Bir eve yakından bakmak
Moda’nın eski aileleri soyadları ile tanınır. Hanımefendiyi ben de “Pravuştalı’ların kızı” olarak tanıdım. Herkesin bir adı olduğuna göre, merak edip sordum. Varmış, evet: Sinem… Sinem Pravuştalı!
DUVAR - Kar altında… Moda’da… Erkenden uyanan Esat Işık Caddesi, diğer bütün caddeler gibi bir yerde başlar bir yerde biter. Buranın Kadıköy’ün ortasında başlı başına bir “mahalle” olduğunu yine sadece Kadıköylüler bilir. Caddenin meşhur yokuşunun sonu başıboş bir dereye açılır. O yokuş, koynundaki Fransız Koleji’nin görkemine sıkı sıkıya tutunur. O vakarlı, güngörmüş havasının altında da bu yatar. Yeşil roblu, zümrüt yüzüklü adımlara da görkemli çöküşlere de tanıklık etmiştir: “Non je ne regrette rien!” Sağlı sollu, kımıltısız bir gölge gibi duran evlerle çevrilidir. Her sabah uyandığında onları yanı başında bulur. Kış evlerinden birinin beklenen konuğu benim: “Bir fincan çay daha alır mısınız?” Ev içleri sıcak, ev içleri yerleşik… Hanımefendinin pencereye astığı mimoza dalı da olmasa bu uzun kışı iyice benimseyeceğiz. Dün Büyükada’daymış. Arkadaş bahçesinden iki dal mimoza toplamış. Eve dönünce mimozaları bir kasnağın çevresine sarmış. “Eski evler böyledir işte! Bir kurcalamaya gör… Kasnağı, gergefi bitmez. Çelenk gibi oldu, bak! Bilirim, siz de seversiniz böyle şeyleri…”. Ev sahibi mimozalı kasnağı yerine asıp, pencereyi açıyor: “Tipi başlayacak diyorlardı…”. Bir sarı sağanağın içinde dolaşan elleriyle, kış görüntüsüne ne kadar tezat olduğunu, bir Ada’nın ardı gibi durduğunu bilmiyor.
BAŞLANGICIN BİLGİSİ: YORGANCIOĞULLARI
Moda’nın eski aileleri soyadları ile tanınır: Sarıca’lar, Cimcoz’lar, Uluant’lar, Pravuştalı’lar… Hanımefendiyi ben de “Pravuştalı’ların kızı” olarak tanıdım. Herkesin bir adı olduğuna göre, onun da vardır diye merak edip, sordum. Varmış, evet: Sinem… Sinem Pravuştalı! Necla (Yorgancıoğlu) Pravuştalı ve Savaş Pravuştalı’nın ilk ve tek çocuğu. Necla hanımın çocukluğu ve ilkgençliği şimdilerde Esat Işık Caddesi’ndeki Tepe Apartmanı’nın olduğu yerde, güzel bahçeli bir köşkte geçer. Necla Hanım’ın babası Mustafa Yorgancıoğlu, Kadıköylülerin yakından tanıdığı bir isim. Söğütlüçeşme Tren İstasyonu’na ait arazi, bir vakitler Yorgancıoğlu Ailesi’nin odun-kömür deposudur. Depo, devlet tarafından istimlak edilince, ailece mobilyacılığa başlarlar. Yasa Caddesi’ndeki Yorgancıoğlu Mobilyacılık, atlas yorganlı, başucu komodinli, tül perdeli içinde bir âlem saklayan nice evler kurar. O evler ki, her biri birer sır tasarımı! Bir hatıradan kalan eski bir anda yaşamaya devam ederler. Bu evlerin kocaları, babaları erkenden uyanır ama uykusuz değillerdir. Çarşı’ya, dükkânlarını açmaya inerler. Mustafa Bey de onlardan biridir. Öğle yemeklerini Yanyalı Lokantası’nda yer, akşamüstleri evine dönerken Beyaz Fırın’dan “evladını sevindir pastası” alır. Ara sıra dükkâna haber gelir, “Vesîle hanım teyze diyor ki, Mustafa amcan dönerken bir kutu kaymaklı lokum getirsin”. Bu, sevgili eşi Vesîle’nin, “Akşam oturmasına gideceğiz. Geç kalma, elimiz boş gitmeyelim” mesajıdır. Mustafa Bey, bu kez Hacıbekir’in yolunu tutar. Vesîle hanım, ailesine, komşularına çok düşkün, mükemmel bir ev hanımıdır. En sevdiği komşusu da biraz ilerde oturur: Hayriye Pravuştalı!
GÖÇ'ÜN BELİRLEDİĞİ: PRAVUŞTALILAR
Komşu köşklerin hanımları Hayriye Pravuştalı ve Vesîle Yorgancıoğlu yıllar içinde önce çok iyi dost, sonra da dünür olurlar. Birlikte bütün kaygılardan âzâde, zamanın sarkacında salındıkları yıllar geçirirler. Hayriye Hanım’ın bu evdeki varlığı da bir zaman sarkacında devam eder. Başlı başına mühim bir şahsiyet olan, aşina bir göz gibi bizi izleyen duvar saati Hayriye Hanım’ın çeyizinden kalma. Kavalalı büyük aileden yâdigar… Hayriye Hanım’ın babası Zühtü Öner, Kavala’nın önde gelen tütün tüccarlarından. Günümüzde Kavala Lisesi olan görkemli yapı, Hayriye Hanım’ın doğduğu evdir. Kavala Koyu’na tepeden bakan, ipek ve danteller içinde büyüyen Hayriye Hanım, ne talihsizliktir ki uzun ömründe pek çok acıya tanıklık eder. Balkan Harbi’ni, Mübadele’yi yaşar… Yine de aşık olmayı unutmaz! Kavala’daki ilk gençlik yıllarında evlenir, “Füruzan” adını verdiği bir kızı olur. En genç yaşında, büyük hayallerle evlendiği kocası bir gün ansızın ölür. Kızları Füruzan henüz bebektir… Füruzan: “Parlayan”, Füruzan, çok sevilenden hatıra… Işığı hiç sönmemelidir! Hayriye Hanım, kendisini kızına adar, pek kimseyle görüşmez. Hayatının en zor, en acılı döneminde annesi Cevriye hanımın desteği ile ayakta kalır. Ev sahibimiz Sinem Hanım, babaannesini hatırladığı gibi, “ninem” dediği babaannesinin annesini de hatırlıyor: “Ninem Cevriye Öner, uzun bir ömür sürdü, yüz yaşında vefat etti. Çok güzel bir kadındı; dupduru bir beyaz ten, mavi gözler… Vefat ettiği güne kadar elinden nakışlar, oyalar, gergefler eksik olmadı. Kavala’yı hiç unutmadığı gibi, İstanbul’daki yeni hayatında da tipik bir Rumeli kadını gibi yaşadı. Kocasına çok aşıktı, onu tutkuyla severdi. Hatta radyoda ‘Ben Sana Yandım Zühtü’ şarkısı çalınca, ağlamaya başlardı. ‘Neşeli, hatta komik bir şarkıda ninem neden ağlıyor acaba?’ diye merak ederdim. ‘Kocamın mezarına bile gidemeden, apar topar bizi yolladılar’ derdi”. Ninenin bahsettiği olay, 1924 Nüfus Mübadelesi’dir. Ailecek Kavala’daki mallarını mülklerini bırakıp, devlet tarafından Samsun’a yerleştirilirler. Samsun yıllarında, ticaretle uğraşarak geçimlerini sağlarlar. Sil baştan, yepyeni bir hayat kurarlar: “Samsun’da tütüncülüğü bizim ailenin başlattığı söylenir. Eniştem Emin Tuksal, Samsun’un ilk tütün fabrikasını kuran kişi. Rumeli’deki kadar olmasa da yeni hayatlarında da rahat etmişler. Kadınlar refah içinde yaşatılmış. Özellikle kadınların gördükleri hiçbir şeyden geri kalmaması için ailenin erkekleri çok çalışmış. Bu sırada yeni aileler kurulmuş. Babaannem, ‘iyi bir insan’ diyerek Hasan Pravuştalı ile ikinci bir evlilik yapmış. Babam Mehmet Savaş Pravuştalı, bu evlilikten dünyaya gelmiş. Rumeli’deyken büyük aileymişiz, İstanbul’da ise yalın, sade bir hayat yaşıyoruz. Soyadımızı mahkeme kararıyla resmî olarak kullanmaya devam ediyorum, hikâyesini de seviyorum. Hasan dedemin babası Pravuşta’da müftüymüş. Pravuşta, ‘Pravi’ diye de biliniyor. Yunanlar adını ‘Elefterupoli’ olarak değiştirmişler. Deniz tarafında değil, dağ tarafında bir yerleşim yeri. Pravuşta’nın tütünü, inciri ve eriği meşhurmuş. Küçük ama çok varlıklı bir kasabaymış. Dedem ve kardeşleri ‘Pravuştalı Osman Bey’in oğlu’ diye bilinirmiş. Soyadı Kanunu çıkınca da ‘Pravuştalı’ soyadını almışlar. Ben bugüne kadar doğru düzgün yazan, bir çırpıda telaffuz eden kimseye rastlamadım. Hayat boyu zor bir soyadı oldu. Hiç unutmam, sadece evlenirken nikah memuru doğru söyledi. Şaşkınlıktan öyle kalakalmıştım!”
BİR SEMT YOKUŞUNDA: 'ANIT'
Hayriye ve Hasan Pravuştalı çifti birlikte çok mutlu olurlar. Evlendikten sonra, geniş aileleri ile birlikte Samsun’dan İstanbul’a taşınırlar. Hasan Bey, deniz yollarında çalışmaya başlar. Aileye mübadelede Kavala’da bıraktıkları evlerine karşılık, Moda- Mühürdar’da bir köşk verilir: “Babaannemlerin köşkünü Kadıköylüler çok iyi hatırlar. Mühürdar’da, uzun yıllar Palmiye Anaokulu olarak faaliyet gösterdi. Babam bu köşkte doğmuş. İkinci Dünya Savaşı yılları olduğundan, dedem rüyasında hep savaş uçakları görürmüş. Babamın adı buradan gelir: Savaş! Babaannemin ilk eşinden olma kızı Füruzan Hala da onlarla beraber yaşarmış. Bir dediği iki edilmemiş, hep el üstünde tutulmuş. Dedem ailesine karşı son derece sevgi, şefkat doluydu. Tanıdığım diğer Rumeli erkekleri gibi, bir kurşun yarası olmasına rağmen! Bütün Rumeliler gibi cesurdu, hatta ‘gözü kara’ denecek kadar cesurdu! Kurşun yarasını saatinin kayışıyla gizlerdi. Yastığının altında muhakkak bir çakı olurdu. Anadili gibi Yunanca bilmesine rağmen mecbur kalmadıkça konuşmazdı. Kavala’nın, Makedonya’nın, Manastır’ın, Selânik’in kaybı, ailemizde bir travma yaratmıştı. Bütün akrabalarımız yaşamlarının sonuna kadar bu travmayı içinde taşıdı. Buna rağmen çocuklara bir şey hissettirilmezdi.
Bir süre sonra yaşadıkları ev büyük geliyor, geçim sıkıntısı artıyor. Köşkü meşhur doktorlardan Şevket Salih Soysal’a satıyorlar, şu an içinde yaşadığımız eve taşınıyorlar. Özellikle buraya taşınıyorlar çünkü biricik oğullarının Saint Joseph’te okumasını istiyorlar. Yani evin tam karşısında! Buranın çini sobalı, mermer masalı, sedef aynalı köşk zamanlarını hatırlıyorum. Hatta giriş katımızdaki daire, eskiden kuşhaneydi. Dedem orada kanaryalar yetiştirirdi. Kuşları seslerinden tanırdı. Doğa sevgisini bana o aşıladı. Köşk, 1986 yılında Haydar Erdemli tarafından restore edildi. 2. sınıf tarihi eser statüsünde olduğu için, dışı ahşap olarak kaldı, bugünkü görünümüne kavuştu. Annem de buraya ‘Anıt’ ismini verdi. Biz bu evde çok mutlu olduk. Babam da burada mutlu bir çocukluk geçirmiş. Şimdilerde Şükrü Saraçoğlu Stadı’nın olduğu yer, eskiden Papazın Çayırı olarak bilinirdi. Babam ve arkadaşları orada futbol oynarlarmış. Sonradan masa tenisine merak sarmışlar. Babam bu sevgisini o kadar ileri taşıdı ki Fenerbahçe Veteran Masa Tenisçileri Spor Kulübü Derneği’nin kuruculuğunu ve başkanlığını yaptı. Babam sporu, sanatı, eğlenmeyi çok severdi. Gençliğinde ev partileri meşhurmuş. Gençler ev içlerinde toplanır, plak çalar, dans ederlermiş. Babamdan dinlediğime göre, bu müzikli danslı eğlencelerin en sevilen ismi de Ajda Pekkan’mış! Ajda hanım da Kadıköy’ün kızı. İlk gençliğinde arkadaşlarının evindeki partilerde şarkı söylermiş. Keşke benim zamanımda da böyle ortamlar olsaydı, ne yazık ki yetişemedim. Onlara çok imreniyorum”. Moda’nın en yakışıklısı Savaş, günün birinde komşu köşkün nazlı kızı Necla’yı da partiye davet eder. Aşık olurlar… Evlenirler…Sinem hanım, bu evlilikten doğar.
NEŞELİ GÜNLER: SİNEMALAR, ÇAYIRLAR
Müzikli danslı çay partilerine yetişemese de Kadıköy’ün, İstanbul’un en güzel zamanlarını ucundan kıyısından yakalamayı başarır: “Anneannemin ve babaannem çok yakın iki arkadaş olduklarından ortak bir çevreleri vardı. On beş günde bir, birbirlerinin evinde toplanırlardı. Hasene Hanımlar -ki ona ‘Albayın hanımı’ da derlerdi-, Saraylı Gülnihal Hanım, Adalı Ferîde Hanım… O gün herkes ev hanımlığını konuştururdu. Kolalı, nakışlı, sarma işi beyaz örtüler serilir, ince nervürlü, gölge işli peçeteler, çeyizlik porselenler çıkarılır… Köşk bahçelerinden derlenen envai çeşit çiçek masanın ortasına kondurulur. Onları hayranlıkla izlerdim. Saatlerce yeni diktirdikleri elbiselerden konuşurlardı. Saçlarına, elbiseleriyle uyumlu fisto, dantel ve satenden kurdeleler takarlardı. Ev buluşmaları çok güzel geçerdi. Hep birlikte pikniklere de giderdik. Tuzla’ya, Fenerbahçe’ye, Tarabya sırtlarına… Anneannem Fenerbahçe’de ebegümeci toplar, dönüşte yemek yapardı. Göztepe’deki Soyak Sitesi, o zamanlar papatya tarlasıydı. Kayışdağı’na su doldurmaya giderdik. Okul çağım başlayınca beni Sevinç Atasagun’un kurduğu Özel Örnek İlkokulu’na yazdırdılar. Liseyi de Şifa Sokak’taki Moda Koleji’nde okudum. O okulun efsanevi bir edebiyat öğretmeni vardı: Gaye Barlas. Ona o kadar hayrandım ki üniversitede edebiyat okumama sebep oldu. O yıllarda tiyatro ve sinema hayatımızın içindeydi. Gençliğimde, Süreyya Sineması’na, Rexx Sineması’na, As Sineması’na, Tevfik Gelenbe Tiyatrosu’na giderdik. Şimdiki gibi Moda Çay Bahçesi’nde buluşulduğunu hiç hatırlamıyorum. Küçük Moda’da, Bomonti Çay Bahçesi’nde toplanırdık. Kebap yapılan bir yer yoktu, yapılsa da kimse yemezdi zaten. Et yemeği dendi mi Sabih Et Lokantası’na gidilirdi. En sevilen eğlence ise Kayıkhane’den kayık kiralayıp, denizin ortasında piknik yapmaktı. Babam böyle günlere ‘evladını sevindir günü’ derdi. Suda balık, semâda martı olurduk…Mutluyduk!”
Kar dindi… İncecik bir güneş, sessizce geçip gitti. Duvar saatinin, sandalyenin arasından… Ev sahibinin ellerinden ve alnından. Caddenin sonu akşama açıldı, bulutlar yön değiştirdi. Şuraya bir ipek astar, kemik düğme, mineli kutu, “filtire”li sofra takımı koyuyorum… Şuraya da bir rüya…Bildiğim bütün hayatları unutuyorum.