının en önemli sebeplerinden biri bu çünkü olduğu gibi kabul görmek, varlığını başka şekillerde anlamlandırmak birey için önemli.
Suzan’ın mektuplarından da söz edelim. Bunları ilk bakışta bir nostalji imgesi olarak düşünebiliriz ama fikrimce metinde, var olan zamanın dışına çıkma işlevi taşıyor. Çünkü yukarıda alıntıladığım mektubu haricinde Suzan bu mektuplarda, durumunun umutsuzluğundan bahsetmiyor. Orada bir aşk çabası var ki bu da onun için başka bir hayat ve zaman demek.
Doruk, Damla ve Erol’un oğlu. Büyümüş ama küçülmemiş. Olmadık anlarda "Ölüleri ne yapacağız?" diye soruyor, “ölü topluyor”, duyduğu isimlerin ölüp ölmediklerini araştırıyor, tek tek kontrol ediyor, listeliyor. O tutkuyla ölülere bağlanmış, henüz yaşamının başında.
Cihan, çevirmen "Evrenin Hikayesi" adlı bir belgeselin çeviri işini almış en son. Çalışmak, yetişmek zorunda gecede ve gündüzde çeviriyle uğraşıyor önceden yüklü bir avans aldığı için ancak birkaç bölüm çevirdikten sonra tekrar para kazanmaya başlayacak. Onun çevirilerini masada sesli okuyup tartışıyorlar. Cihan evden çalışmaktan dolayı doğada rahatsız oluyor, geriliyor, “yabancı hissediyor”. Evin çatısında keşfettikleri locada unuttuğu yıldızları gördü.
Ferda, öncesi ve sonrası olan hikayeleri seviyor. Hani gündüz kuşağı programlarında hayattan darbe almış, görünüşünden memnun olmayan birileri bulunur ve "baştan yaratılır" ya öyle hikayeler. Bir öncesi var ve sonraya geçmek istiyor ama o değişim afili bir değişim olacak ki sonra denen şeyin anlamı olsun. Ferda belki de öncenin sonraya taşındığını bilmiyor.
Kızıl taş, bir tuğla parçası, Vesile Hanım’dan kalmış, ısıtılınca şifa dağıtıyor.
Sığırcık, baharın geldiği günlerde açılan balkondan içeri giriyor masada yerini alıyor, krakerlerin dibinde kalan susamları ve kırıntıları yiyor. Doruk onun iblis olabileceğini düşünüyor.
Burada bir kısmından bahsedebildiğim karakter hikâyelerinin söylediği bir şey var görüldüğü gibi, Doruk hariç karakterlerin hikayeleri çok tanıdık. Sen, ben ve bir başkası aynı hayatları yaşıyoruz, her gün karşılaşıyoruz bu insanlarla hikâyenin ve gerçeğin karıştığı yerdeyiz. Eğer anlatı tek başına bu karakterlerin sıkıntılarıyla ilerleseydi bahsettiğimiz ev ve masanın işlevi olmasaydı, her gün içinde olduğumuz zamanın sıkıntısını tekrar üretmiş olurdu ve biz zaten bildiğimizi bir kere daha görerek kafamızdan aşağıya bir gerçeklik kovası boşalmış hissine kapılırdık. Ancak kitapta, gerçeklik, gerçekdışı boyut ve kaçış imkanının bir arada işlenmesi metnin yer yer düşün alanına çekilmesi bizi boğucu bir şimdi anlatısından kurtarıyor ve benim okumamda metnin bu yanı öne çıktı.
Metinde, karakterlerin sıkıntılarını duyuyorsunuz, kendi yaşamlarınızla kesişen yerlerini işaretliyorsunuz ama masada kurulan başka bir dille karşılaşıyorsunuz, herkese açık evin kapısından girerek başka türlü olabileceğini düşünmekten vazgeçmiyorsunuz. Taşın, sığırcığın bir karakter olarak metne dahil edilmesiyle daha başka ilişki biçimlerinin hakim olduğu bir evde, geniş bir masada oturup yaşamı tamir edebilecek ortaklıklar kurulabileceğini hatırlıyorsunuz.
Pınar Öğünç’ün Kolektif Kitap tarafından, 'Şu Anda Burada mıyız?' adıyla yayımlanan metninin bana düşündürdükleri bunlar oldu, son olarak kitabın farklı okumalara açık bir metin olduğunu da ekleyelim.
1. Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar. S.59, Haz. Deniz Erksan, Bülent Somay, Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yayınları: 2013.
2. Son Bakışta Aşk, Haz. Nurdan Gürbilek, s. 53, İstanbul, 2012.
Emek Erez Kimdir?
Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.
Platonov yazıları: Umutlu zamanlar, edebiyat, emek ve trajedi 24 Mayıs 2024
Güç bir kişide toplanırsa 17 Mayıs 2024
‘Umutsuz Karakterler’: Sınıfsal hezeyanlar, ayrıcalık kaybı endişesi 03 Mayıs 2024
Hayvanlarla ilişkiyi yeniden düşünmek için mitoslar 26 Nisan 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI